"PATRONLAR patrondur, gazeteciler de gazetecidir" düsturunu, artık otuz yılı aşan meslek hayatımda daima etik ilke belledim. Asla da caymadım.
Zaten bana sorarsanız, konumları icábı köprünün öte yakasında bulunmaları çok doğal olan yöneticiler hariç, yukarıdaki ilke bütün medya çalışanları için geçerlilik taşımalıdır.
Eh, benim böyle bir konumum olmadığına ve de tabiatım icabı hiçbir zaman olamayacağına göre, kendi şahsımı çalıştığım kurumun mülkiyet sahibiyle özdeşleştiremem.
Yani, kellemi kesseler, "işveren avukatlığı" yapmam ve yapamam. Yapmadım da!
Tersini gösterenin alnını karışlarım.
***
NİTEKİM, örneğin bir süre çalıştığım "Güneş" gazetesinin patronu Asil Nadir iflas bayrağı çektiğinde, dönemin hükümeti kendisini kurtarsın diye, kendisinin "Rum komplosu"na (!) kurban gittiğine dair sayfa sayfa yayın yaptırttı. Af buyurun, popomla güldüm.
Ve, işsiz kalıp açıktan nefesim koktu ama, ne Nadir’i, ne de yukarıdaki hezeyanı uzaktan yakından sahiplenecek tek bir virgül yazdım.
Lejyoner asker miyim ki aklıma ve vicdanıma ters düşen bir dava uğruna savaşayım?
Fakat buna karşılık, daha sonra girdiğim "Hürriyet" gazetesinin bir önceki patronu,"gurbetçilerin milli duygularını rencide ettiğim" (!) gerekçesiyle, gazetenin hálá kendi mülkiyetinde olan Avrupa baskılarında benim yazılarımı yıllar boyu yasakladı.
Ancak bu "kuyruk acıma" rağmen, gün oldu, Uzan medyası tarafından o patronun şahsına ve ailesine yönelik çirkef saldırıları karşısında kaleme sarılmakta tereddüde düşmedim.
Çünkü, yukarıdaki ilkeler bütününü böyle bir ahlaki tutumu zorunlu kılıyordu.
Burada susmak, mesleki etiğe ve vicdani muhasebeye ihanet etmek anlamına gelirdi.
Ve, bugün de aynı şey geçerlilik taşıyor!
***
BUGÜN de aynı şey geçerlilik taşıyor, zira vergi cezasıdiyesunulan fahiş rakamın aslında, AKP hükümetinin, ana hatlarıyla muhalif bir çizgi izleyen "Doğan Medya Grubu"nu bir "hizaya getirme operasyonu" oluşturduğunu görmemek için aptal olmak gerekiyor.
Yahut da, yukarıdaki vicdandan hiç nasiplenmemiş olmak gerekiyor!
Çünkü, eğri oturalım, doğru konuşalım, o AKP’ye hiçbir zaman hasmane yaklaşmamış birisi olarak söylüyorum ki, söz konusu gelişme çok tehlikeli bir gidişatın habercisidir.
Mazur görülecek hiçbir yanı yoktur ve oluşmakta olan "çoğunluk diktatoryası"nda, tabii ki henüz legal çerçeve dışına taşmayan bir otoritarist eğilimin ipuçları yansıtmaktadır.
***
ÖYLEDİR, çünkü o "legalite"nin, yani "kanunilik"in bazı dönemlerde uygulanış ve seçiliş tarzı dahi, gün gelir, girilmekte olan çok rizikolu rotanın göstergesini sunarlar.
Káh kağıt, káh reklam, káh anten bağımlısı olduğu için de, medya kendi doğası icábı, hükümetlerin "kitabına uyduracağı" bir yasal platform önünde en zaaf taşıyan kurumdur.
Meselá, yine tartışılmaz bir "çoğunluk meşruiyeti"ne sahip olan Venezüella’nın Hugo Chavez’i, yoğun muhalefet sürdüren ve ülkenin en büyük medya grubuna ait olan "RCTV" televizyon istasyonunu, tamamen kanuni biçimde, anten hakkını yenilemeyerek susturmuştur.
Yani, şimdi "DMG"nin cezalandırılması gibi, burada da illegal bir uygulama yoktur.
Ancak, Chavez iktidarının evrensel demokrasiyle bağdaştığını da kim söyleyebilir?
Oysa hayır, ne Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın popülist şarlatan Hugo Chavez’e, ne de Ankara çoğulculuğunun Karakas rejimine benzemek hakkı vardır ve olmalıdır.
Dolayısıyla, "patronlar patron ve gazeteciler de gazetecidir" düsturu tabii ki kesin etik ilkedir ama, herhangi bir mağdur patronu o mağduriyetinden ötürü sahiplenmek de, hem vicdani, hem demokratik açıdan, aynı gazeteciler için yine etik ve yine kesin diğer bir ilkedir!