SİZİ bilmem ama, ben kendi hesabıma pazartesileri sevmem. Asla da sevmedim.
Üstelik, dün sabah evden çıktığımda hava gerçekten berbattı.
Nemli ayaza iláve olarak, ne dobra dobra kar, ne de mert bir yağmur olan o ıslak çipillik insanın iliklerine işliyordu. Kötümserlikler sarmaladı. Ruhum daha da karardı.
Artı, masasına tünediğim kahvede simidimi bitirip ilk cigarayı yaktığımda, istemeye istemeye gazetelere şöyle bir göz attım ki, iláç için tek bir iyimser manşete rastlamadım.
Varsa kriz, yoksa kriz! Sanki Deccal kapıya dayanmış da Mahşer gününü bekliyoruz.
Aynı esnada, buğulu camın arkasından seçilen caddede iki otomobil çarpışmaz mı!
"Sol ayağımla kalkmışım ki, hafta böylesine meymenetsiz başladı" diye söylendim
Sonra, náçar, yazı yazmak için, o yapışkan ıslaklığın altında gerisin geri yollandım.
***
PEKİ, ne yazacağım? Tek satır karalayacak mecálim yok!
Moda deyimle, bir nebze bile "mood"umda değilim.
Zaten eğer takvimdeki ay uygun düşse, "Mobidik"teki Herman Melville kalemine özenip, "hüzünlü ve sisli bir Kasım sabahı ruhumu kuşatmaya görsün (?), artık benim için bu limandan demir almak vakti gelmiştir" türünden bir girizgah yapacağım.
Ve, homurda homurdana bilgisayarı açtım ki, inanılmayacak şey, birden güneş doğdu.
Ne sulu sepken atıştıran kardan, ne de mahşer borazanı çalan manşetlerden eser kaldı.
***
BİLMEM daha önce de söylemiş miydim,ben "Google" arama motorunun aktüalite bölümünde, "Türkiye" kelimesinin Fransızca ve İngilizce imlálarına aboneyim.
Yani, dünyanın neresinde olursa olsun, bu iki dilde ülkemizle ilgili her hangi bir haber yayınlandığında, onun internet bağlantısı benim posta kutuma da otomatik olarak düşüyor.
Tıklayıp, ya ajans bültenini ya da gazete veya dergi makalesini anında okuyorum.
Ve işte dün sabah bilgisayarı açtığımda önüme iki ayrı Türkiye haberi geldi ki, bana Pazartesi karamsarlığını unutturanlar da onlar oldular.
***
MEALEN tercüme ediyorum, Cumhurbaşkanı Gül’ün son Tanzanya ziyaretinden yola çıkan birincisinde "Ankara’nın Afrika taarruzu" gibisinden bir başlık kullanılmıştı.
Uzun uzadıya da, Türkiye’nin Kara Kıta’ya artık ne denli önem atfettiği; taraflar arasındaki dış ticaret hacimin dört yıl içinde yüzde yüz arttığı; önümüzdeki hedefin 50 milyar dolar olarak saptandığı; bu arada, 235 Türk firmasının Ümit Burnu’ndan Fizan Çölü’ne kadar olan sahaha her türlü faaliyeti gösterdiği anlatılıyordu.
Diğer haberde ise "Türk Hava Yolları"nın yukarıdaki krize rağmen şimdi İtalyan "Alitalia"yı bile "sollayarak" hem hacim, hem yolcu, hem de filo itibariyle Avrupa’nın yedinci büyük uçak şirketi durumuna geldiği; artı, yeni uzak hatlar açan "THY"nın, rekabet kapasitesinde "en devler"le yarışa girdiği hikaye ediliyordu.
Hemen ekleyeyim ki, biri Fransız, diğeri İsviçreli sıradan gazetecilerin kaleminden çıkmış olan bu iki haber de, gizli rüşvetle yazdırtılmış "ısmarlama" kategoriye girmiyordu.
***
BEN ki asla milliyetçi olmadım ve olamam, fakat tabii ki su katılmamış bir yurtseverim, işte her bakımdan kötümser başlamış bir pazartesiyi, belki diş kovuğuna kaçmayacak gibi gözüken bu iki küçük internet haber sayesinde, aniden güneşle donatabildim.
Hayır, saf saf "Polyannacılık" oynadığım için değil, son tahlilde kısacık bir ömre sığan zaman süresi içerisinde, ülkemin ve ulusumun nereden nereye geldiğini sonsuz soğuk ve sonsuz nesnel bir biçimde saptadığım içindir ki, dünkü kara pazartesiyi ışıklarla yıkayabildim.