13 Mayıs 2009
MARDİN vahşeti sonrası yazdığım yazıda facianın hem "etno-sosyolojik" boyutunu vurgulamam, hem de Kürtlerin "kendilerine çeki düzen vermesi" gerektiğini kaydetmem, çok mesnetsiz, çok sorumsuz ve çok tutarsız saldırı ve eleştirilerin hedefi olmama yol açtı. Bir patırtıdır koptu ki, ağzıma zehir zakkum biber sürülmediği kaldı.
Hadi, "genç subaylar rahatsız" "Cumhuriyet"indekini kaale almayalım ama, "NTV"de Ruşen Çakır, "Taraf"ta Rasim Ozan Kütahyalı veya "Radikal"de Yıldırım Türker gibi, kısmen fikir paylaştığım yazarlar dahi endazenin topuzunu kaçırdılar.
Dilin kemiği yok, ne "ırkçılık"ımı, ne "faşistlik"imi, ne "seçkincilik"imi bıraktılar.
Ben ki sıkıya geldiğinde tükürdüğünü yalayan çapsızlardan değilimdir, nokta be nokta yazdığımın arkasında duruyorum ve de bunları yiyip yutarak altında kalacağım sanılmasın!
***
İLKİN, üzerine titrediğim entelektüel namus ve insani etik açısından sanılmasın!
Çünkü, en önce, el insaf! Şahsıma yönelik herzeleri duyan da sanacak ki, sanki bu satırlar yazarı ilk kez 1969’da katıldığı "Devrimci Doğu Kültür Ocakları" toplantısından beri etnik sorun hakkında hiç aralıksız kafa yormamıştır ve de resmi ideoloji tarafından daima inkár edilmiş olan Kürt kimlik aidiyetini tam kırk senedir, yine hiç tavizsiz sahiplenmemiştir.
Yahut, son tahlilde Cemal Gürsel’in "vahşi Kürtler haddinizi bilin, yoksa tepenize ineriz" söylemine varacak bir yaklaşımı daha kibarca ve daha sincice dile getirmiştir.
Ve şaka gibi, sanki "bölücü" (!) suçlamasıyla hakkında davalar açılmamıştır ve yine hakkında, belki binlerce "vatan haini" veya "Kürt muhibbi" küfürnamesi döktürülmemiştir.
***
ANCAK, "egzantirizm" veya "put kırıcılık" peşinde koştuğundan değil, hem nesnel bir olgu oluşturduğunu saptadığından; hem de "siyaseten doğru" riyasıyla uzlaşmadığından, o aynı kişi aynı Kürtlerin "etno-sosyolojik" sorunu çözümlemek ve "kendilerine çeki düzen vermek" zorunda olduğunu söylediği an, işte birden "ırkçı" (!) ve "faşist" (!) ilán ediliyor.
Yukarıdaki çok tehlikeli ve çok netameli iki kelimeye etimolojik, felsefi ve siyasi bab’da daha sonra geleceğim ama, en önce şunu hatırlatayım: Boşboğazlığın da bir sınırı var!
Tehlikeli ve netameli olduğu ölçüde sonsuz ucuz ve sonsuz kolay olan bu iki sözcüğü telaffuz etmeden; hele hele benim gibi bir insana yöneltmeden önce, bin düşünmek gerekir.
Hop dedik, yoksa Houston Chamberlain’le, Adolf Hitler’le, Nihál Atsız’la, Afet İnan’la veya Mustafa Muğlalı’yla bir akrabalığım falan vardı da, ben mi şimdi duyuyorum?
***
KALDI ki, evet, Kürtlerin "kávmi sorunlar" yaşamakta olduğunu ve "kendilerine çeki düzen vermeleri" gerektiğini vurgulamak hakkı ve bilhassa yü-küm-lü-lü-ğü, tabii ki Kürtlerden sonra ama, diğer herkesten kesinkes önce, bana ve benim gibilerine aittir.
Yani, inkarcılığa karşı aynı Kürtleri tavizsiz sahiplenmiş olanların üzerine vazifedir.
Bunu bizler, Kürtlerin kadim ve dürüst dostları ifade etmesse, kim ifade edecek?
Yiğitliğe afáki bir "ırkçılık" boku sürdürmeyeceğiz ve tepeden baktığı varsayılan bir "paternalizm" suçlamasından utanacağız diye, her etnisite gibi Kürtlerin de sahip olduğu bazı vahim zaafları eğer biz dobra dobra söylemezsek; artı, eğer Türk hissiyattan çoğunluğun şimdilik "yiyip yuttuğu" gizli duyarlılıkları dile getirmezsek, giderek meydan kime kalacak?
Şüphesiz, o yiyip yutulanın "kusulacağı" anı kollayan gerçek ırkçılara ve faşistlere!
Dolayısıyla, aynı çoğunluğun aynı saklı duyguları unutur ve küçümsersek, fırsatını yakaladıkları takdirde yukarıdakilerinin becereceği haltlara suç ortağı sayılmayacak mıyız?
"Siyaseten doğru" kalmak riyakarlığıyla Kürtlerin "ilkel" (!) yönleriyle uzlaşırsak, bu defa da Türklerdeki "ilkel" (!) yönlerin keskinleşmesine çanak tutmayacak mıyız?
Konuyu yarın "geleneksel toplum-modernite toplumu" bağlamında ele alacağım.
Yazının Devamını Oku 12 Mayıs 2009
PAŞA gönül hiç ferman dinler mi, canım Makri koyunda ve Samadirek (Samothraki) Adası’na karşı ızgara ahtapot taam etmeyi çekti. Eh, otobüs bileti de atla deve sayılmaz. Refakatçimle birlikte, kısacık bir hafta sonu için Dedeağaç’a (Alexandroupolis) gittik.
Mayıslı yolda, Tekirdağ’ı biraz geçtikten sonra vasıta çiş molası verdi.
***
İNDİK, karşımıza kocca bir Namık Kemal heykeli çıktı. Benzinci girişine koymuşlar.
Tabii, láfın gelişi "heykel" diyorum. Aslında bu kelimeyi kullanmaya bin şahit ister.
Anıtın taş, mermer veya demir olduğu sanılmasın. Her halde alçı kalıba dökülmüş.
Bilhassa da, şöyle tam altuni, şöyle tam yaldız yaldız, şöyle tam bangır bangır bir sarı renge boyanmış ki, eh değme gitsin!
"Sergüzeşt-i Ali Bey" romanının yazarı sanki ya Kapalıçarşı kuyumcularında beşi birlik düzmüş; ya da simyagerliğe özenip, kurşunu altına dönüştüren sihirli formülü keşfetmiş.
Açıkçası, Malkara’ya doğru diğer bir benzincide tekrar eşine rastlayacağım bu "heykel" (!), hiç şüphe yok ki "kitsch" dediğimiz o "kötü zevk"i en zirvede taçlandırıyordu.
***
İŞ bununla kalsa, yine iyi! En vahim noktayı "heykel"in (!) ölçekleri oluşturuyordu. Zira yemin ediyorum ki, Namık Kemal’in ellerinin, daha doğrusu devasa "pençeler"inin boyutu hem kafa hacmini aşıyordu; hem de adamcağızın kısacık bacakları, heyüla omuzlu gövde yanında çırpı gibi kalıyordu. Hani bilim-kurgu çizgi filmlerinde "uzaylı" diye sunulan yarı garip-yarı korkunç yaratıklar vardır ya, işte "vatan şairi"nin anatomisi de aynen onlara benzetilmişti.
Her halde, daha mükemmel bir gudubet bulmak için Samanyolu dışına çıkmak gerekir.
***
SONRA, sınıra doğru yola koyulmak için tekrar otobüse binerken içimden dua ettim.
Allah vere de bu hilkat garibesi Tekirdağ parkındaki aslının bir tıpkı kopyası olmasa!
Alt tarafı, bir köy "heykeltıraş"ının (!) tahayyül dünyasından çıksa!
Yani, mübarek adam sanki Mahmutpaşa işportasına fabrikasyon terlik presliyor, hani şu Türkiye’de en çok ve en hızlı Atatürk heykeli ve büstü yapmakla övünen ve niçin hepsinin somurtkan olduğu sorusunu da, hem kel, hem fodul, "başını kaşıyacak zamanı mı vardı, tabii ki gülmezdi" diye cevaplayan "Kemalist" bir taşçı ustası vardır ya, işte benzincideki Namık Kemal tasviri de bu hazretin "sanatkarlık"ı (!) türünden bir "eser" (!) olarak kalsa!
Araştıracağım, dolayısıyla şimdiden önyargılı bir karar vermek istemiyorum.
***
TAMAM da, gerçeğinin aynen kopyası veya değil, özünde ne değişir ki?
Çünkü bu "heykel" başka şeyler de kanıtlamıyor mu? Gözümüze sokmuyor mu?
Çekmece’den hududa kadar aralıksız süren zevksizler zincirini tamamlamıyor mu?
Benzincinin "kitsch"i, bilûmum sayfiye evlerinin yansıttığı mimari dehşetten, reklam ve tanıtım panolarının sergilediği zevksizliğe, genel es-te-tik-siz-lik’le bütünleşmiyor mu?
Ve nasıl oluyor da, aynı hududu geçtiğiniz an bütün bunlar birden değişiveriyor?
Doğu ve Batı Trakya arasındaki çok ciddi bir sosyo-ekonomik fark olmadığına göre, para desen para değil; iktisadi kalkınma desen o da değil, hangi hikmetten dolayıdır ki sınırın iki yakası arasındaki çok derin ve çok "görsel" uçurum böylesine şaşkınlık yaratıyor?
Niçin, Helen estetiğiyle ilgisi olmamasına rağmen yine de, Yunanistan’a adım atıldığı metreden itibaren, bizim taraftaki "göz kirlenmesi" bıçakla kesilmiş gibi temizleniveriyor?
Ve bana sorarsanız bunların cevabını, daha insan anatomisini öğrenmeden o insanın heykelini yontmak cüretkarlığında aramak gerekiyor ki, böylesine bir aculluk "estetik hudut"u da pasaportsuz, kimliksiz, gümrüksüz, vizesiz geçmeye kalkışmak cüretkarlığına benziyor.
Yazının Devamını Oku 9 Mayıs 2009
YUNANCADAN inen "otokton" ve "allokton" kelimeleri pek bilgiçtir. Lügatliktir. Bunlar Batı ülkelerinde dahi sokaktaki adamın, marketteki kasiyerin, taksideki şoförün kolay anlayacağı terimler değildir. Hele hele, zırt pırt dil pelesengi edeceği şeyler hiç değildir. Basitleştirirsek de, ilki "yerli kökenli"; diğeri ise tersine, "yabancı asıllı" demektir.
***
AMA yukarıdaki kitabiliğe ve elitizme rağmen, özellikle ikinci deyim, başta Fransa, Hollanda ve Belçika olmak üzere, Avrupa’da epey zamandır hiç durmadan kullanılır oldu. Varsa "allokton", yoksa "allokton", artık Homeros dilinin bu tábirinden geçilmiyor. Radyoyu çeviyorsunuz, "allokton katilin yakalanmasından sonra" diye başlıyor.
Televizyonu zappingliyorsunuz, "alloktan gençlerin sorunları" diye devam ediyor.
Sanki kulak aşinası olduğumuz Avustralya Aborijenleri kastediliyor ama, hiç de değil!
***
DEĞİL, çünkü buradaki "allokton" terimiyle kastedilen şey yabancı göçmenlerdir.
Ezici çoğunluğu káh o ülkede doğmuş, káh ora yurttaşlığına geçmiş muhacirlerdir.
Nitekim, onlar ki AB pasaportuna sahiptirler, asli memleketlerindeki tatilden dönerken bu afilerini teşhir ederek, vizeliler kuyruğunda bekleyen esas soydaşlarına yukarıdan bakarlar.
Yani, Almanyalı Türkler, Fransalı Mağribiler, Hollandalı Çinliler, vs. falandırlar.
***
FAKAT, özellikle aynı Mağribilerin adli "vukuat" paydası, sayılarıyla yüzde bin; az söyledim, belki yüzde onbin ters orantılı olarak, yerli ahalininkinden kat be kat fazladır. Öyle ki, meselá, domuz etinin zaten kaldırıldığı Belçika hapishanelerinde gardiyanlar şimdi Arapçayı çata pata; daha doğrusu, Berberilerin Timázi dilini paralamaya başlamışlardır.
Artı, o yerli kökenli sokaktaki adam, o marketteki kasiyer, o taksideki şoför hemen mutlaka söz konusu "vukuat"lardan birisin tanığı, çoğu defa da nesnesi olmuştur. Ya kopil bir it yolda kadının çantasını kapmıştır; ya hergele diğer bir it kama gösterip kızın külotunu indirmiştir; ya da esrarkeş başka bir it piştov çekip taksi mesaisini çalmıştır.
Tabii, öz kerimem dahil, dişi cinsiyetten aynı "otokton"ların bile bazı mahallelerde, sözlü veya fiziki tecavüze uğramamak için "hicáp" örtünmeyi tercih ettiklerini geçiyorum.
***
NE var ki, bütün bunların adını koyamazsınız. Koyarsanız, ağzınıza biber sürerler!
Ez kaza öznelerin milli ve kavmi kökenine değindiğiniz takdirde, yer gök "ırkçılık yapıyorsun"; "Batımerkezci davranıyorsun"; "zenofobya üretiyorsun" diye ayaklanıverir.
Dolayısıyla da, üçüncü kuşağı bile orada doğmuş göçmenlerin, kendilerine sunulan tüm inayetli devlet imkánlarına rağmen neden yaşadıkları toplumlarla uyum sağlamayı; niçin köylü, göçebe ve feodal örf, adet ve törelerini terk etmeyi red-det-tik-le-ri-ni soramazsınız. Sorarsanız, yine "ırkçı", yine "Batı merkezci", yine "zenofob" damgası yersiniz.
O halde de, işin kolayına ve suya sabuna dokunmayan yanına kaçarsınız.
***
YANİ, perşembe günü Mardin katliamından ve onun "Kürt sorunu" boyutundan söz ederken değindiğim şu "kitabına uygun" ve "siyaseten doğru" lügati kullanır mısınız.
Sonsuz riyakár ve sonsuz sahtekar davranarak, láfı ağzınızda yuvarlayıp, Batı ülkelerindeki binbir melánete imza atan o göçmen suçluları "allokton" diye tanımlarsınız. Zevahiri kurtarırsınız ama, aynı "allokton"ların bütün geri yanlarıyla uzlaştığınız ve, "eh, onların adeti ve tıyneti budur, n’apalım" gibisinden gizli bir küçümseme takındığınız için, aslında gerçek ırkçılığı körükleyen tüm dürtülerin değirmenine kova kova su taşırsınız.
Son Mardin vahşetiyle, kimlik adiyetini tavizsiz savunduğum ve savunacağım Kürtlük arasındaki ilişkiyi açıkça vurguladığım için bana "ırkçı" (!) demeye cüret edenlere duyurulur.
Yazının Devamını Oku 7 Mayıs 2009
DOĞRU, "kör" kelimesi ezelden beri "ayıp" addedilirdi. Bana hep öyle öğretildi.<br><br>Zahir bu sözcük "kör müsün be adam" veya "körün istediği bir göz, Allah vermiş iki göz" gibisinden mecázi ifadeler yarattığından, "ámá" deyimi çok daha terbiyeli sayılırdı. Fakat dikkat, artık onu da kullanmaz olduk. "Ámá"nın da pabucu dama atıldı.
Malûm, şimdi "görme engelli" diyoruz.
***
HOŞ, bu tabiri de öylesine dil pelesengi ettik ki, "sakat" kelimesi haniyse unutuldu.
Nitekim, metro asansörünün tabelasında "yürüme engelliler için" yazıyor.
Televizyon da sağır-dilsiz alfabesini "işitme engelliler için" diye takdim ediyor.
Neden mi?
***
ŞUNDAN ki, dünya gidişatına ayak uydurarak artık "siyaseten doğru" davranıyoruz.
Dolayısıyla da, aynı hal ve oluş tarzının "edep sözlüğü"yle (!) konuşuyoruz.
Başka bir deyişle, kökeni Anglo-Sakson lisanlara uzanan ve "kitabına uygun" ya da "mahsuru yok" diye tercüme edebileceğimiz o "politically correct" lûgati kullanıyoruz.
"Ayıp kaçmasın" ve "öteki incinmesin" oyununu oynuyoruz.
Varsın bu sahte yaklaşım buram buram riya koksun! Varsın dilin barındırdığı kolektif hafıza uçup gitsin! Bilhassa da, varsın nesnel olgular ve doğrular hasır altı edilmiş olsun!
Artık kimse bizi "ayırımcılık"la suçlayamaz ya, zevahiri kurtarmış sayılırız.
Nitekim, şimdi yalnız "sakat" yerine "engelli" demekle yetinmiyoruz.
"Çingene" kelimesini de dağarcığımızdan sildik. "Roman" diye genelliyoruz.
O halde, hangi haddini bilmez "ırkçı" (!) kaotik bir ortamı tanımlamak için "Çingene çalar, Kürt oynar" metaforunu kullanmak gafletine düştü, derhal katli váciptir!
***
HAYIR, ben böylesine riyakar bir oyunda yoğum. Paso!
"Siyaseten doğru" olacağım ve sütten çıkmış ak kaşık kalacağım diye, Frenklerin deyimiyle "kediye kedi demekten" ürkecek, utanacak, korkacak değilim.
Dolayısıyla da, tabii ki son Mardin katliamının bir K-ü-r-t s-o-r-u-n-u’ndan kaynaklandığını ısrarla ve tekrarla vurgulamaktan çekinmeyeceğim.
Ama yukarıdaki olgu Türkiye’nin genel Kürt sorunundan farklıdır. Etno-sosyolojiktir.
Yani, bizzat Kürtlerin iç bünyesindeki çok vahim bir yaradan cerahat toplamaktadır.
Daha dobra söylersem de, Kürtler kendilerine çeki düzen vermekle yükümlüdür.
Ortadoğu Ortaçağı’nın o dehşet töre ve zihniyetlerinden arınmaları gerekmektedir.
Yurttaşı oldukları ülke kadar burjuvalaşmak zorundadırlar. Zamanı çoktan gelmiştir.
Hele hele, hálá hüküm süren ve son örneği Bilge köyü dehşetine yansıyan kavimsel zaafı Güneydoğu’nun geri kalmışlığıyla açıklamaya kalkışmak, ancak züğürt tesellidir.
***
ZÜĞÜRT tesellisidir, zira minare kılıfa sığmıyor. Daniska bir kandırmaca oluşturuyor.
Nitekim, hem aynı seviyedeki "Türk bölgeleri"nde böylesine vahşetlerin yaşanmıyor olması; hem de çoktan kente göçmüş bazı Kürtlerin dahi yukarıdaki "töresel gelenekleri" (!) sürdürmeye devam etmesi, bam teline dokunan "etnik özelliği" ispatlamaya yetiyor.
Kaldı ki, kanlı PKK yöntemlerinden feodal "Apo" tapınmalarına, bizzat "Kürt hareketi" aynı töresel geleneklerin, dolayısıyla Ortaçağ ideolojilerinin uzantısını yansıtıyor.
Yani, o "Kürt hareketi" modern milliyetçiliğe özenirken dahi, yaşadığı Türkiye’nin modernitesinden kat be geri bir zeminden besleniyor. Uzlaşıyor, okşuyor ve yüceltiyor.
Ve ben Kürtlerin kimlik tescilini tabii ki hep sahipleneceğim ama, "siyaseten doğru" kalmak riyakarlığıyla, tüm bu köhneliklerin de "Kürt" olduğunu söylemekten caymayacağım.
Yazının Devamını Oku 6 Mayıs 2009
MARDİN vahşetine geleceğim ama, ilkin Ortaçağ’a ilişkin bazı şeyler söyleyeceğim.<br><br>Söz konusu döneme "karanlık" damgasını vuran Batılı sıfatı reddediyorum. Önce "aydınlanmacı", sonra Marksist lûgat tarafından kolektif hafızaya şırınga edilen bu ifade gerçekle bağdaşmıyor. Çünkü o Ortaçağ da insanlığa sonsuz şeyler kazandırdı.
Dolayısıyla, Roma’nın yıkılışından Bizans’ın fethine dek sürmüş olan devri "Ortaçağ karanlığı" diye kestirip atmak, yumurtadan çıkıp kabuğunu beğenmeyen civcive benziyor.
Ancaak!
***
ANCAĞI şu ki, tamam Ortaçağ asla tû kaka edilemez ama, ters yönde de, aynı Ortaçağı kutsallaştıran ve fetişleştiren şimdiki şımarık yaklaşımlar asla onaylanamaz.
Bunu söylerken, eyvah ki eyvah, hala badiresinden geçmekte olduğumuz şu meşûm ve şu melûn "postmodern zamanlar"ın modaya dönüştürdüğü "trend"i kastediyorum.
Öyle ya, rasyonel akılcığı ve mantıkçılığı dışladığı oranda 476-1453 arasını baş tácı eden o postmodern ahmaklık, yeni yetme bir "Ortaçağ budalalığı" da icát etti.
Nitekim, dayak düşmanı "new age" züppeliğinden, irrasyonalite ürünü Kelt efsaneleri hayranlığına, káh televizyonun uzay şövalyesi dizileri, káh radyonun laçka müzik notaları, káh da vitrinin havai "gişe" kitapları, içimizi dışımızı Ortaçağ kılıyor. Gınağı geldi.
Oysa yeter ve hop dedik!
***
EVET hop dedik, çünkü tamam Ortaçağ karanlığa indirgenemez ama, bir uçtan diğer uca sıçrayarak, söz konusu Ortaçağ asla nostaljik bir "ışıltılar dönemi" olarak da sunulamaz.
Ve kim ki bunun tersini vaaz ediyordur, bu takdirde ceremesini çekmeye mahkûmdur.
Örneğin, niçin Hitler’in Töton şövalyelere, Stalin’in de korkunç İvan’lara dönmek ihtiyacı hissettiğini hatırlayarak, en rezil totalitarizmlerle gerdeğe girmeye hazır olmalıdır.
Veya çok daha günceli, çoluk çocuk demeden önceki gece Mardin’in Bilge köyünde infaz edilen o korkunç katliamın ya maktûlu, ya da katili olmayı daha baştan kabullenmelidir!
***
ÖYLEDİR, zira ister kan davası güdenler; isterse de PKK veya başka bir çete tarafından gerçekleştirilsin, yukarıdaki olay tam anlamıyla "Ortaçağ vahşeti" oluşturuyor.
Diğer bir deyişle, Mardin dehşeti, bireysel ve pozitif hukuk yerine kolektif ve "kávmi hukuk"un uygulandığı en ilkel, en anakronik ve en gaddar zihniyetin izdüşümünü yansıtıyor.
Hatta, cezayı son tahlilde bin düşünüp bir konuşan derebeyinin verdiği göz önüne alınırsa, kıyam, aynı Ortaçağ’ın "feodal hukuk"undan bile daha geri bir nitelik taşıyor.
Kan, aşiret, klan yahut akrabalık husumetlerine uzanan ve masumların toplu infazıyla noktalanan Bilge Köy katliamı, tıpkı çok uzak bir geçmişte Holanda Frizlerinin yine "toplu öc" alınana dek kendi maktûllerinin kadavralarını ağaçta kurutması; veya, eski Fransız epik destanı "Roland Şarkısı"nın, "karşı taraftan" otuz akrabanın ipte sallandırıldığını övgüyle zikretmesi gibi, Ortaçağ’ın gerçekten en k-a-r-a-n-l-ı-k kabusu olarak ölüm saçıyor.
***
OYSA hiç şüphesiz, velev ki kısmi enkázları duruyor olsun, Mardin dahil günümüz Türkiye’si ekonomik açıdan ne Ortaçağ ülkesi, ne de feodal olarak tanımlanabilir. Asla!
Peki nasıl oluyor da, kapitalist sistem altında dahi "kavim hukuku" hortlayabiliyor?
Nasıl oluyor da, adalet sisteminin ve mahkemelerin iyi kötü ve hanidir işlediği o Türkiye’de hala "kan davası" güdülebiliyor? İş dehşet toplu katliamlara kadar varabiliyor?
Bunun tek bir cevabı var:
İktisadi ilişkilerdeki modernleşme beyin ilişkilerini de hemencecik modernleştirmeye yetmiyor ve "Ortaçağ karanlığı" kadar sürmese bile, "ışık"a varış çok, çok zaman alıyor.
Yazının Devamını Oku 5 Mayıs 2009
GENELKURMAY Başkanı’nın geçen haftaki "iletişim toplantısı"na değinirken, başkasına çuvaldız batırmadan önce iğneyi kendimize, yani anlı şanlı medyamıza batıracağım. Zira sorarım, hangi demokratik ülkede bütün belli başlı televizyonlar, en üst yetkilisi olsa bile, bir ordu yöneticisinin iki buçuk saatlik basın toplantısını naklen yayınlarlar?
Artı, salonda "ağır toplar"ıyla hazır ve nazır olurlar? Sivil geleneklerin hüküm sürdüğü toplumlarda böyle bir şey hayal dahi edilemez!
***
BİLİYORUM, yukarıdaki "iğneleme"me karşılık şimdi şu argüman getirilecek:
"Canım, kör müsün? İşte zaten o sivil gelenekler bizde yerleşiklik kazanmamış olduğu içindir ki medya Başbuğ’un açıklamalarına böylesine önem atfetti".
Hayır, bu argüman kabul edilemez! Mazeret suçtan büyüktür! Öyledir, çünkü demokratikleşme süreci bir bütündür. Nesneler de en az özneler kadar "sıradanlaşmalıdır" ki, etki-tepki ilişkisi birbirlerine karşı tamamlayıcılık yaratsın.
Başka bir deyişle, burada o "nesne" durumunda olan medya "normalleşmeyi" artık öğrenmeli ve benimsemelidir ki, "özne" de kendisine yönelik bu yeni tavrın bilincine varsın.
Dolayısıyla, aynı "normalleşme" ihtiyacını ister istemez kendisi için de hissetsin.
Nitekim, söz konusu belirginlik henüz çok netleşmedi ama, Genelkurmay Başkanı’nın sergilediği tutum "öz itibariyle" TSK’nın da "normalleşme" trendine girdiğini ortaya koydu.
***
EVET evet, ülkemiz demokrasisine tarihi bir viraj döndüren "Ergenekon" davasına ilişkin küçümser edásı; halk iradesinin TBMM’ye seçtiği DTP’yi tümüyle dışlayan katı tavrı; gizli depolarda bulunan silahları emniyete fatura etmek isteyen çağrışımlı tutumu ve tabii ki bütün bu "Prusyavari" söylemin sivil sistemle mevcut bariz çelişkileri ne olursa olsun, İlker Başbuğ yine de TSK’nın artık "normalleşmek" istediğinin sinyalini verdi.
En azından, bunun gelecek için "esas rota" ve "ana yol" olarak seçildiğini kaydetti.
Buradaki belirleyici noktayı da, ordunun demokratik rejime sadık olduğunun ve kalacağının; artı, darbe ve müdahale yandaşlarını bünyesinde barındırmayacağının bizzat Genelkurmay Başkanı tarafından bilhassa ve altı çizilerek vurgulanması oluşturdu. Şimdi yukarıdaki askeri lügati sivil lisána tercüme edelim.
***
İLKİN, TSK buruktur! Mesleki lonca olarak "haksızlık"a uğradığını düşünmektedir.
Yani, ülkemizdeki demokratikleşme evrimi o TSK’nın sahip bulunduğu ayrıcalık ve dokunulmazlıkları tırpanladığından, ciheti-i askeriye "kadrinin bilinmediği" (!) kanısındadır.
Başbuğ’un açıkça telaffuz etmediği ama çağrıştırdığı birinci "geri plan" budur.
Ne var ki, devranın değiştiği ve şeylerin asla eskisi olmayacağı da kavranmaktadır.
En azından, "Ergenekon" zanlısı emekli paşalardan farklı olarak, şimdiki komuta kademesi bağrına taş basa basa, "gidişat"a ayak uydurmak iradesini beyan etmektedir.
***
FAKAT bu "normalleşme" sırasında, o ayrıcalık ve dokunulmazlıklara alışmış TSK’nın "adapte olması" için, zamana yayılan ve tedrici işleyen bir elástikiyete ihtiyaç vardır.
Artı, hem "zevahirin kurtarılması", hem de iç bünyede çatlak çıkmaması için "eski defterlerin açılmaması" Genelkurmay Başkanı tarafından "tercih-i şayan" sayılmaktadır.
Başka bir deyişle, Başbuğ’un sözleri satır aralarından okunduğu takdirde, aşağıdaki şekilde formüle edilebilecek bir "öz" ortaya çıkmaktadır.
"Lütfen ’yumuşak geçiş’ için bize biraz müsaade edin ve maziyi karıştırmayın. Ama size söz, tedbirimizi alıyoruz, o mazi gelecekte bir defa daha tekrarlanmayacak."
Bu "öz" bile demokrasi "normalleşmesi"de artık nereye ulaştığımızın müjdesidir!
Yazının Devamını Oku 2 Mayıs 2009
HER koyun kendi bacağından asılır ya, dün olup bitenler de en önce bana oldu.<br><br>1 Mayıs "cengáverler"inin (!) geride bıraktığı enkázdan söz ediyorum. Buyrun bakalım, çünkü ikámet ettiğim mahalle şimdi kısmen tarûmar durumdadır.
Nitekim, artık bir müddet, fahiş etiketleri el yakan markete gitmek zorunda kalacağım.
Çünkü, ezelden beri alışveriş ettiğim ve fiyatları daha bir ehven olan mağazanın ne camı, ne çerçevesi, ne de kepengi kaldı. Yenileri takılana kadar, mafiş!
Her ne kadar yerli sermayeye olsa bile, "eylem koyanlar" (!) burasını da unutmadı.
***
SONRA, banka şubemin hem vitrini, hem de para dağıtıcısı tuzla buz oldu.
Eyvah ki eyvah, zira şimdi, aynı finans işletmesine ait ve sağlam durumda başka bir dağıtıcı bulacağım diye, şehir kazan, ben kepçe ve tabanvaya kuvvet, artık aran Allah aran!
Çünkü malûm, eğer başkalarınınkini kullanırsanız her defasında hesaptan komisyon kesiliyor ki, bir, üç, beş, buna maaş ve cüzdan mı dayanır?
Fakat Sezar’ın hakkını da Sezar’a vermek zorundayım.
Zahir görünümü daha az cazibeli olduğu, yahut da polisler çabuk yetiştiği için, küçük haytaların; daha doğrusu Vandal çırakların benim şubeye verdiği zaiyat, Sıraselviler’in aşağısındaki diğer bankaların durumuyla karşılaştırıldığında nispeten "hafif" (!) sayılabilir.
Ötekiler, 6-7 Eylül 1955 "pogrom"uyla yarışacak bir perişanlık sergiliyorlar.
Hele hele, berberden ahbap olduğum mahalle muhtarına ve diğer küçük esnafa ait dükkanların Akarsu’daki sefil haliyle kıyaslandığında, "sağlam" (!) bile addedilebilir.
***
SONRA, belki "Walhala" cinsinden ama demek ki o Vandalların bile Allah’ı var!
Meselá, Volkan’ın kahvesine hiç dokunmamışlar. Kılına hálel gelmemiş.
Eh, salaş çardak, topal masa ve muşamba iskemle falan, dış görünüm itibariyle asla "burjuva" (!) izlenimi vermediğinden, ne ilişecekler ki ? Bu kadar da insafsız değiller ya!
Nitekim, ortalık az yatıştıktan sonra, demin atılmış bombalardan genzimiz yana yana ve yukarı itilmiş gaz maskeleriyle enfes bir sürrealist tablo sunan fotoğrafçı, televizyoncu ve gazeteci taifesi arasında, refakatçimle birlikte aynı yerde çayımızı içerken, halimize şükrettik.
Öyle ya, ya arbede bizim eve kadar da tırmansaydı ve başımızı soktuğumuz mekán "devrimciler"le (!) aynasızlar arasında kalıp kim vurduya gitseydi, ne yapardık?
Yandı gülüm keten helva, gel de ev sahibine dert anlat ve sigortadan tazminat kopart!
***
İMDİİ, ben asla komplo teorisi kurmam ama, bazı şeyler de aklımdan geçmedi değil.
Sakın bu zibidi Vandallar 1 Mayıs’ı fırsat bilip etrafa saldırırken, aslında, öncüsü olduklarını iddia ettikleri "şanlı proletarya"ya yeni iş alanı açmayı tasarlıyor olmasınlar?
Çünkü ortada, camcısı, marangozu, boyacısı falan, şimdi bir bölüm esnafa gün doğdu.
Hayır, bunu söylerken, maskaraların o marangoz, camcı veya boyacıların çocukları olduğunu ve ebeveynlerine istihdam sağlamak için bunları yaptığını kastetmiyorum. Haşa!
Şıkıdım switşört kukaletalarını başlarına geçirerek ve sinye blucin ceplerinden telefon çıkartarak sağı solu taşlayanlar eğer "proleter"se (!), eh bu takdirde ben de Rockfeller’im!
(?) ve tekrar (?).
***
CİDDİ NOT: Sonu bağlayamayacağım, zira etraf yine karıştı ve helikopter pervanesi çatıya değiyor. Yemin ediyorum ki şu an, saat 15.32’de evin önünde arbede vuku bulmaktadır.
Tam eşikteki bir bombanın dumanı dış kapı altından içeri sızdığı için de, yüzümü ıslak havluyla örtüp ve kellemi mümkün mertebe sakınıp, kovanı daha uzağa atmaya çalışacağım.
"Allah yardımcın olsun" dediğinizi bildiğimden sizlere şimdiden teşekkür ediyorum.
Yazının Devamını Oku 30 Nisan 2009
YAZININ ikinci bölümünde değineceğim itirazlara baştan kayıt koyduktan sonra, "Ergenekon" sürecine ilişkin olarak en, en önce şunu saptayalım: Karar verilmiştir! Çoktan verilmiştir!
Hem kamuoyu vicdanı, hem de bilhassa siyaset diyalektiği tarafından verilmiştir.
Yani, soruşturmadaki vahim ihlal ve zaaflara rağmen, nihai yargıç hükmü ne olursa olsun, demokrasi tarihimizde tarihi bir viraj oluşturan bu dava şimdiden sonuca ulaşmıştır.
Yüzde doksandokuz virgül doksandokuz ulaşmıştır ve "öz" budur!
***
BURADAKİ "sonuç" ve "öz" kelimeleriyle, modern veya post-modern askeri darbe, müdahale ve "yönlendirme" defterinin tekrar açılmamak üzere dürülmesini kastediyorum.
Çünkü, "Ergenekon" soruşturması sayesinde, politik ve sivil hayatımızın bu ezeli, bu habis, bu kanserli uru sağlıklı gövdeden nihayet ayrıştırıldı. Morgdaki çöp tenekesine atıldı.
Hem uzman hekim, hem de hasta yatağı bulunamadığı için bugüne dek hep ertelenmiş olan cerrahi operasyon zehirli hücreleri öyle temizledi ki, bundan böyle Türkiye’de darbenin "d"sini ağzına almaya yeltenen balgamla bile değil, tükürükle boğulmaya mahkûmdur.
Toplumsal bağlamda bundan daha büyük bir "öz" ve "sonuç" düşünülebilir mi?
***
ÖTE yandan, "Ergenekon" süreci yukarıdaki "mutlu son"a, "happy end"e doğru ilerlerken, soruşturmanın şifa bisturisi, burnundan kıl aldırmayan apoletliler dahil, daima "dokunulmazlık" zırhıyla donatılmış olanlara da ilk kez değmek cesaretini gösterdi.
Artı, toplu mezar kemiklerinden silah gömüsü arkeolojisine, o "dokunulmazlar"dan bir kesimin ne haltlar çevirdiğini ve çevirmeye muktedir olduğunu açıkça gözler önüne serdi.
Daha artı, ricál ve statüko ideolojisiyle eklemleşmiş bu kifayetsiz muhterislerin hangi pespaye kişiliklerle kol kola girmekten utanmadığını ve çekinmediğinin gün ışığına çıkarttı.
Ve bütün bunlar, söz konusu ideolojinin ipliğini tamamen pazara çıkarttı.
Dolayısıyla da, ona tapanların "dönülmez akşam ufku"nda dahi vakti geçirdiklerin ve artık o "dönülmez akşam"ın son fecrine vardıklarını Türkiye halkına müjdeledi.
Evet, sonuca yüzde doksandokuz virgül doksandokuz oranında ulaşan "Ergenekon" davasında karar çoktan verilmiştir ve hüküm "ebedi kürek mahkûmiyeti" olmuştur.
Ancaak!
***
ANCAĞI şu ki, yukarıdaki sürecin başladığı andan beri ısrar ve tekrarla vurguladığım gibi, yazının başında "ihlal" ve "zaaf" sözcükleriyle zikrettiğim faktörler sonsuz hayatidir.
Zira, "usûl" hukukta "öz" kadar önemlidir. İkincisi birincisinden asla soyutlanamaz.
Oysa, bu "usûl"e ilişkin çok, çok vahim gelişmelerden hangi birini sayayım ki?
***
"SUÇ sabitleşmedikçe zanlı masumdur" ilkesine rağmen, muazzam bir fütursuzluk ve vicdansızlıkla her zanlının "a priori" suçlu olarak sunulmak istenmesini mi?
Mahremiyete de tecavüz eden hoyrat yöntemlerinin vakka-ı adiyeye dönüşmesini mi?
Soruşturmanın gizliliğine rağmen bunun Mahmutpaşa işportasına düşmesini mi?
Serbest yargılanabileceklerin cezaevinde tutularak hayatlarının çalınmasını mı?
İdeolojik akrabalığa rağmen organik birlikteliği çok, çok su götürür insanları bile sanki "Gladyo" artığı çeteci ve mafyacılarla aynı kefedeylermiş gibi sergilemek aymazlığını mı?
Hayır hayır, hem hukuk kavramıyla, hem insan haklarıyla zıtlaşan bu "usûl" ihlal ve zaafları asla onaylamayacağı gibi, bunlar "Ergenekon"daki o haklı, o meşru, o sivil "öz"ü de gölgeler ve gölgeliyor ki; yüzde doksandokuz virgül doksandokuz müebbet kürek cezasına çarptırılmış otoriter bir mazinin "mağdur" pozuna bürünmesine zemin hazırlar ve hazırlıyor.
Yazının Devamını Oku