CUMARTESİ öğleden sonra Kadıköy’deki "NATO’ya hayır" mitingine gittim.
Yok yok, derhal düzelteyim. Deli divane değilim, tabii ki katılımcı olarak gitmedim.
Öyle dışarıdan, káh polis bariyerinin, káh da eski itfaiye binasının önünden izledim.
Pırıl pırıl güneşe rağmen poyraz uçuruyordu ve gölgede hava serinceydi ama, ne gam!
Hem "cinnet yılları"mı yád etmek, hem de içimden kıkır kıkır gülmek fırsatı buldum.
***
TÜRKİYE’de ne kadar "sol" (!) veya solumtırakfraksiyon varsa, hepsi oradaydılar.
Kızıllı bayraklar, orak-çekiçli armalar, Lenin’li kelleler filan, yarı curcuna yarı kermes atmosferindeki protesto gösterisine, devede kulak tek bir istisna hariç herkes katılmıştı.
Onu da artık pano tutacak adamı bile kalmadığından, "Ergenekoncu Maocular" oluşturuyordu.
***
MİTİNG öncesindeki onca tatavaya rağmen zaten avuç içi kadar alanın çeyreğini dahi dolduramayan tüm protestocular arasında belki biraz, gökkuşağı renkli çevrecileri sevdim.
Meydana zıplayarak girdiler. "Obama defol" diye bağırırken bile daha sevecendiler.
Ötekilerde ise bir ciddiyet, bir ciddiyet ki, sanırsınız Petrograd Şûrası Bolşevikleridir.
Darbeyi de Kışlık Saray yerine Kadıköy kaymakamlığını basarak yapacaklardır.
Sonra, mikrofonu kapıp gayet patetik "yoldaş mektubu" okuyan militan mı ararsınız; yoksa Şili şarkılarını İspanyolca şakıyan bilmem kaç bin vatlık ses tesisatı mı arzularsınız.
Ama haksızlık yok, aynasızlar mimlemesin diye kukaletası çekilen o afili sweatshirt’lerin son moda olduğunu ve üzerlerinde Amerikanca "rock" şiarlar yazdığını eklemek zorundayım.
***
İTİRAF edeyim ki, o İspanyolca bülbüllük ve o sweatshirt modacılık da hoşuma gitti.
Modernleşen ve evrenselleşen Türkiye’nin metazori ve kendileri hiç farkına varmadan, bünyesindeki "solcu"ları da modern ve evrensel kılmış olmasını, öpüp öpüp başıma koydum.
Zira, kırk yıl önce bendeniz de aynı "NATO’ya hayır" sloganını bizim "yoldaşlar"la beraber anırıyordum ama, hiçbirimiz öyle Cervantes ve Neruda lisanı şarkılar bilmiyorduk.
Kaz kafamız da tıpkı o günün Türkiye’si ölçüsünde kapalı ve "yerli" (!) olduğundan, yine yerli malı ve tek sesli ve tek sazlı bir "devrimci türkü" repertuvarıyla (!) iktifa ederdik.
En kabadayısı, Yunan komünistlerinden apartma, "Ege denizi kararınca, dağlar uykuya dalar / O karanlık ovalarda isyan ateşi yanar" cinsibir "ithal şarkı" kullanırdık.
Hele hele, titreşimiyle Moda’yı ve Haydarpaşa’yı bile zangırdatan devasa ampifikatör ne kelime, altı üstü ve o da belki belki, pilli ve dandik bir megafona kurşun atardık.
Vakıa, bırakın yoğun propagandadan sonra bile böyle kıytırık bir mitingle yetinmeyi, o megafonla çağrı yaptığımızda dahi, Kadıköy’dekinden kat be kat fazla kalabalık toplardık.
Açtırma defteri, söyletme kötüyü, iyi halt ederdik!
***
ÖYLE, çünkü ez kaza bizim "NATO’ya hayır" sloganımız o gün tutsaydı, bugün şakacıktan da olsa, çocuklarımız aynı şiarı hala bağırmak özgürlüğüne sahip olamayacaklardı.
Hele hele, gökkuşağı renkli bayraklarla "Obama defol" diye zıplamak; "rock" yazılı sweatshirtlerle "Kahrolsun ABD" diye haykırmak; milyon vatlı hoparlörlerle İspanyolca "devrim şarkısı" söylemek l-ü-k-s’üne asla ve asla sahip olamayacaklardı.
Dolayısıyla, genelleme yaparsam, onlar tüm bunlara, avanak ebeveynlerinin de kırk yıl önce "hayır" demek gafletine düştüğü, ama tekrar bin şükür, kuruluşunun 60. yılında hálá yaşayan ve metaforik olarak da o NATO’yla bütünleşen korunganlık sayesinde kavuştular.
Evet evet, çocuklarımızın "NATO’ya hayır" diyebilmek hakkı için, "cinnet yılları"nı geride bırakarak artık çoktan kemale ermiş olan biz ebeveynlerden, "NATO’ya e-v-e-t!"