27 Mayıs 2009
FRANSA’daki garip manzaraya bakınca sanırsınız ki, sanki diz boyu iç sorunlar bitti de, mehteran marşı ve subaşı ağası, Ankara modern yeniçerileriyle Paris kapılarına dayandı ! Çünkü, 7 Haziran’daki Avrupa Parlemantosu seçimlerine birbuçuk hafta kala, hem ülke kamuoyunun, hem de siyasi kurumlarının ana gündemini Türkiye oluşturuyor.
Politikacı nutuklarını dinleyin, gazete sayfalarını çevirin, ekran haberlerini zaplayın, varsa Türkiye, yoksa Türkiye! Çekişme bizim muhtemel AB üyeliğimiz etrafında dönüyor.
Ve işte, aynı üyeliğe yine serin bakan Almanya dahil diğer hiçbir topluluk devletinde rastlanmayan bu görüntü, bizzat ülke ahalisinin deyimiyle, "Fransız istisnası"nı yansıtıyor.
***
ÇOK özetlersem, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ve dolayısıyla da "sağ", hatta "merkez" partiler Türkiye’ye yaklaşımı şu şekilde formüle ediliyorlar.
"Ankara AB’ye tam üye olamaz, çünkü coğrafi açıdan Avrupa’da değildir!"
Mazerete gel, bununla ülke sathımızın esas itibariyle Asya’da bulunması kastediliyor.
Fakat hiç şüphesiz ki, açıkça dile getirilmese dahi, Müslüman aidiyet taşımamız ve "Avrupalılık kimliği"yle yoğrulmamış olmamız geri plandaki temel öğeleri oluşturuyor.
***
AMENNÁ ve burada Sarkozy’yi ne "ırkçılık", ne de "İslamofobya" suçlayacağım.
Hayır, kendisine bu doğrultuda yöneltilen ucuz ve kolay ithamlar gerçeği yansıtmıyor.
Üstelik, inkarı mümkün değil, Türkiye’nin Müslüman aidiyetten olduğu ve o "Avrupalılık kimliği"yle bütünleşmediği de nesnel bir vakıa oluşturuyor.
Dolayısıyla da, ilk "kurucu babalar"ın "Hıristiyan dürtü" ekseninde inşa ettiği AB bünyesinde Ankara’nın olup olamayacağı sorusunu tartışmak, tabii ki meşruluk arzediyor.
Ancaak!
***
ANCAĞI şu ki, o "kurucu babalar"ın ellili yıllarda kızağa koyduğu aynı proje eğer bugün de geçerlilik taşısaydı, doğruya doğru, Türkiye’nin üyelik talebi hepten abes kaçardı.
Çünkü, Fransa, Almanya, İtalya ve artı Benelüks devletleri, 2. Savaş ertesinde altı başkentin hedeflediği ilk "derin Avrupa" fikri aslında aynen, táa Ortaçağ Karlman’ının oluşturduğu "çekirdek coğrafya"ya ve öz itibariyle de "Katolik kültür"e tekabül ediyordu.
Her ikisinin de doğu sınırı Ren, hadi bilemediniz Elbe nehirlerinde; batı ve kuzey hudutları Manş ve Baltık denizlerinde; güney çizgisi ise Pirene dağlarında bitiyordu.
Oysa, yukarıdaki proje de bitti! Çoktan bitti!
İlkin, "Atlantikçi" İngiltere’nin bünyeye dahil edildiği gün Pandora’nın kutusu açıldı.
Sonra da, gerek hiç aralıksız süren genişlemelerle, gerekse "Duvar"ın yıkılmasıyla birlikte, kağıt üzerindeki ilkelere rağmen, pratikte bambaşka bir Avrupa oluşumu doğdu.
Bu, vakıadır ve başlangıçtaki hedefinin gerçekleşmesi de artık mümkün değildir.
***
İMDİİ, gevşek ve geniş bir AB zaten fiilen hayata geçmişken, Türkiye ana sathının Asya’da olduğu ve İslami kimliğin ağır bastığı yönündeki argümanlar geçerlilik taşımaz.
Çünkü, eğer Yaşlı Kıta tam bir "İhtiyar Kıta"ya dönüşmek istemiyorsa, dünyaya artık çok geniş bir perspektiften ve çok stratejik bir açıdan bakmak zorundadır.
Oysa, geçmiş "parlaklık"a takıntılı "kolektif hafızası"yla bundan böyle ne evrensel güç, ne "Avrupa lideri" olabileceğini anlamak istemeyen; artı, genel "demodeleşme"sinin yarattığı iç bunalımların dış sorunlarla daha çok çetrefilleşeceğinden korkan Fransa bu açıya sahip olamadığı içindir ki, Ankara üyeliğine taş koyarak, bizim için cidden kabak tadı veriyor.
Ama unutmayalım ki, şu garip "Fransız istisnası", akıntıya kürek çekmekte inat eden o "istisnai" durumundan dolayı, artık bizzat Avrupa bünyesinde de kabak tadı veriyor.
Yazının Devamını Oku 26 Mayıs 2009
"KOLEKTİF hafıza" dediğimiz şey hemen her toplumun benliğine kazınmıştır.
İnsan beyni bu, budaklı odun değil ki, rendeyle yontulsun ve yosunlu sintine değil ki, asitle sökülsün, söz konusu hafıza bilinçaltından öyle kolay kolay silinmez. Çabuk unutulmaz.
Hadi, okullardaki "resmi" ya da arşivlerdeki "gayr-ı resmi" tarih öğretilerini geçelim.
Fakat, anneannelerin masalımsı anlattığı bir olay; günlük lisanda dil pelesengi edilen bir deyim; şehirde, köyde, kasabada ezelden beri varolan bir anıt, bir çeşme, bir viráne, bütün bunlar o "kolektif hafıza"yı tazeleyen, en azından ayakta tutan unsurları oluştururlar.
***
Yazının Devamını Oku 23 Mayıs 2009
TAM Tandoğan mitingi arifesiydi ki, "genç subaylar rahatsız" manşetli "Cumhuriyet" gazetesini okuduğumda, gülmem tuttu. Zira, "cinnet yılları"ndan tanıdığım ve binbir yamanma çabasına rağmen kimse yüz vermeyince, tilkinin dönüp dolaşıp gittiği kürkçü dükkanı misali, özgürlükçülere o "ulusalcı" cerideden sataşan çok hazin, ama çok cingöz bir vasat, miting öncesi gardını şöyle almıştı:
Diyordu ki, eğer büyük kalabalıklar toplanmazsa, bunun nedenini, estirilen "terör" (!) havasından dolayı insanların "Ergenekon zanlısı" diye fişlenmek korkusu oluşturacaktır.
Yook, şayet katılımcı sayısı arşa değerse, o takdirde de demektir ki, "cumhuriyetçi laikler" kimseye pabuç bırakmayacak kadar cesur, kahraman ve yiğittirler.
Buyrun bakalım, hazret nalıncı keseriyle iki ihtimali de öyle kendisine yontmuştu ki, sonuç ne olursa olsun, mutlaka "haklı" ve "doğru" çıkmayı baştan sağlam kazığa bağlamış.
***
EH belli, "cinnet yılları"nda komünist "filozof" (!) Politzer’in iğdiş ve hadım ettiği dejenere öğretiyi şalap okumuştu ya, şimdi de kendisi "diyalektik yapmaya" (!) özenmiş.
Sözümona "tez"i ve "antitez"i değerlendirdikten sonra "sentez"e varıyor.
Ancaak, tabii ki aslında Hegel’ci sistematiğinin ırzına geçiyor. İğfal ediyor.
Zaten işin aslına bakarsanız, bu "diyalektisyenlik oyunu" sırf bizim "ulusalcı" vasat için değil, az biraz Marksist-Leninist mürekkep her "münevver"e özgü bir eğlencedir.
Alarga tekne palamarı gibi, çek çekebildiğin kadar, mutlaka bir kitabına uydurursunuz.
Nitekim, yukarıdaki "şaheser"i (!) okuduktan sonra aklıma, aynı "kızıl diyalektik"i alaya almak için Pekin "intelligentsia"sının ellili yıllarda gizliden fısıldadığı bir fıkra geldi.
***
KOMÜNİST rejim propaganda yapmak için kapitalist ülkelerden gazeteci davet eder.
Pek görkemli ağırladıktan sonra da, Parti ricáli onların ne yazacağını beklemeye başlar.
Sonuç berbattır. Olumlu tek satır çıkmaz. Politbüro üyeleri de, propaganda yerine anti-propaganda oldu diye "Büyük Adam"ın, yani Mao’nun köpüreceği kaygısıyla titremektedir.
Oysa o "Büyük Adam" tüm azametiyle, "ne sanıyordunuz ya, eğer emperyalistler bizi övseydi sosyalizmden sapmış olurduk" buyurur. İnisiyatifi almış olanlar rahatlar.
Bir müddet sonra davet bir daha tekrarlanır. Fakat bu kez Çin’e methiyeler düzülür.
İlk tepkiyi hatırlayan aynı üyeler de "eyvah, demek sapmışız" diye yine titrerler.
Lákin Mao, "görüyor musunuz, o kadar doğru yoldayız ki emperyalistler bile hakkımızı vermek zorunda kalıyorlar" deyince, diğer yoldaşlar şaşkınlıktan apışıp kalır.
Biri cesaret gösterip "ama geçen defa aksini söylediniz" dediğinde ise "Büyük Adam" şöyle tersler: "Ne taş kafalı adamlarsınız, size hálá diyalektiği öğretemedim"!
İşte, Tandoğan mitingi öncesi her ihtimale karşı tedbirini alan bizim "ulusalcı" vasatın "diyalektik"i (!) de, yukarıdaki soytarılığın yerli varyantından başka bir şey oluşturmuyor.
***
OYSA tabii ki bunlar diyalektik filan değil! Hegel, hatta Engels bile kabrinden sıçrar.
Bu, şeyleri "ak-kara", "doğru-yanlış", "iyi-kötü" zıtlarına indirgeyen ve eski Farsi din önderi Mani’ye atfen "manikeizm" denilen antagonik mantığın tá kendisidir!
Çünkü, tüm patırdıya rağmen Tandoğan Meydanı’na insanların toplanmamasını veya az toplanmasını açıklayacak diğer bir "ara soru" vardır ki, zaten e-s-a-s olanı da budur!
Şöyle ki, acaba "cumhuriyetçi" ve "laik" insanların çoğunluğu da, öyle "Ergenekon fişlemesi" korkusundan falan değil, soruşturmadaki zaaf ve ihlallere rağmen o "Ergenekon"un ne mal olduğunu ve "genç subaylar rahatsız" manşetinin niçin ve kimin tarafından atıldığını anlamaya başladıkları için alana gitmemiş yahut gitmeyecek olamazlar mı?
İşte, tezi ve antitezi senteze dönüştürecek "diyalektik soru" budur ki, cevap sizin!
Yazının Devamını Oku 21 Mayıs 2009
KÜRT sorununda sütten ağzım çok yandığı için tabii ki yoğurdu üfleyerek yiyorum.<br><br>Ama yine de öyle anlaşılıyor ki, en hayati meselede önemli bir viraja doğru ilerliyoruz. Uçurum ve heyelan var mıdır diye yolu kolaçan ediyoruz. Momentuma yaklaşıyoruz.
Nitekim, makamına oturduğu günden beri iç ve dış arenada uzlaşma kültürünün ve akl-ı selim duruşunun temsilcisi olarak sivrilen Cumhurbaşkanı bir "tarihi fırsat"tan söz etti.
O halde, ümit ve temenni edelim ki bu fırsat da yeni zengin müsrifliğiyle harcanmasın.
***
FAKAT şunu baştan saptayalım ki, gelecekte hayalkırıklığı yaşanmasın:
Muhtemel bir "mutlu son" durumunda dahi ortalık aniden sütliman kesilmeyecektir.
Yani, zaten olmazsa olmaz şartı oluşturan silahların susması bir yana, velev ki PKK kendini lağvetsin; hükümlü ve zanlılar için af çıksın; dağ militanları sivil siyaset kadrolarına dönüşsün ve de tabii Kürt kimlik aidiyeti bütün uzantılarıyla birlikte resmen tescil edilsin, ne şiddet bıçakla kesilmiş gibi sona erecektir, ne de sorun tamamen ortadan kalkacaktır.
O şiddet büyük ölçüde tırpalanacaktır ama, yine de köküne kibrit suyu ekilmeyecektir.
***
ÖYLE ve nitekim, devletle uzlaşma ertesinde İspanya’daki ETA’nın ve İrlanda’daki IRA’nın "azamiyetçiler" ürettiği ve onların da yeniden melánete başladığı somut örneklerdir.
Aynı şeyin PKK içinde de tekrarlanmayacağına dair ise hiçbir garanti yoktur. Olamaz.
Hem etnik hareketler irrasyonel boyut da içerdiğinden; hem de mikrokozmos nitelikli bu hareketler "desperados" türü bir "umutsuz ipini kopartmışlar" kitlesi barındırdığından, PKK samimiyetle ve yemin billah böyle bir garanti verse dahi, senet niyetine geçmez.
Dolayısıyla, rizikoyu bilelim ve dediğim gibi, kısa vadede hayalkırıklığı yaşamayalım
***
TAMAM da, böyle bir ihtimalin de mevcut olduğunu kafamıza yazmak ve gardımızı almak, "tarihi fırsat"ın kaçırılmasına bahane oluşturamaz. Asla ve asla oluşturulamaz!
Zira, çözüm parkurunda doğabilecek rizikolar, çeyrek yüzyıldır uygulanan ve derin yaralar açan "statüko siyasetleri"nin yanında mikroskopik değer taşır. Devede kulak kalır.
Çünkü, işte şiddetse şiddet; terörse terör; katliamsa katliam; acıysa acı; göçse göç ve müsriflikse müsriflik, Türk ve Kürt olarak adı konmamış bir iç savaş yaşadık ve yaşıyoruz.
Bu, daha ne kadar sürecek? Ne kadar sürebilir? Ne denli tahammül edilebilir?
Hangi riziko bundan daha berbat, daha tehlikeli, daha kanlı bir sonuca yol açabilir?
Tek bir tanesi ki, o da hiç şüphesiz ulus-devletimizin bölünmesi ihtimalidir!
***
OYSA bunu unutalım! Beynimizden silelim! Paranoyasından kurtulalım!
Her ulus-devlet gibi tabii ki bizim de cellada kelle uzatmayacağımız ve postu pahalı satacağımız zaten bir yana, dünya ve bölge konjonktürleri böyle bir şeye asla izin vermez.
Allah göstermesin, biz ayrılıyoruz desek, yedi cihan "hop dedik" diye çullanıverir.
Artı, kendimize artık güvenelim. O ulus-devletimiz çoktan oturaklaştığını görelim.
Üstelik bu öyle bir oturaklılıktır ki, tam telaffuz edilmese bile, çok haklı eleştirilerine rağmen Kürt yurttaşlarımızı da kapsayan bir "Türkiyelilik" kavramı bilinçaltına kazınmıştır.
Yani, kimlik aidiyeti bütün geri planıyla birlikte tescil edildiği takdirde, ezici çoğunluk olarak Kürtlerin o "Türkiyelilik"ten kopmak gibi bir talep, özlem ve hedefi mevcut değildir.
Nitekim, PKK’nın "tarihi fırsat"a yaklaşması da hem yukarıdaki uluslararası olguyu; hem de bilhassa, bu "kopmamak iradesi"ni ister istemez saptamasından kaynaklanmaktadır.
Statükonun yakınlaşmasını ise, anlayış melekesi pek yavaş işlese bile, aynı siyasetlerle hiçbir yere varılamayacağını nihayet kavramaya başlamasında aramak gerekmektedir.
Evet evet, "tarihi fırsat" virajı ufuktadır ve dönmemek gibi bir lüksümüz yoktur!
Yazının Devamını Oku 20 Mayıs 2009
MALÛM, "liberal faşist" deyimi şu sıralar pek bir moda oldu. İşportaya düştü. Tabii, tıpkı ketçaplı hamburger ve boyalı gazoz gibi yine Amerika’dan ithal edildi.
Neymiş, ABD demokratlarını eleştirmek için Jonah Goldberg adındaki ultra-sağcı hazret bu adı taşıyan bir kitap yumurtlamış da, bizimkiler de mal bulmuş Mağribi gibi atlamış.
İpliğini pazara çıkartacağım ama önce terminolojiyi yerli yerine oturtmak gerekiyor.
***
ORDA burda taklitleri ortaya çıkmış olsa bile "faşizm" esas olarak İtalya’ya özgüdür.
Kavramı genelleştirmek komünistlerin Dimitrov’a bastırttığı sahte lûgati yutmaktır.
Zira, ister ana ideolog Giovanni Gentile’yi, háttá bizzat Benito Mussolini’yi okuyun; isterseniz de aynı Mussolini’nin 1922 Roma yürüyüşünden 1945 "Salo Cumhuriyeti"ne dek süren iktidar pratiğini inceleyin, "totaliter" kavramını sahiplense dahi, o faşizm gerek Hitler nazizminin, gerekse Lenin ve Stalin bolşevikliğinin yanında zemzem suyuyla yıkanmış kalır.
Nitekim, Berlin’le ittifaktan ötürü zoraki onaylanan ve çok az uygulanan ırkçı yasalara rağmen İtalya ne soykırım yapmıştır, ne de Alman ve Sovyet tarzı ölüm kampları kurmuştur.
Dolayısıyla da, faşizmi totalitarizmle eş tutmak siyaset felsefesinin ırzına geçmektir.
***
FAKAT, hadi yine de bonkör davranalım ve cehaleti yiyip yutarak, "liberal faşist" deyimiyle genel bir "totaliter yön ve zihniyet"in kastedildiğini kabullenmiş olalım.
Zaten yine müsamaha göstereceğim ve "aydınlanmai"nın, yani "modernite"nin öz çocuğu olan felsefi liberalizmin, diğer bir deyişle öz-gür-lük-çü-lük’ün; "anti-aydınlanma" ve "anti-modernizm" eksenindeki faşizmle nasıl bütünleşebildiği sorunu sormayacağım.
Eh, minareyi çalanın kılıfı hazırlaması gerektiğine göre, cevabı kendileri versinler!
O halde, "liberal faşizm" (!) mucidlerinin çağrıştırdığı şu "totaliter yön"e gelelim.
***
İLKİN hayret, çünkü bu hazretleri duyan da sanacak ki sanki ülke "liberal" kaynıyor.
Meğer körolasılar medyada, üniversitede, karar merciinde her köprü başını tutmuşlar.
İnsaf, Allah rızası için gazeteye, ekrana, kürsüye, ricále şöyle üstün körü bir göz atın.
Acaba o "liberal", yani "özgürlükçü" oranı yüzde ona, taş çatlasa onbeşe varır mı?
Pekiii, dört bir yanı ezelden beri statüko zaptiyeleri parsellemişken, nicelik olarak böylesine azınlık olan insanlara karşı bu saldırganlık ve bu tahammülsüzlük neden?
Tabii ki göz çıkartan n-i-t-e-l-i-k farkından! Artı, tahakküm ve tekelin kırılmasından!
Zira, başta "liberal faşist" diye demagoji yapanlar biliyorlar ki, sayıca azlığa rağmen o özgürlükçüler hem kendi ezici çoğunluklarına fersah fersah duman attıran bir birikime, ufka ve öngörüye; hem de "derin egemenler"e boyun eğmeyen etik bir namusa sahipler.
Dolayısıyla da, son çare olarak onlara bel altından vurmak ve "faşist" veya "totaliter" gibi sıfatlar yapıştırarak, kavram karışıklığına umut bağlamak kalıyor.
***
SONRA, aynı özgürlükçüleri "saldırgan" ve "tahammülsüz" olmakla suçlayanlar öylesine vicdan ve hafıza yoksunu ki! Hem kel, kel fodul, zeytinyağı gibi üste çıkıyorlar.
Oysa, yine Allah rızası için medyayı söyle bir karıştırın. Arşive ve bugüne bakın.
Çeliştikleri her insana "liboş", "vatan haini", "Fettoşçu", "Ali Kemal", "yalaka", "uşak", "Fogg çocuğu", "Kürt muhibbi", "Sevr’ci", "mandacı" pespayeliğiyle saldıranlar ve saldırmaya devam edenler kimlerdir? Bu nezih "hoşgörü lûgati" (!) Merihlilere mi aittir?
Dinime küfreden bari Müslüman olsa, saldırganlığın ve tahammülsüzlüğün, yani o "totaliter zihniyet ve yön"ün patent ve tekelini ellerinde tutanlar şimdi de kalkmış "liberal faşist" uydurmasyonuna sarılıyorlar ki, zaten biat etmiş olanlar dışında kime yutturabilirler?
Ayna ayna, sen nelere kadirsin ki şeylerin gerçek suretini çarpıtmadan yansıtıyorsun!
Yazının Devamını Oku 19 Mayıs 2009
MALÛM, şu "post-modern" şamatacılar genel "aydınlanma düşüncesi"ni, yani "modernite" dediğimiz fikri değerler ve zihni sistemler bütününü yerin dibine sokuyorlar. Suçlama, "ötekiler"in bu batımerkezcilikle "uygarlaştırmak" istendiği; dolayısıyla, onlara karşı otoriter, hatta totaliter söylem ve yöntemler uygulandığı iddiasına odaklanıyor
Başka bir deyişle, kıstasları izafileştiren ve "müdahaleden muafiyet" adına her şeye müsamahalı bakan bugünün "anti-modernist" akımı, "geleneksel toplum"u fetiş kılıyor.
Zaten, töre belasının "etno-sosyolojik" bir Kürt sorunu olduğunu söylememden sonra bana getirilen suçlama ve eleştirilerin esas noktası da buraya odaklanıyor.
***
YUKARIDAKİ ilk saptama doğrudur. Çünkü, "aydınlanma düşüncesi"nin Eski Yunan hümanizmasına uzandığı ve dolayısıyla da "batımerkezci" olduğu kesin vakıadır.
İkincisi ise kısmen doğrudur. Zira, ideolojik olarak sömürgeciliği "medeniyet" (!) adına teorize etmekten; pratik olarak da, Robespierre’den başlayıp Lenin’e, Stalin’e, Mao’ya varan dehşeti yaratmaya, bunların hepsi "modernite"nin çocuğu, daha doğrusu piçidir.
Kabul de, her akım gibi iç bünyede habis ur üretti diye, Büyük Immanuel Kant’ın "bireyin cemaat esaretinden özgürleşmesi" diye tanımladığı projeyi tû kaka mı edeceğiz?
O "aydınlanma"nın insanlığa kazandırdığı ve daha çok kazandıracağı dev mirası ve sonsuz birikimi, ülkemizdeki sığlık gradosu "Cumhuriyet" gazetesi olan ve yukarıdaki habis urların en kanserleşmiş şeklini yansıtan bir "modernite dejeneransı"na mı hibe edeceğiz?
Dolayısıyla, bizim Şark’ta muteber "aydınlanmacılar" sözümona "uygarlaştırma" (!) adına Kürt kimlik aidiyetini inkár etti diye, ebedi bir suçluluk kompleksiyle mi yaşayacağız?
Yine dolayısıyla, kendi hesabıma asla sorumlu olmadığım ve tam tersine, daima mücadelesini verdiğim bu suçun mahcubiyetiyle, aynı Kürt aidiyetten insanların istatistiki bir çoğunluk olarak yaşadığı ve gerçekten "uygar"la çelişen adet ve töreleriyle uzlaşacak mıyız?
Özet olarak, "ırkçı addedilirim" korkusuyla, hakiki aydınlanma düşüncesinin misyon edindiği o "bireyin cemaat esaretinden özgürleşmesi" hedefini rafa mı kaldıracağız?
***
ASLA, zira bunun sonu yok! Aksi takdirde, "post-modern" budalaların savunduğu o "geleneksel toplum" ve "siyaseten doğru" lûgat, nihayetinde esareti kabullenmeye götürür.
Nitekim, tamam sömürgecilik rezil bir şeydir ama, madalyonun bir de öteki yüzü var!
Meselá, Kolomb öncesi Amerikan uygarlıklarında hem esirlerin, hem de özel beslenmiş kurbanların her yıl ritüel olarak ve binlerce sayıda kesilmesine ne buyuracağız?
Yahut, İngiliz kolonyalizmine kadar Hinduist inancın dul kadınları kocalarının kadavrasıyla beraber ve canlı canlı yakmasına nasıl bir gerekçe sunacağız?
Veya, Yeni Gine yamyamlarının insan sakatatından pek hoşlanmasına ya da Doğu Afrika kabilelerinin ergenlik çağına gelen kızları "sünnetlemesine" ne diyeceğiz?
Yani sorarım size, eğer "modern zamanlar", şu yeniyetme "post-modernler"den çok daha önce "aydınlanma" karşıtlığını eni konu teorize etmiş Herder’lerin, Barres’lerin, Spengler’lerin, Jünger’lerin, háttá Heidegger’lerin geleneksel toplumlara "ilişilmemesi" (!) yönündeki öğütlerini benimsemiş ve onları kendi haline bırakmış olsaydı, iş nereye varırdı?
Artı, bugün "öteki"ni hor görmek ve "batımerkezci uygarlaştırma" uygulamakla suçlanan aynı "aydınlanma" tam zıt yöndeki zehirli okların hedefi olmayacak mıydı?
O modernite bu defa, "kendi dışındakileri öylesine küçümsüyor ki, en evrensel değerleri bile götürmeye tenezzül etmiyor" diye yerin dibine batırılmayacak mıydı?
İşte, ben hem Kürtleri asla küçümsemediğim; ama hem de "cemaatten özgürleşmiş birey" projesinden caymadığım içindir ki, "siyaseten doğru" lûgatin "ırkçı" (!) suçlaması vız gelir, tırıs geçer, töre belasını "etno-sosyolojik" sorun olarak tanımlamayı sürdüreceğim.
Yazının Devamını Oku 16 Mayıs 2009
SON on yıldır AB medyasında şu türden haberlere hiç durmadan rastlayabilirsiniz. "Doğu ve Merkezi Avrupa asıllı ’yolculuk insanlarının’ sebep olduğu vukuatlar?"
Ve işte, riyakar ve ikiyüzlü "siyaseten doğru" lûgatin daniskasıyla tanışmış oldunuz.
***
ÖYLE, zira buradaki "yolculuk insanları" deyimiyle tabii ki Çingeneler kastediliyor.
Ama doğru, sınır serbestisi ertesinde ve Bulgaristan’dan Çekya’ya uzanan coğrafyadan Batı’ya gelenlerin o "sebep olduğu vukuatlar", artık gerçekten illallah dedirtiyor.
Zaten her şehirde her kavşağı tutmuş dilencilerin Türkiye’yi zemzem suyuyla aratması bir yana, yankesecilik ve kapkaççılıkta şimdi Mağribi kökenlilerle şampiyonluğa yarışıyorlar.
Ancaak, tüm bunlara rağmen "Çingene" lafını ağzınıza almayacaksınız. Alamazsınız.
Aksi takdirde "ırkçı" damgası yiyeceğinizin resmidir. Paçayı kurtarabilirsen kurtar!
Peki, hadi aşağılama var diye bu kelimeyi kullanma da, bari "Roman" de be adam!
Hayır, yine aynı yafta yapıştırılır ki, "yolculuk insanları"ndaki tedbirden caymayın.
***
SEVSİNLER, sanki millet yuttu. Mahcup ifadeyi anlamaktan aciz kaldı.
Sanki, şimdi kapısına bacasına çifter kilit vuran; çantasını, cüzdanını, telefonunu en mahreme gizleyen; tenha vakitte metroya, tramvaya, otobüse binmekten ödü kopan yerli ahali hepten ahmak, aptal ve cahildi de, "Doğu ve Merkezi Avrupa asıllı yolculuk insanları" bilgiçliğinin arkasında Çingenelerin değil, uzaydan gelmiş Merihlilerin kastedildiğini sandı.
Ve de tabii, sanki bizzat Çingeneler bu sayede havaya bakıp ıslık çaldı.
***
İMDİİ, ben ki o "siyaseten doğru" riyadan nefret ettiğim için "Roman"ı bile ağzıma almadan dobra dobra "Çingene" derim, fakat aynı zamanda da, hayat neşeleri; adı üstünde "bohem" tarzları ve olağanüstü müzik duyarlılıkları nedeniyle Çingeneleri sonsuz severim.
Ama söz konusu sevgi yukarıdaki olguları saptamamı ve Çingenelerin çoğunluk olarak bir "etno-sosyolojik" sorun oluşturduğu gerçeğini vurgalamamı engellemez. Engelleyemez!
Çünkü tamam, tabii ki onlar her yerde ve her zaman dışlandılar. Hor görüldüler.
Ancak, bundan bizzat da sorumlu değiller mi? Kendileri sütten çıkmış ak kaşık mı?
Bizim coğrafyalarda en az bin yıl mazisi olan Çingeneler eğer bu upuzun sürede hala yaşadıkları toplumlarla uyum sağlamadıysa, bu, sırf yukarıdaki dışlamayla açıklanabilir mi?
***
ASLA! Nitekim, yakın tarihle sınırlanırsak, komünizm şuydu buydu ama bedava konut dağıtmaktan, ilkokuldan üniversiteye "pozitif ayırımcı" kontenjan sağlamaya, özellikle Çekoslovakya ve Macaristan kendi Çingenelerini "yoğurmak" için büyük imkán sundular.
Aynı şey bugün de AB’den oluk oluk akan krediler aracılığıyla yapılmaya çalışılıyor.
Oysa, "modern"i reddeden o Çingeneler hayat tarzlarından; "geleneksel toplum"un adetlerinden caymadıkları içindir ki, yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan çıkar misali, dışladıkları oranda dışlandılar ve dışlandıkları oranda da dışlıyorlar. Gerçek budur.
Ve, "siyaseten doğru" lûgatin "yolculuk insanları" sahtekarlığına başvurmadan bunun Çingenelere özgü ve tabii ki genetik ve biyolojik d-e-ğ-i-l; ama "etno-sosyolojik", yani "kavmi-içtimai" bir olgu olduğunu söylemem, beni hiçbir şekilde "ırkçı" kılmaz!
Tıpkı, istatistiki olarak Türkiye’deki töre cinayetlerinin Kürt aidiyetten insanlarımızı kapsadığını yine "etno-sosyolojik" açıdan saptamakla, asla "ırkçı" olamayacağım gibi!
Veya tıpkı, çoğunluğu "Sevr kompleksi"yle kıvrandığı için Türklerin "paranoyak" olduğunu ha bre tekrarlamakla, kendi "ırk"ıma (!) karşı da "ırkçılık" güdemeyeceğim gibi!
Çünkü, tamamen "modernite"yle ilgili olan bütün bu sorunlar hücre formülümüzde veya kan grubumuzda değil toplumsal hafızalarımızda yazılıdır ki, salı günü değineceğim.
Yazının Devamını Oku 14 Mayıs 2009
ASLINA bakarsanız, Mardin vahşetindeki "etno-sosyolojik" boyuta değinmemden ve Kürt aidiyetten yurttaşları da kendilerine "çekidüzen vermeye" çağırmamdan sonra bana yöneltilen suçlamalar, "modernizm"le "post-modernizm" arasındaki çelişkiye odaklanıyor. Çünkü benim ana rotam birincisini, eleştirenlerinki ise ikincisini izliyor.
***
PEKİ de, "modern" ne demektir? "Yeni" demektir. Ne azı, ne fazlası var, o kadar!
Ancak, "modernite", "modernizm", "modernist" veya benim sütun başlığımı oluşturan "modern zamanlar" gibi deyimleri kullandığımız takdirde, anlam cidden değişir.
Daha doğrusu, "yeni"nin yanına felsefi, beşeri, siyasi ve estetik boyutlar eklenmiş olur.
Başka bir deyişle, buradaki "modern", girizgahı 17. yüzyıl ortalarında yaptıktan sonra esas virajı Amerikan ve Fransız devrimleriyle dönmüş olan "aydınlanma çağı"yla bütünleşir.
Ve bu, aslında bir insanlık projesini tanımlar. Hedef o insanlığı ’öz-gür-leş-tir-mek’tir.
Üstelik, Jürgen Habermas’ın saptamasıyla, tasarı henüz "bitmemiş bir projedir"!
***
MALÛM, yukarıdaki "modernite" veya "modern zamanlar" epey bir süredir bodoslamadan saldırıya uğruyor. Bombardımana tutuluyor. Kör satırla kıtır kıtır kesiliyor.
Yamalı ağaçtan sap kullansa bile, infazı gerçekleştiren "cellát" da esas itibariyle, "sonrası" anlamına gelen "post" eki takılarak, "post-modernizm" diye isimlendiriliyor.
Yani "post-modern" deyimi satır aralarında, kendisinin "modern"i aştığı çağrışımını yapıyor. Böyle bir zehaba kapılıyor. "Işıltılı düşünce"nin ruhuna Fatiha okumaya kalkıyor.
Peki de, gerçekten öyle mi?
Zaten "bitmemiş proje" can çekişe çekişe mezar çukurunu mu boylayacak?
Asla, ve bu keháneti buyuran müneccimbaşına, af buyurun, ancak popomla gülerim.
***
İMDİİ, sonra değineceğim zaaflarına rağmen "modern zamanlar"ın ve dolayısıyla "aydınlanma düşüncesi"nin "öz"ünü tavizsiz savunan birisi olarak şunu tabii ki biliyorum:
Her yeninin başka bir "yeni"si, yani moderni vardır. Zaman içinde mutlaka olacaktır.
Ne var ki, bu kuralın kendisi dahi "modern"dir, çünkü felsefi, beşeri, siyasi ve estetik anlamdaki "modernite" zaten yenilenme diyalektiği üzerine inşa edilmiştir.
***
OYSA, o "modern"i gömmek vehmine kapılan "post-modern" budalalık başka bir "yeni" falan sunmuyor. Tam tersine, aslında en "eski"yi ve en "geri"yi sahipleniyor.
Önce, bazı haklı eleştirilerden yola çıkarak, "modern zamanlar" öncesine ve gayri mantikiliğe uzanan her türlü irrasyonale cevaz veriyo. "Kutsal"ı sorgulamaktan ödü kopuyor.
Daha berbatı, buradan hareket ettiği içindir ki, "geleneksel topluma saygı" ve "müdahaleden muafiyete özgürlük" adı altında, yine modernite öncesi insan camialarında hüküm süren kavmi, etnik veya sosyolojik bilûmum töre, adet ve i-l-k-e-l-l-i-k’lerle uzlaşıyor.
Çünkü, her şeyi izafi kılan o "post-modernite" aslında "ilkel" terimini de reddediyor.
***
EVET hem reddediyor, hem de "etno-sosyolojik" ilkelliği vurguladım diye beni suçlamasındaki gibi, mazide de geleneksele tapınmış o en "anti-modernist" Vico’lara, Herder’lere, Spengler’lere özenerek, kelime telaffuzunu dahi "günah" ve "suç" addediyor.
Zaten de çelişki "modern eskiler"le "post-modern yeniler" arasında yaşanmıyor.
Aksine, tekrar aynı maziye, 17. asır Fransa’sındaki "Kádim-Cedid" tartışmasına dönülmüş oluyor ki, buradaki "kádim" köhneyi, şimdinin "post-modern" gericileri; "cedid" dinamiği ise tıpkı o gün olduğu gibi bugün de, "modern" kalan dönüşümcüler temsil ediyor.
Cumartesi günü konuyu "faşizm" ve "ırkçılık" boyutunda ele alacağım.
Yazının Devamını Oku