10 Haziran 2009
MALÛM, "liberal" denilen özgürlükçüler AKP’ye yakın durmakla eleştiriliyor.<br><br>Ötesi, çamur at izi kalsın hesabı, sırtlarına "yandaş" yaftası yapıştırılmaya çalışılıyor. Aslına bakarsanız, suç değil, cürüm değil, öyle olsa ne yazar? Kim ne karışabilir?
Ama durum çok farklı bir boyut arzettiği için bunu enine boyuna irdelemek farz oldu.
Fakat her şeyden önce, tahrifatı önlemek için ifadeleri yerli yerine oturtmak gerekiyor.
***
HAYRET, politika terminolojisini çarpıtmak rekorları kıran Türkçe siyaset lûgati bu defa mucize gerçekleştirdi. Çünkü "liberal" deyimi ülkemizde esas olarak doğru kullanılıyor.
"Liboş" (!) aşağı, "liboş" yukarı, bütün sığ ve sathi yarı-münevverler gibi yalap şalap yaladıkları mürekkebi hazmedemedikleri için ancak bel altı çağrışımlı kelime oyunlarından medet uman statüko zaptiyeleri varsın deyimi küfür niyetine telaffuz etsin, durum değişmiyor.
Zira onlar dahi "liberal" derken, farketmeksizin, aslında sözcüğün hakkını veriyorlar.
Yani, tıpkı Yeni Dünya’daki gibi Türkiye’deki sıfat da esas anlama sadık kalıyor.
***
OYSA, "ışıltılı çağ"ın ve pozitif mantıkçılığın çocuğu olan ve geniş çerçevede özgürlükçülüğü, demokratlığı, dayanışmacılığı; daha genel bağlamda ise "serbestiyatçılık"ı tanımlayan "liberal" sözcüğü, onu icat eden Yaşlı Kıta’da hanidir anlam kaymasına uğradı.
Zaman içinde, felsefi ve etik boyut iğdiş edildi. İkinci, hatta üçüncü plana düştüler.
Dolayısıyla da, "liberal" kelimesi, kapitalist piyasa ekonomisinin en bağnaz, en insafsız ve en fırsatçı partizanları için kullanılır oldu. Açıkçası, terminolojinin ırzına geçildi.
O halde evet, "AKP ve liberaller" başlığındaki ikinci kelimeyi ülkemizde kullanılan ve aslında özü yansıtan terim olarak benimsemekte mahsur görmüyorum.
***
AMA birinci kelimede iş çatallaşıyor. Çünkü ne ben, ne de özgürlükçülere küfreden statüko zaptiyeleri "AKP" derken, aslında tabloyu sırf bu politik örgütle sınırlı kılmıyoruz.
Tamam, tabii ki iktidar partisi de denklemin içine giriyor. Üstelik, ilk sırada yer alıyor.
Fakat, "liberal-AKP ilişkisi"nden söz ederken, ikinci sözcükle aynı zamanda daha geniş, daha bütüncül, daha yekpare, daha heterojen bir çerçeveyi çağrıştırıyoruz.
Tarikatlardan partilere uzanan ve imani hassasiyet yansıtan yapılanmaları kastediyoruz.
Yobazdan mütedeyyine dek, skalası elastikileşen bir yelpazeye atıfta bulunuyoruz.
Dolayısıyla, diğerlerine ek olarak, statükocular ve özgürlükçüler burada da, son çeyrek asırdır Türkiye’yi belirleyen en temel çelişkilerden birinde yine ayrışıyorlar. Din eksenli veya duyarlılıklı kurumlara, fikirlere ve tarzlara yaklaşım konusunda birbirlerine zıt düşüyorlar.
Bu zıtlık da her iki tarafın ilkesel tutumlarına ve siyaset pratiklerine yansıyor.
Ve yine her iki taraf, birincisinde stratejik, diğerinde de taktik davranıyorlar.
***
ÖYLE ve nitekim, AKP dün yoktu. Bugün var ama yarın belki olmayacak.
Fakat hem onun, hem statükonun, hem de liberallerin değerleri daha uzun süre olacak.
Dolayısıyla, AKP’nin varlığı veya yokluğu o ilke ve stratejileri değiştirmeyecek.
Zaten örneğin, daha AKP’nin "A"sı bile mevcut değilken ve Erbakan’dan günahı kadar hazetmezken, bu satırlar yazarı da diğer özgürlükçüler gibi, RP’nin post-modern bir askeri darbe ve onun sivil emir erleri tarafından kapatılmasına şiddetle karşı çıktı.
Ve bu yaklaşım liberaller açısından tabii ki ilkesel ve stratejik bir tutum oluşturuyordu.
Zaten statüko zaptiyeleri de kendi açılarından aynı stratejik ilkeselliği uyguladılar.
Yasağı bangır bangır alkışlamak ne kelime, bizzat kumpasın içine balıklama daldılar.
İşte, "liberal-AKP ilişkisi"nin şimdiki siyaset pratiğine yansıyan taktik boyutu da yukarıdaki ilkesel ve stratejik tavrın doğal uzantısını oluşturuyor ki, yarın işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 9 Haziran 2009
PAZAR günü gerçekleşen ve yirmi yedi AB ülkesini kapsayan Avrupa Parlemantosu (AP) seçim sonuçları dün sabah resmileştiğinde, iki temel özellik kesinkes somutlaşmış oldu. Birinci olarak, oylamaya katılım oranının en düşük seviyeye indiği anlaşıldı.
Sonra da, "sağ"ın tavana, zıddındaki "sol"un ise tabana vurduğu netlik kazandı.
Belki ikibuçukuncu öğe olarak bunlara bir de çevreci partilerin başarısını ekleyebiliriz.
***
MALÛM, AB yıllar ve yıllar boyu hem "yurttaşlar Avrupa’sı"nı ertelemekle, hem de Brüksel "avrokrasi"sini dizginleyecek demokratik bir işleyişe sahip olmamakla eleştirildi.
Oysa, zaman içinde reformlar birbirini izledi. Dolayısıyla da, zaten milletvekilleri ezelden beri halkoyuyla seçilen Strasbourg Parlamentosu son derece ciddi yetkilerle donatıldı.
Ama buna rağmen, işte mal meydanda, kıta ahalisi AP için seferber olmuyor. Olmadı.
Sandık başına gitmenin zorunluk taşıdığı Yunanistan dahil, önceki günkü oylamaya Topluluk sathında katılım ortalaması yüzde 43,55 gibi "tarihi" bir alt düzeye indi.
***
BÜTÜN sosyo-politik olgular gibi bunun tek bir nedeni olduğunu sanmyorum.
Ama yine de o nedenlerin ilk sırasına, mazisi yarım asrı aşsa bile, "Avrupa serüveni"nin hálá tam olarak "kitlelere mal olamadığı" gerçeğini koyarsak, fazla yanılgıya düşmeyiz.
Şöyle ki, AB’nin ulus-devleti aşmak hedefine rağmen aynı ulus-devlet halkları milli çerçeveyi asli platform olarak algılamayı sürdürüyorlar. Yeniye kolay kolay ikna olmuyorlar.
Üstelik, AP kampanyalarının partiler ve medya tarafından hep böyle bir "milli eksen"e oturtulması ve çevreci kurumlar hariç, "Avrupa projesi"nin hemen herkes tarafından hasır altı edilmesi, zayıf ilgiyi daha da azalttı. Azaltıyor. Zaten ikinci nedeni bu faktör oluşturuyor.
Fakat söz konusu nispi "ilgisizlik" AB’nin dışlandığı şeklinde de yorumlanmamalıdır.
Yani, sandığa üşüşmemeleri, Avrupalıların ortak para birimi "avro"yu kullanmaktan veya pasaportsuz seyahat etmekten vazgeçmeye hazır oldukları anlamına gelmez. Gelemez.
Oysa doğru, o Avrupalılar önceki gün seferber olmamıştır, çünkü hem siyaset sınıfı "seferberlik marşları" çalmaktan aciz bandolarla sahneye çıkmıştır; hem de "elde edilmiş olan"ın rahatlığı, aynı Avrupalıların pazar mahmurluğundan taviz vermesini engellemiştir.
***
ÖTE yandan, her ülkeyi ayrı incelemek gerekir ama yine de, Danimarka hariç "sol" partilerin hemen tüm AB’de yenilgiye uğraması, AP seçimlerinin ikinci özelliğini oluşturdu.
Üstelik o yenilgi İngiltere, Fransa ve Almanya gibi "ağababalar"da hezimete dönüştü.
Daha üstelik bu hazin sonuç, Yaşlı Kıta’yı kasıp kavuran kriz ortamında gerçekleşti.
Başka bir deyişle, ekonomik buhrandan en çok etkilendiği varsayılan kitleler, normal olarak onların "hamisi" addedilen bir "sol"a rağbet göstermediler.
Her tarafta ya "sağ", ya çevreci, hatta ya da "aşırı sağ" kurumlara yöneldiler.
***
HEYHAT öyle oldu, zira 1989’da "Duvar"ın yıkılmasıyla başlayan genel "sol kriz", bazı kısmi çıkışlara rağmen, esas olarak hala hüküm sürüyor. Yirmi yıldır bitmedi.
Dolayısıyla, ister Marksist, ister sosyal demokrat olsun, yeni toplumlara yeni projeler sunamayan ve eski parametreler üzerinden düşünen aynı genel "sol"; özellikle de, bağrından çıktığı Kıta’nın AB ütopyasına dört elle sarılamayan Avrupa "sol"u hızla kan kaybediyor.
Tabii ki henüz marjinalleşmiyor ama, "odak" olmak konumunu yitiriyor.
Zaten AP seçim sonuçları da bunu tekrar doğruluyor ki, o kan kaybını önlemek için, bizzat "sol" kavramı dahil, "sol"un kendini sorgulaması artık kesin zorunluluk oluşturuyor.
Yoksa bu gidişle, Türkiye AB üyesi olduğu zaman Strasbourg Parlamentosu’nda "sol" kalmayacağı için, maazallah, bizim CHP bu sıfatın láftaki gaspçısı olarak foruma girecek.
Yazının Devamını Oku 6 Haziran 2009
DÜNYA özgürlükçüleri olarak önceki gün, sonsuz buruk bir hüzünle, Çin "demokrasi baharı"nın yirminci yıldönümünü idrak ettik. Hani, Pekin’deki Tiananmen Meydanı’nda tankın önüne yatmış protestocu imajıyla insanlık hafızasına nakşedilen ve çok muhtemelen yüzlerceye varan rakam "devlet sırrı" addedildiği için ölü sayısını hálá tam bilemediğimiz korkunç bir katliamla noktalanan şu meşum "kara bahar" var ya, işte onu kastediyorum.
Aşağıda aktaracağım ve o sıra yaşadığım Brüksel’den yazmış olduğum makaleyi ise ben olayın sıcağı sıcağına, 11 Haziran 1989 tarihli "Cumhuriyet" gazetesinde yayınlamıştım.
***
GENÇTİK ve Bertolucci’nin isyana dair filmi "Çin Yakındır" başlığını taşırdı.
Çin yakındı, çünkü biz asiydik. Dürüsttük ve naiftik.
Kültürlerden, "yüz çiçek açsın, yüz fikir yarışsın" diyenini seçtik. Yalana inandık.
Altmışlı yılların ikinci yarısında Çin’de olanları isyan sandık (iktidarı elinde tutmak için Mao’nun dehşet bir kıyam olarak dayattığı "Büyük Kültür Devrimi" (!) kastediliyor).
Kolektif kalabalıkları demokrasi, totalitarizmleri özgürlük, despotları kurtuluş belledik.
Put kıracağız diye "Büyük Birader" putlara tapındık. Uysallaştık.
Bizim adımıza ötekilerin düşünmesine boyun eğdik. İtaat ettik.
Suç ortağı olduk ve yüz çiçek koparttık, yüz fikir körelttik.
Çin artık uzak olduğundan da, dürüstlüğümüzden ve naifliğimizden çok şeyler yitirdik.
***
OYSA Çin şimdi yine çok yakın.
Bu Pazar, (5 Haziran 1989 kastediliyor) bana gençliğimde hiç olmadığı kadar yakındı.
(...) Öğlen haberlerinde Pekin’deki katliamı öğrendim. Radyo, Brüksel’deki Çinli öğrencilerin elçilik önünde gösteri yapmaya hazırlandıklarını duyurdu. Hışımla giyindim.
Sefaret binasına vardığımda, yüzlerce insan birikmişti. Ezici çoğunluğu Çinliydi.
Öfkeli bile değil, hüzünlüydüler. Ellerinde Çince, İngilizce, Fransızca, Felemenkçe pankartlar vardı. Başlarına, Asya’nın matem rengi olan beyaz tülbentler bağlamışlardı.
Megafonla, Belçikalıları Çin’deki demokratik hareketle dayanışmaya, Halk Kurtuluş Ordusu’nun "halkı kurtarmak" (!) gerçekleştirdiği katliamı lanetlemeye çağırıyorlardı.
Elçiliğin açılmayan kapısına, yine matem rengi beyaz karanfiller bırakıldı.(...)
***
GÖSTERİDEKİ tek tük Avrupalılar arasında bir iki tanıdığa rastladım.
Eski dürüst ve naiflerdendiler. Puta tapınmış olanlardandılar. Suç ortaklarındandılar.
Utançla selámlaştık.
Sanki, elçilik önündeki protestocu kalabalığı bizden hesap soracakmış gibi geldi.
Sanki, Tiananmen Meydanı’nda kopartılan yüz çiçeğin ve köreltilen yüz fikrin faturası bize çıkartılacakmış gibi geldi. Gerilerde kaldık. Görünmemeye çalıştık.
Ama yine de, Çin bize çok yakındı. Gençliğimizde hiç olmadığı kadar yakındı.
Çünkü cumartesi günü (katliamın gerçekleştiği 4 Haziran 1989 kastediliyor) Tiananmen Meydanı’nda bizi son defa kurşuna dizdiler.
Pazar günü ise Brüksel’deki Çin sefaretinin önünde kendimize mevlit okuttuk.
Tiananmen Meydanı’nın hesabını verdik. Ödeştik.
Artık kopartılacak çiçeğimiz yok! Kalmadı.
Son çiçekler elçilik kapısına bırakılan beyaz matem karanfilleridir ve Çin yakındır!
***
DEDİĞİM gibi, bu yazı tamı tamına yirmi yıl önce yazıldı ve yayınlandı.
Tekrar imzalıyorum ve "dönek" (!) miyim, değil miyim, vicdanınıza bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 4 Haziran 2009
BİLİNE ki, 1. Harp ertesi İmparatorluğumuzu kağıt üzerinde paylaştıran ve bugünkü "ulusalcı - neo-ittihatçı" zevatın da "hortluyor" (!) yaygarasıyla hálá bir Demokles kılıcı olarak sallandırmaya çalıştığı şu meşhuur Sevr Antlaşması, tarihte asla geçerlilik taşımamıştır. Hayır, bunu söylerken işin yalnız pratik uygulamasını hesaba katmıyorum.
Yani, Kurtuluş Savaşımızla birlikte parşömen parçasını yırtmamızı çağrıştırmıyorum.
Konjonktürel açıdan yukarıdaki kadar önem arz eden teorik boyutu da kastediyorum.
***
ÇÜNKÜ, yine biline ki, bırakın mağlup konumdaki İstanbul ve Ankara hükümetlerini, Atina hariç, Sevr Antlaşması bizzat muzaffer başkentler tarafından dahi onaylanmamıştır.
Evet evet, hiçbirinin parlamentosundan geçmemiştir. Gündeme dahi yazılmamıştır.
Dolayısıyla da, 10 Ağustos 1920 günü Paris banliyösünde imzalanan kağıt, hem galip ülkelerin milli hukuku, hem de genel uluslararası hukuk açısından resmiyet kazanmamıştır.
Hatta, Avrupa’daki iki "esas galip"ten birincisi olan Fransa, başbakan Clemenceau "pro Türk" yaklaşıma meylettiğinden, diğer "esas galip" İngiltere’yle bile zıtlaşmıştır.
O halde, gelin de ebedi bir "öteki" düşmanlığı körükleyen "ulusalcı - neo-ittihatçı" zevatın şu travmatik "Sevr paranoyası"na tarihi, maddi ve mantıki bir açıklama bulun.
***
TABİİ ki yok! Tabii ki mevcut değil! Tabii ki asla ve asla somut zemine oturmuyor!
Ve aslında, söz konusu kesimin ağababaları da bunu hınzır gibi biliyorlar.
Ama aynı zamanda, korku ve nefret körüklemedikleri; kolektif bilinçaltında mevcut yaraları kaşımadıkları; aktüel gerçekleri anakronik takvimlerde tahrif etmedikleri takdirde, kafalarındaki otoriter ve totaliter projeleri gerçekleştirme şanslarının olmadığını da biliyorlar.
Dolayısıyla da, ülkemizi demokrasi uygarlıklarından ve refah coğrafyalarından tecrit edebilmek için, "Sevr hortluyor" uydurmasyonuyla, hayata geçmemiş ve adı dahi unutularak tarihin çöplüğüne atılmış sefil bir kağıt parçasını "öcü" niyetine sallayıp duruyorlar.
***
OYSA, bırakın Sevr’in zaten uygulanmamasını, aynı 1. Harp’in mağlupları arasında yer aldığı için satıh ve ahali yitiren yegáne ülke bizim imparatorluğumuz değildi ki!
Avusturya - Macaristan’a, özellikle de Budapeşte başkentlisine ne diyeceksiniz?
O Budapeşte ki, Sevr’le aynı tarihte imzalanan Trianon Antlaşması’yla hem eski topraklarının yüzde atmışını, hem de bilhassa, nüfusunun çok önemli bölümünü elden çıkarttı.
Başta bütün bir Transilvanya, ahalisi öz be öz Macar olan geniş ve yoğun bölgeleri káh Romanya’ya, káh Slovakya’ya, káh da Sırbistan’a bırakmak zorunda kaldı.
Zaten eğer illá "kavmi" bir karşılaştırma yapılacaksa, Macaristan oran itibariyle, Lozan sonrasındaki modern Türkiye’yle kıyaslanmayacak ölçüde "etnik nüfus" yitirdi.
Nitekim de bunun içindir ki, matem sembolü olarak tam 17 (o-n y-e-d-i) yıl müddetle bu ülkedeki bütün bayraklar daima yarım göndere çekildi.
Peki sonra?
***
SONRASI şu ki, geçtim Türkiye gibi Sevr’den üç yıl sonra anavatanı toparlamayı, katıldığı 2. Savaş ertesinde de Macaristan eski toprağıyla ve eski nüfusuyla bütünleşemedi.
Ama buna rağmen; yani bizden çok daha fazla kuyruk acısı olmasına rağmen, ne AB’ ye girerken, ne de önce ve sonrasında, kimse "Trianon hortluyor" diye yaygara kopartmadı.
"Dün Transilvanya uçtu, şimdi de Balaton gidiyor" diye anıran çıkmadı. Çıkmıyor.
Zira orada, bizim "ulusalcı" komplo teorisyenlerinin yaptığı gibi, "öteki" korkusu ve nefreti ekseninde "adam tavlamaya" imkan sağlayan bir kolektif paranoya hüküm sürmüyor.
Efendiler, gerçek Trianon bile bitti, hiç gerçek olmamış bir Sevr hálá bitmeyecek mi?
Yazının Devamını Oku 3 Haziran 2009
FRENK lisanlarında, aşağı yukarı "zamanın ruhu" diye tercüme edebileceğimiz bir deyim vardır. Lûgate girişi eskiye uzanmadığından da nispeten yeni sayılır. Ve bu ifade, tam kesinleşmemiş ve teoriden pratiğe geçmemiş olsalar dahi, belirli bir dönemde ağır basmaya başlayan genel eğilimler için kullanılır.
Ancak "moda"dan veya şimdilerde dil pelesengi edilen "trend"den farklıdır.
"Zamanın ruhu" denildiğinde, somut bir olgudan ziyade, o somutlaşma öncesinde hissedilen, sezinlenen, koklanan, duyumsanan bir hava, bir durum, bir gidişat kastedilir.
***
ÖRNEKLERSEK, bir, modern ulus-devlet hanidir teorize edildiği; pozitivist fikirler hızla yaygınlaştığı; artı, kraliyet ailesi dahil Versailles aristokratları Voltaire okuduğu içindir ki, fiilen gerçekleşmeden bile önce, 1789 Devrimi "zamanın ruhu"na uygun bir gelişmedir.
Beklenmedik bir sürpriz değildir ve "tarihin kazası" diye nitelendirilemez.
İki; Avrupa 1. Harp’te dehşet bir travma yaşadığından; çoğulcu rejimler kaosa çare bulamadığından; bir yandan Rus Bolşevikler, diğer yandan Alman muhafazakar devrimciler ve Fransız aşırı sağcılar anti-demokratizmi hanidir kitabiyata geçirdiğinden, komünist, faşist ve nazi totalitarizmler yine "zamanın ruhu"na paralel sistemler olarak ortaya çıkmışlardır.
Bunlar da gökten zembille inmemişlerdir ve "koklanan hava"da "pişmişlerdir" (!).
Üçüncü olarak da, bu defa 2. Savaş ertesinde başlayan anti-kolonyalist dönem, hem yenik veya muzaffer metropollerin takati çoktan tüketmesinden; hem de ABD’nin daha 1941 Terre-Neuve buluşmasında sömürgeciliği tasfiye kararını bildirmesinden kaynaklanmıştır.
Yani, o uzun sürmüş "Üçüncü Dünyacılık" da "zamanın ruhu"ndan doğmuştur.
Kaldı ki, deyim siyasetle de sınırlanamaz. Meselá, cazi notalar yahut yeni-izlenimci resimler henüz atılım yapmadan önce, "zamanın ruhu" bunların ipuçlarını zaten vermiştir.
Ancak burada hemen şunu eklememiz gerekiyor.
***
BUGÜN bütün bunları saptarken, defteri kapanmış bir tarihi okumak lüksüne sahibiz.
Mümkündür ki, eğer o devirlerde o süreçleri yaşıyor olsaydık, hüküm sürmeye başlamış bir "zamanın ruhu"nu henüz anlamamış ve henüz kavramamış olabilirdik.
Eski alışkanlıklarımızdan; geçmiş değerlerimizden; köhne önyargılarımızdan ve en önemlisi de, "geç düşen jetonlar"ımızdan dolayı, yukarıdaki tarihi kaçırabilirdik.
Yani, "havayı koklayamadığımız" için, Fransa’nın 16. Louis’si gibi mutlakiyetçi tahta yapışabilir; Almanya’nın Weimar Cumhuriyeti gibi partizan çekişmelere boğulabilir; ya da Portekiz’in Caetano’su gibi de Afrika sömürgelerine sarılabilirdik.
Birincisinde kelleyi, ikincisinde cumhuriyeti, üçüncüsünde de iktidarı kaybederdik.
Artı, değişik coğrafya ve sosyolojilerde hem "zamanın ruhu" aynı seyri izlemediği, hem de algılama aynı hızla işlemediği için, durumu iş işten geçtikten sonra farkedebilirdik.
Heyhat, nitekim de sayısız defa bu galete düştük ki, artık asla düşmeyelim!
***
DÜŞMEYELİM, çünkü zaten hanidir demokrasi ve sivillik ekseninde akan iç ve dış konjonktürler sayesinde, şu an Türkiye’de sezinlenen "zamanın ruhu" müthiş umit vericidir.
Kürt sorununa çözüm başta, ülkemizde esen rüzgárlar bahar kokuları müjdelemektedir.
Bunu da ancak burun deliklerinde kasten tıkaç koyanlar hissetmemektedir.
Dolayısıyla da, bir 16. Louis, bir Weimar Cumhuriyeti, bir Caetano Portekiz’i gibi; bin defa daha önemlisi, "Duvar"ın yıkılışından sonra aynı "zamanın ruhu"nu ıskalayan aynı Türkiye gibi, "esas gidişat"ı yine reddetmek ve yine kaçırmak lüksümüz yoktur.
Zira biline ki, sonsuz bir kaos olan tarih akarken, hep belirli bir süre ortalıkta gözüken her "zamanın ruhu" anında yakalanmazsa, o tarihe artık "hortlak ruhu" damga vuruyor.
Yazının Devamını Oku 2 Haziran 2009
DÜN sabah kahveden dönüyordum ki, göz aşinalığım olan bir semt esnafına rastladım. Çocukcağız, çocukcağız diyorum ama aslında kazık kadar adam, beni fark edince haniyse hazırola geçti. Ceket düğmelerini ilikledi ve elindeki cigarayı avucunun içine sakladı.
Eh, gazetede ve ekranda suratımı görmüşlüğü var ya, "şöhret"e (!) saygı ifade ediyor.
Hay senin "şöhret"ine de, "saygı"na da!
Hem yerin dibine geçtim, hem de ateş püskürdüm dersem, az söylemiş olurum.
Ve, bir, üç, beş, ha bire tekrarlanan bu vukuatlar artık yetti! Bardak tam taştı.
Dolayısıyla da, zaten pazartesileri sol tarafımdan kalkarım, bütün günüm piç oldu.
Artı, konu değiştirmek ve okuduğunuz satırları kaleme almak ihtiyacını hissettim.
***
YAHU ben kimim? Af buyurun, işte altı üstü kıçı boklu bir gazeteciyim!
O kadar! Ne azı, ne fazlası var ve de nokta!
Yani, fikirlerimin kamusal alana yansıması ve kellemin gazete sayfasına sırıtması, beni diğer insanlardan daha fazla "saygıdeğer" (!) kılmaz! Asla ve asla ayrıcalıkla donatmaz.
Ve biline ki, riyayla ilgim yoktur, bunu söylerken de sahte tevazuu gösteriyor değilim.
Zaten böylesine "hürmetkár davranışları" (...) ancak, mevkii hazımsızlığından kabız olup da ikide bir, "sen benim kim olduğumu biliyor musun" diye tafra atan oturaksızlar, yeni zenginler, yarı münevverler ve "boz Türkler" bekler ki, Allah hepsini bana uzak kılsın!
***
ÜSTELİK, gerçekten de meşhur, zengin veya ricál olsaydım, ne değişirdi ki?
Çünkü, belki belirli belirsiz, o da çok mesafeli ve çok vakur olmak kaydıyla, kısmi bir hürmet ifadesi dışında, hiç kimse hiç kimsenin önünde eğilmez! Eğilemez ve eğilmemelidir!
Ama yoook eğer eğiliniyorsa, bu takdirde o toplumun bireylerinde; daha doğrusu tebasında "itaat dürtüsü" hüküm sürüyor demektir ki, yandım gülüm keten helva!
Ve, sakın bana burada "ne iyi ya, adába ve hürmete önem veriyoruz" demeyin, zira o adábın da, o hürmetin de otoritarizmle bütünleştiğini görmemek için kör olmak gerekir.
***
ÖYLE ve nitekim, Yorgo Kırbaki’nin her pazar "Hürriyet" ilávesine aktardığı o güzelim "komşu dedikoduları"nda, bu hafta harikuláde bir haber yer alıyordu.
"Katimerini" gazetesi İstanbul’da yaşamayı seçen Yunanlı gençlerle konuşmuş.
Bunlardan Yorgos Marinakis de Türklerle Yunanlıları aşağıdaki şekilde kıyaslamış:
(?) "Biz onlardan çalışkanlığı ve yanıbaşımızdaki insana ilgiyi, onlar da bizden daha rahat olmayı, hiyerarşiye daha az uymayı öğrenebiliriz".
İşte belirleyici iki saptama: "rahat olmak" ve "hiyerarşiye daha az uymak"!
***
ÖYLE, zira biz hiyerarşiye tapınan, hatta onu bizzat üreten bir "itaat toplumu"yuz.
Biz, memurun amir, amirin de müdür önünde ceket iliklediği; erkánın rical tarafından uğurlandığı ve karşılandığı; emir-komuta, alt-üst, kıdemli- kıdemsiz skalasının sivilde de uygulandığı; yani hala "kapıkulu ideoloji"nin benliklere dayatıldığı ve şırıngalandığı bir "insan cemaati"yiz ki, bu hep "hazırol"da kalmak durumu bizi daima r-a-h-a-t-s-ı-z kılıyor.
Kabuğumuzda barışık değiliz. Yeni moda tabirlerle, "cool" ve "chill" olamıyoruz.
Dolayısıyla da, kellesi gazetede sırıtıyor diye, işte sıradan bir gazeteciyi dahi "otorite"den, "üst"ten, "rical"den addediyoruz ve karşılaştığımızda cigarayı avucumuza gizliyoruz.
Oysa, rahat iç be adam! Dumanı suratıma savur! Bağrını aç! Temennah da çakma!
Çünkü, sen bana "saygı" (!) göstermediğin ölçüde, kendin için s-a-y-g-ı-n olacaksın.
Ey "itaat toplumu" hiyerarşi prangalarını artık kır ve parçala; zira o riyakar "saygı"yı senden bekleyenlere ve bilhassa sana dayatanlara karşı, ancak böyle öz-gür-le-şe-cek-sin!
Yazının Devamını Oku 30 Mayıs 2009
"PIRILDAYAN Şimal Yıldızı"! Hayır, yukarıdaki deyimi astronomiye ilişkin bir girizgah yapmak için alıntılamadım.
Gökte, semada, uzayda dolanan bir konuya değinmeyeceğim. Teleskopa ihtiyaç yok!
Aksine, ayağı son derece yere basan somut ve acil bir sorunu gündeme getireceğim.
Üstelik öyle bir sorun; öyle ciddi bir sorun ki, hadi dünyadaki demeyeyim ama, en azından Doğu Asya-Batı Pasifik eksenindeki en vahim çıbanbaşını oluşturuyor.
Ve, mevcut krizin savaşa, hatta nükleer savaşa varması ihtimali dahi ufukta beliriyor.
Tabii ki Kuzey Kore vakasından söz ediyorum.
Dolayısıyla da, yazıya "pırıldayan Şimal Yıldızı" ifadesiyle başlamam, aynı ülke lideri Kim Jong Il’in bu sıfatla anılmasından kaynaklandı.
***
ANCAK biline ki söz konusu cafcaflı deyim bile Jong Yoldaşın ünvanlarından yalnız bir tanesini oluşturuyor. Hatta ve hatta, belki de en "mütevazi"si (!) olarak kalıyor.
Zira, yukarıdakine "halkın şevkatli önderi" veya "güneşin aziz evladı" gibisinden sıfatları da eklemek gerekir. Üstelik unutmayalım, hazretin adı botanik lûgatine bile girdi.
Pyongyang biyolojistleri, muhteremin bilmem kaçıncı yaşgünü münasebetiyle "türettikleri" (!) bir begonya çiçeği cinsini "kimjonglia" diye vaftiz ettiler.
***
FAKAT yine de, geçen haftaki atom bombası denemesi ve bitmez tükenmez şantaj ve tehdit politikalarıyla hem Kore Yarımadası’nı, hem de bütün bir bölgeyi felakete sürüklüyor olsa dahi, artık yetmişine merdiven dayayan "Tosun Jong"un hakkını yemeyelim.
Çünkü, esas cinneti táa 1945 yılında başlatmış olan kişi, komünist Kuzey’deki "kızıl hanedan"ın kurucusu, dolayısıyla da tabii ki oğlusunun babası olan Kim Il Sung’dur.
Zira peder bey, mahdumunu haydi haydi sollayan "tanrısal unvanlar"la anılırdı
Onun da geçmişte "kimilsungia" adındaki bir orkide türüne "feyz vermiş olması" (!) bir yana, put heykelleri, ikona portreleri, mabet müzeleri ve amentü sloganlarıyla, Mao Çin’i ve Stalin Rusya’sı dahil, bu korkunç despota tapınma ritüeli tarihin hiçbir döneminde ve dünyanın hiçbir yerinde olmadığı ölçüde, Kuzey Kore’de şizofrenik raddeye varmıştı.
Zaten de 1994 yılında nalları dikip kadavrası mumyalandığında, iş tam çığrından çıktı.
Ülke televizyon ve radyoları günlerce, gökyüzünün de "sonsuz mateme büründüğü" ve cenaze töreni sırasında bulutların Sung portresi çizdiği yönünde yayın yaptılar.
***
HER neyse, işte oğlusu da ezelden beri babasının izini sürüyor ve "pırıldayan Şimal Yıldızı" olarak, mazlum ve mağdur Kuzey Kore halkına "cehennem yolu"nu gösteriyor.
Yeryüzünün en totaliter, en kanlı, en kapalı ve en paranoyak ülkesinde hüküm süren; köylüleri yamyamlığa itecek ölçüde ahaliyi açlığa mahkum eden; şantaj ve terör siyasetiyle bir müddet daha ayakta durabilmek için varını yoğunu askeri teknolojiye yatıran; dolayısıyla da, uyuşturucu kaçakçısı diplomatlara paravan oluşturmak için Ankara’da kurdukları "dostluk derneği"nin (!) bahşişi olarak Pyongyang tavafına giden bizim "Ergenekoncu maocular" dışında dünyada tek bir yandaşı, tek bir sempatizanı, tek bir uşağı bulunmayan bu korkunç diktatorya, son atom bombası deneyiyle artık nihai çizgiyi de aşmış oldu.
Dolayısıyla da, öyle anlaşılıyor ki, ABD, Japonya ve Güney Kore’nin uyarılarına ek olarak, Kim’i "uslanmaya" davet eden Çin’in bile "uluslararası anlaşmalara uy" çağrısı yapmasına rağmen, "pırıldayan Şimal Yıldızı" kendi kaos yörüngesini terketmeyecektir.
O halde umalım ki, hiç şüphesiz eninde sonunda söndürülecek olan bu felaket "yıldız"ı (!), kutba varılana dek, bölgenin ve dünyanın yön pusulasını da çılgına çevirmesin!
Yazının Devamını Oku 28 Mayıs 2009
HÁLÁ "sosyal demokrat" (!) etiket taşımak inadını sürdüren CHP bünyesinde "ultra ulusalcı" kesimin sözcülüğünü yapan Onur Öymen, kantarın topunu yine kaçırdı. Çünkü, bir ileri, bir geri adım atan Başbakan, o "40 bin kaçak Ermeni’yi sepetleriz" çiğliğinden sonra, belki kırdığı potu onarmak için, bu defa da çok doğru bir saptama yaptı.
Özetle dedi ki: "Etnik ve dini azınlıklarımızı öz be öz vatanlarından metazori kovmakla, geçmişte faşizan uygulamalara başvurmuş olduğumuzu kabullenmeyiz".
***
LÁMI cimi yok, bu tespit çok ciddi bir "özeleştiri"dir. Nesnel gerçeği yansıtmaktadır.
Dolayısıyla da, nasıl ki Erdoğan’ın "40 bin kaçak Ermeni" tehdidi ayıplanacak bir sözdü, aynı kişi olsa dahi, yukarıdaki cesareti gösterdiği için şimdi onu alkışlamak gerekir.
Zira, yukarıdaki gerçeği ilk kez bir resmi ağız dile getirdi. Dolayısıyla da, hem ta-ri-hi nitelik kazandı, hem de o tarihin nihayet önyargısız sorgulanabileceği müjdesi doğdu.
Fakat tabii, Erdoğan bu nesnel fakat tabu doğruyu mertçe dile getirdi diye, yukarıdaki Onur Öymen de açtı ağzını ve yumdu gözünü. "Tarihimize iftira attı" diye ayaklanıverdi.
Tarihe iftira mı dediniz, yok yok bana zahmet olmaz, o halde hemen oraya gelelim.
***
HAYIR, 1934 Trakya Yahudi pogromculuğuna; 1942 Varlık vergisi haraççılığına; 6-7 Eylül 1955 Rum yağmalamacılığına; 1964 azınlık malı gaspçılığına falan uzanmayacağım.
Hatta, "Şu Mübadele’den sonra Türkiye’de en az 300 bin gayrimüslim vardı. Oysa o tarihten beri genel nüfusumuz beş misli arttı. Peki, bırakın onların da aynı oranı tutturmasını; bırakın en azından ilk nüfusu korumalarını, bugünkü sayı acaba neden, o da en kabadayısı, 1923’tekinin dahi üçte birine düştü" diye de sormayacağım.
Hatta ve hatta, belki CHP Başkan Yardımcısı’nın da gitmiş olduğu Moda Koço’sunun, Kalamış Todorisi’nin, Yeniköy Alekosu’nun ve onların çocuk ve torunlarının artık niçin buralarda olmadığını; veya, neden sittin senelik "Kırkkilise"ye Kırklareli, "Tatavla"ya "Kurtuluş" veya "Aya Stefanos"a Yeşilköy dediğimizi de deşmeyeceğim.
Çünkü eminim ki, Öymen ve diğer "devlet fetişistleri", örneğin gayrimüslimlere askeri mesleklerin veya yüksek memurlukların "gizli kanun"la (!) hálá yasak olduğunu bile bile, "Canım devletin ne vebali var, gönüllü gittiler" derken yüzleri kızarmayacaktır.
Öyle mi, peki o halde işte size devlet! Hem de alásından devlet teorisi ve de pratiği!
***
AŞAĞIDAKİ demeç dönemin Başbakanı İsmet İnönü’ye aittir ve 31 Ağustos 1931 tarihli "Milliyet" Gazetesi’nde yayınlanmıştır:
"Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur."
Buyrun bakalım, "Milli Şef’"in resmen tanımladığı bu "ırki millet"e diyeceksiniz?
Sonra, yine aşağıda yer alan cümle, aynı devrin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un 18 Eylül 1930’da verdiği o meşhur Ödemiş nutkunda dile getirilmiştir:
"Türk bu ülkenin yegáne efendisi ve sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı!" (...)
Eh, en yüksek "hukuk mercii" dahi "saf Türk soyundan" olmayanlara sırf kölelik ve hizmetçilik hakkı tanıdığına göre, hadi fazla utanmayasınız diye Nazi demeyeyim ama, azınlıklara karşı "faşizan bir devlet siyaseti" benimsendiği gerçeğini nasıl inkár edersiniz?
Üstelik bu arşivler ortada olduğu içindir ki, 1996 Kardak krizi sırasında Öymen Dışişleri müsteşarıyken, Roma’dan gönderilen ve kayalığının Atina’ya ait olduğunu eden hayati kriptolar gibi, pisi pisine savaş çıkartma pahasına, öyle gizliden sümen altı edilemez.
"Faşizan eğilimli" azınlık tarihimizi inkár etmeyin, yoksa siz daha da azalacaksınız!
Yazının Devamını Oku