Paylaş
İnsan beyni bu, budaklı odun değil ki, rendeyle yontulsun ve yosunlu sintine değil ki, asitle sökülsün, söz konusu hafıza bilinçaltından öyle kolay kolay silinmez. Çabuk unutulmaz.
Hadi, okullardaki "resmi" ya da arşivlerdeki "gayr-ı resmi" tarih öğretilerini geçelim.
Fakat, anneannelerin masalımsı anlattığı bir olay; günlük lisanda dil pelesengi edilen bir deyim; şehirde, köyde, kasabada ezelden beri varolan bir anıt, bir çeşme, bir viráne, bütün bunlar o "kolektif hafıza"yı tazeleyen, en azından ayakta tutan unsurları oluştururlar.
***
ÖYLEDİR ve meselá, anlamını artık hemen hiç hatırlamıyormuşuz gibi geliyor ama, "mal bulmuş Mağribi gibi saldırmak" ifadesiyle benzetme yapmayı sürdürüyoruz.
Veya, Doğu Avrupalılar yine hiç düşünmeden "Türk geliyor" ünlemini kullanıyorlar.
Ama bu unutkanlığa rağmen yine de geri planda bir şeylerin olduğunu hissediyoruz.
Yahut, Tuna deltasında rastlanan ve adı "Mecidiye" olan bir mıntıka, Türklerin ve Rumenlerin zıt biçimde yorumladığı diğer bir "kolektif hafıza"yı güncelleştiriyor.
Ve, hiçbiri masûm olmayan bu çağrışımlar, biz bilincine tam varmasak dahi, gururdan önyargıya uzanan ve çok geniş bir yelpazeyi kapsayan kavmi içgüdüleri barındırıyor.
Dolayısıyla da, nasıl tersi mümkünse, bazı uluslar geçmişte, hatta ulusu oluşturmadan önce yaşadıkları yenilgi ve sarsıntıların etkisini çok uzun süre üzerlerinden atamıyorlar.
***
NİTEKİM de, bir yandan "Sevr paranoyası"nda somutlaşan "öteki" dehşeti; diğer yandan ise buna panzehir diye şırıngalanan "on sekiz devlet kuruculuğu" efsanesi falan, biz Türkler yukarıdaki travmayı yaşıyoruz. Korkuyla cesaret, nefretle aşk arasında bocalıyoruz.
"Orta"yı ve "makûl"u bulamadığımız içindir ki, işte bir türlü "normalleşemedik".
Ancak, bu sürünceme hastalıkta ne tek örnek, ne de tek istisnayız!
Sırf yakın coğrafyaya sınırlanırsak, üç aşağı beş yukarı aynı dertlerden muzdarip olan bir Sırbistan’ı mutlaka, Yunanistan ise kısmen aynı kategoriye dahil etmemiz gerekir.
Zira, modern ulusa dönüşümü geç yaşayan Türkler, Sırplar ve Yunanlılar, o dönüşüm sürecinde vahim badireler atlattılar. Kırılgan virajlar döndüler ve ciddi yenilgilere uğradılar.
Dolayısıyla, onlardaki "kolektif hafıza" diğerlerine henüz çok taze olduğundan, aynı hafızadan yola çıkan bugünkü "resmi" tarih ve söylemlerin makul ve normal sayılamayacak siyaset ideolojileri ve pratikleri üzerinde yükselmesi bir derece kadar açıklanabilir.
***
AMA tamam, şeyleri açıklamak tabii ki, onları onaylamak anlamına gelmez. Gelemez.
Aksi takdirde kaderci davranmak ve çağımız dünyasıyla çelişen "anakronik" değerlerle; yani zamana ters düşen kavram ve uygulamalara boyun eğmek zorunluluğu doğar.
Hele hele, hiç olmazsa özürlü Türkiye’yi, Sırbistan’ı, Yunanistan’ı kenara bırakırsak, İngiltere’yle birlikte ulus-devletini tarihte en önce kurmuş olan Fransa’ya ne demeli?
Evet, hani şu şatafatlı "Güneş Kral"ın; hani şu "hürriyet, müsavat, uhuvvet" şiarlı "aydınlanma çağı"nın; hani şu mantıklı düşüncenin Fransa’sı var ya, işte onu kastediyorum.
Çünkü, bu ülke de o "zamanaşımına uğramış" kavram ve uygulamalarla yaşıyor!
Yani, Fransızlar da o "kolektif hafıza"ın esaretinde kıvranıyor!
Şu farkla ki, Paris başkentli devletin ahalisi öyle açık bir yenilgiden ve ani bir fay kırılmasından falan değil, aksine, mazideki "parlaklık"ı (!) evrimsel bir süreçte yitirdiğini fark ettiği ve bunu da hazmediği içindir ki, söz konusu "kolektif hafıza"ya sarılıyor.
Ve, 7 Haziran’daki Avrupa Parlamentosu seçimleri yaklaştıkça artık tam anlamıyla marazileşen Türkiye karşıtlığı da yukarıdaki "anakronizm"in en somut delilini oluşturuyor.
Fransa’nın orta-uzun vadedeki çıkmazını yarın işleyeceğim.
Paylaş