Hadi Uluengin

Kim kimi yıpratıyor?

24 Haziran 2009
"YERLEŞİK kurumları yıpratmak için sistematik kampanya yürütülüyor"! Tabii ki anladınız, şimdilerde hiç durmadan dil pelesengi edilen bu iddia, gizli-açık "Ergenekon" yandaşlarının veya sempatizanlarının yeni tezini oluşturuyor.

Vakıa doğru, 18 Mayıs’taki Tandoğan fiyaskosundan sonra, gösteri öncesindeki o vaveylalı çağrılara rağmen Pazar günü yine in cin top oynayan İzmir "Cumhuriyet Mitingi" nin (!) de ortaya koyduğu gibi, hazretler her geçen gün toplum vicdanından daha çok tecrit oluyorlar

Ancak, beyin yıkayabilmek için papağanlığı sürdürmekten de vazgeçmiyorlar.

Ve tabii, burada kullandıkları "yıpratılan kurum" ifadesiyle de esas olarak, bütün ümitlerini "süngü atmasına" bağladıkları TSK’yı kastediyorlar.

Pes ve de fesüphanallah!

*

EVET, pes ve de fesüphanallah, çünkü acaba hangi ülkede yaşıyoruz?

Acaba onlar Türkiye’de, bizler de Patagonya’da falan mı nefes alıyoruz?

Sorarım size, bugüne dek o kurumları; üstelik de anayasal kurumları, "yıpratmak" falan ne kelime, açıkça ayaklar altına alarak üzerlerinde defalarca tepinmiş olanlar kimlerdir?

Hatırlatmak için bari sayayım:

*

27 Mayıs 1960 biir; 12 Mart 1971 ikiii; 12 Eylül 1980 üüüç ve 28 Şubat 1998 döört!

Moderni ve post-moderniyle bu ülkede tam dört tane askeri darbe gerçekleşti.

22 Şubat 1962; 21 Mayıs 1963; 9 Mart 1971; 27 Nisan 2007, dört de girişimi oldu.

Artı, "andıç"lar, "lahika"lar, sosyetikleri ve "Ku Klux Klan üyelerini" (!) mimleyen "fişleme"ler bir yana; yok "Sarıkız"ı, yok "Ayışığı", yok mehtabı, yok kameri falan, cihet-i askeriye bünyesinde kızağa konulmuş binbir kumpas ortaya çıkartıldı.

Çetelesi tutulamayacak kadar çok sayıdaki "kaş çatmaları" zaten hesaba katmıyorum.

Ve, kurumları kimin yıprattığı kör parmağım gözüne böylesine açıkken, siz ciddi ciddi ve TSK’yı kastederek, "onu yıpratmak için kampanya düzenleniyor" buyuracaksınız.

Bunu bir tek benim küláhım yutar!

*

ŞİMDİ Allah rızası için, yukarıdaki iddiaların sahipleri hiç olmasa bir defalığına eğri oturup doğru konuşsunlar da, ağızlarındaki baklayı dobra dobra dışarı çıkartsınlar.

Evrensel kıstasların hüküm sürdüğü bir rejimde yaşamayı kabulleniyor musunuz?

Yani, asla ayrıcalığı ve dokunulmazlığı olmayacak bir ordu kurumunun da diğer temel demokrasi kurumlarına bağlı olduğu ve onları yıpratmaya cüret ve cesaret edemediği; edenler çıktığı takdirde ise suçluların emir komuta zincirinde işleyen askeri mahkemede değil, tüm demokrasilerde olduğu gibi, sivil hakimler tarafından yargılanmasını onaylıyor musunuz?

TSK "İç Hizmetler Kanunu"nun derhal kaldırılmasına he diyor musunuz?

*

BUNLAR kıvırtılacak ve yan çizilecek sorular değildir. "Ama"sı, maması da yoktur.

Dolayısıyla, son "AKP’yi ve Gülen’i bitirme planı" ister gerçek, ister sahte olsun, yarım yüzyıldan kısa bir sürede dört askeri darbe yaşamış, dört darbe girişimiyle karşı karşıya kalmış ve sayısız "andıç", "lahika" ya da "fişleme"yle ağzına biber sürülmüş Türkiye demokratlarının söz konusu belgeden "pimpiriklenmesi" sonsuz meşrudur. Sonsuz haklıdır.

Hatta, yukarıdaki somut ve nesnel tablo, "ulusalcılar"ın hayali "Sevr paranoyası"yla karşılaştırılmayacak ölçüde, gerçekten de bir "paranoya" zemini sunmaktadır.

Ama sen yine de "yerleşik kurumlar yıpratılıyor" diye dezenformasyon yapacaksın.

Oysa artık karar verelim, neyi "yerleşik" kılacağız, demokrasiyi mi, militarizmi mi?
Yazının Devamını Oku

Ortadaki demokrasi

23 Haziran 2009
<b>Abant</b><br>"DEMOKRASİ orta sınıflarla birlikte doğmuştur ve bir orta sınıflar rejimidir".<BR><BR>"Mesele elitlerde değil, elit kültüründedir; elit kültürü demokrasiyle uzlaşmaz." *

YUKARIDAKİ iki saptamayı da, Allah daha nice uzun ömürler ihsan eylesin, seksenaltı yıllık hayatının atmış yılını demokrasiyi incelemeye vakfeden ve hiç şüphesiz, yaşayan en büyük tarihçilerimizden biri olan Kemal Karpat "Abant Platformu"nda dile getirdi.

Zaten aslına bakarsanız, 19’uncusu bu hafta sonu "Demokratikleşme: 12 Eylül’den AB’ye Siyasi Partiler" teması etrafında gerçekleşen aynı "Platform", Wisconsin Üniversitesi profesörü tarafından ifade edilen doğrunun enine boyuna genişletildiği bir forum oldu.

Yani, demokrasinin Türkiye’de de artık orta sınıflara mal edilmesi için, elitlerin değil "elit kültürü"nün devre dışı bırakılması, hukuki, siyasi ve toplumsal çerçevede tartışıldı.

İmdii, söz konusu "Abant Platformu"nun "Ergenekoncu" çevreler tarafından "bitirilmek istenen" (!) Fethullah Gülen Hocaefendi camiasına yakınlığı herkes tarafından bilindiğinden, esas konuya tekrar dönmeden önce burada kısacık bir parantez açacağım.

*

İSTERDİM ki, az biraz birikime sahip olan ve kasten dayatılan "laik-anti laik" ikilemi karşısında çok haklı olarak bocalayan "sokaktaki adam", hem geleneksel Abant toplantılarını, hem de "ulusalcıların" düzenlediği en üst düzey "kuramsal toplantıları" izlesin.

Birincilerdeki entelektüel seviyeyi, ufuk açısını ve eleştirel diyaloğu, ikincilerdeki dogmatik zihniyet şeması ve "liboş-dönek-yandaş" slogancılığıyla karşılaştırsın.

Sonra da kararını önyargısız biçimde kendisi versin ki, parantezim bu kadarcık!

*

ŞİMDİ tekrar Profesör Karpat’a dönersem, bir orta sınıflar rejimi olan demokrasi işte bu niteliğinden de dolayı, genel bir "ortalama değerler" zemini üzerinde yükselir.

Yani siyasi yelpazede "merkez", siyasi arenada da "uzlaşma" belirleyicilik taşır.

Yönetim performansında ise "vasat" ağır basar.

Bir başka deyişle, zaten Latincede "orta" anlamına gelen "medius"tan türemiş olan "mediyokrasi", muhtemelen çoğulcu sistemi en doğru biçimde tanımlayan deyimdir.

Dolayısıyla, bu kez tersinden söylersek, demokrasi aşırı kutupların, kavgacı ortamların ve mükemmeliyetçi beklentilerinin rejimi değildir. Olamaz da. Bunlarla ikáme edilemez.

Ve tekrar dolayısıyla, "demokrasi kültürü" dediğimiz zaman, yukarıdaki "merkez-uzlaşma-vasat" ekseninin yerleşiklik kazanmış olduğunu daha en baştan varsaymış oluruz.

Oysa söz konusu kültür Türkiye’de hálá ne yerleşmiş, ne de hazmedilmiş bulunuyor.

Bunun temel nedenini de, yine Kemal Karpat’ın vurguladığı "elit kültürü"nün bugüne dek sürdürdüğü mutlak tahakkümde aramak gerekiyor.

*

TABİİ burada, evrensel kıstaslara vurulduğu takdirde ülkemizde kendini "elit" (!) addedenlerin aslında ne menem bir elit olduğu sorusu, apayrı bir tartışma konusu oluştur.

Ama madem ki böyle bir kesim mevcut, o halde "demokrasi kültürü"ne ulaşabilmek için, mümkün mertebe usta ve usturuplu davranarak, onların kendilerine vehmettiği "seçkin" sıfatını "tamam ağam, tamam paşam, sen kaymağın kaymağısın" diye kabullendikten sonra, cismaneliklerini değil, dayattıkları "elitist siyaset kültür"ünü yıkmak gerekiyor.

Ancak, yukarıdaki operasyon ne denli usta ve usturuplu yapılırsa yapılsın, her cerrahi müdahalede olduğu gibi burada da belirli bir rizikonun doğması kaçınılmazlık arz ediyor.

Oysa, söz konusu riziko artık mutlaka ve mutlaka göze alınmalıdır!

Demokrasi doğası icábı vasatlık rejimi olsa dahi, tüm "orta"yı kapsadığı için, onun bu izafi vasatlığı, "sivriliği" kendinden menkul "vasat elitler" yanında bir Everest zirvesidir!
Yazının Devamını Oku

Fransa ve Türkiye Mevsimi

20 Haziran 2009
ŞU Fransa, daha doğrusu şu Nicolas Sarkozy, Türkiye konusunda ne yapmak istiyor? Anlayan beri gelsin ki, zahir Mösyö Başkan aklını peynir ekmekle yemiş.

Üstelik de, öyle canım kamamber peyniri ve baget francalasıyla falan değil!

Tüketim tarihi geçtiği için kıtıpiyoz market reyonuna düşmüş küflü keçi tulumu ve hamuru bayatladığı için köhne berduş kantinine dağıtılmış kara Alzas somunuyla yemiş.

İki ülke ilişkileri bir yana, bütün bir AB’nin de siyasi geleceğini rizikoya sokuyor.

***

ÖYLE ve nitekim, daha Elysées Sarayı’na kurulmadan önce "Türkiye Avrupa’da değildir, dolayısıyla AB üyesi olamaz" diye tutturmuştu ki, sonra da aynı minval üzre gitti.

Üstelik, bir de Alamanya’nın Frau Merkel’iyle Ankara konusunda imam nikahı kıydı.

Aslında AB bünyesinde yalnız olan bu hınzır çift "non" ve "nein"dan taviz vermiyor.

Hatta Carla Bruni’nin zevci, açık Amerikanofilliğine rağmen, "ABD Ankara’dan yana" diyen Obama’yla bile zıtlaştı ve lisán-ı münasiple "işime karışma" diye rest çekti.

***

HAYIR, ucuz suçlama ve iftiracılığın alemi yok, Sarkozy’nin bu "anti Türkiye" tutumu gizli ırkçılıktan veya telaffuz edilmemiş bir "İslamofobya"dan kaynaklanmıyor.

Paris liderinin Ankara karşıtlığını yalnız ve yalnız, onun kısa vadeli hedefler peşinde koşan ve stratejik vizyonu es geçen popülist bir siyasetçi olmasında aramak gerekiyor.

Şöyle ki, zaten şoven önyargıları olan "sıradan Fransız" hem yeni bir genişleme durumunda ekmek kapısını kaybedeceği; hem de Müslüman kökenli muhacirlere yenilerinin eklenerek hayat tarzının ve asayiş durumunun daha çok tehlikeye gireceği kaygısını taşıyor.

Dolayısıyla, nüfusu devasa ve kimliği yine Müslüman bir Türkiye’ye soğuk bakıyor.

Ve, Elysées Sarayı’nın kiracısı söz konusu önyargı ve endişeleri bizzat taşıdığı için değil, çoğunluğun bunları taşıdığını bildiği için, Ankara’ya kapı kapatarak puan topluyor.

***

İMDİİ, Türkiye "ev ödevi"ni yerine getirdiği takdirde ne Sarkozy’nin, ne markozinin taş koyabileceği gerçeğini zaten geçelim de, burada yapılması gereken başka bir şey daha var:

Yukarıdaki "sıradan Fransız"ı da kazanmak! Çok geniş bir lobiciliğe soyunmak!

Yani, halkdalkavukçusu Paris liderinin bizzat o "halk"ını ikna etmek!

Nitekim, Sarkozy gibi dar açıya değil, geniş bir ufka sahip olduğu için ilk insiyatifi eski başkan Jacques Chirac tarafından alınan ve 1 Temmuz’dan itibaren tüm Fransa çapında yüzlerce etkinlik gerçekleştirilmesini öngören "Türkiye Mevsimi" de bu amacı hedefliyordu.

"Hedefliyor" yerine "hedefliyordu" diyorum, çünkü "Le Monde" gazetesinde konuya ilişkin olarak pabuç kadar haber yayınlandı ki, proje belki de suya düşüyormuş.

"Resmi" Paris’in o "anti" tutumundan dolayı, hem esas finansal kaynağı sağlayacak olan Türk hükümeti, hem de sponsor firmalar "acaba değer mi" diye düşünmeye başlamışlar.

***

VALLA bana sorarsanız, Fransızlar’ın Türklere özel antipati beslemediğine ve sorunun "ötekini bilmemekten" kaynaklandığına inanan, üstelik son kamuyoyu taramasında Ankara’ya "hayır" diyenlerin büyük düşüşe geçtiğini saptayan birisi olarak söylüyorum ki, hálá değer!

Organizatörlerin ’Le Monde’a yakındığı noktalar hızla düzeltilerek program iyi tasarlandığı ve gerçekleştirildiği takdirde, yoğun rüzgarlarla gelecek bir "Türkiye Mevsimi" altıgen ülkenin üzerindeki bulutlu havayı önemli ölçüde dağıtabilir.

Tabii ki sakızlı lokumla değil, ama aynı Mevsim avangard resmiyle, öncü tasarımıyla, dışavurumcu sinemasıyla, rockçu klipiyle, Nobel’ci edebiyatıyla, sivilci felsefiyatıyla Fransa’da öyle bir güneş pırıldatabilir ki, bir bakarsınız, halkdalkavukçusu o Nicolas Sarkozy yine halkın nabzına göre şerbet vermek için, bu defa da "pro Ankara" şampiyonluğa soyunmuş.
Yazının Devamını Oku

İranî durum

18 Haziran 2009
İRAN seçimlerinde sahtekarlık yapıldı mı? Anasına bak kızını al, daha kazandığı açıklandığı an Venezuela’nın Chavez’i, Kuzey Kore’nin Cong İl’i ve Türkiye’nin "Ergenekoncu Maocular"ı tarafından tebrik edilen Mahmud Ahmedinejad, başkanlık koltuğuna ikinci kez otururken hileye başvurdu mu?

Mümkündür!

Farsi devlet gibi yarı totaliter-yarı teokratik, her halükarda da otoriter bir rejimde, oylamanın dürüst ve özgür ortamda gerçekleşeceğine dair kesin güvence yoktur ve olamaz.

***

ANCAK, böyle bir ihtimale açık kapı bırakmak bir şeydir; Ahmedinejad karşısında yenilgiye uğradığı resmen ilan edilen Mir Hüseyin Musevi yandaşlarının hile iddiasından yola çıkarak, seçimleri ikincisinin kazanmış olduğuna hükmetmek bambaşka bir şeydir.

Ortadaki tanıklıklara rağmen yine de, rejimin yukarıdaki doğasından ötürü, sonucu değiştirecek nitelikte yoğun sahtekarlıklar yapıldığını doğrulayacak delillere sahip değiliz.

Dolayısıyla, aynı Musevi yandaşlarının Tahran’daki protestolarına bakarak kesin bir yargıya varmak, bu defa da "sokağın gazına gelmek" anlamını taşır.

Unutmayalım ki, son tahlilde bir "aktif azınlık" olan ve esas olarak da orta-üst sınıflarla özdeşleşen bu kitlelerin "sessiz çoğunluk"u ne denli temsil ettiği meçhulumuzdür.

Kaldı ki, bir Amerikan kamuoyu kuruluşunun seçim öncesi ve komşu bir ülkeden İran’a açtığı telefonlarla gerçekleştirilen sondajda da, sonuç yine Ahmedinejad lehine çıkmıştır.

O halde, şimdilik şu hipotez ağır basıyor:

"İşi garantiye almak için" şurda burda sandıklar manipüle edilmiş olsa bile, belki resmi rakamlardaki gibi yüzde altmış oranlarında değil ama, muhtemelen yüzde elli küsurlarda dolaşan bir skorla başkanlık seçimini bugünkü lider kazanmıştır.

***

ÖTE yandan, ruhani önder Ayetullah Ali Hamaney denetimindeki "Anayasayı Muhafaza Şûra"sın oyların kısmen yeniden sayılması yönünde vermiş olduğu son karar esas olarak "iktidar sınıfı"nın, daha doğrusu "teokratik oligarşi"nin iç çatışmalarıyla ilintilidir.

"Reformcu" (!) addedilen Musevi dahil rejimin niteliği konusunda kesin uzlaşma olsa dahi, yine de bu sınıf yekpare bir bütün değildir. Yöntem ve nüanslarda çelişkiler vardır.

Gerek Mahmud Ahmedinejad’ın yarattığı imaj rahatsızlığı, gerekse İran’ın içinde bulunduğu sosyo-ekonomik durum, yeni bir "dengeleme" arayışını körüklemektedir.

Zaten de, seçim öncesi Ahmedinejad’dan uzaklaşan; sonuç açıklanınca yakınlaşan, protestolar ertesinde ise yine mesafe koyan Hamaney’in bu yalpalamasını, çok muhtemelen yukarıdaki dengeleme manevralarıyla açıklamak gerekmektedir.

Nitekim, ihtiyat payını saklı tutmak kaydıyla aktarıyorum, Tahran’dan ulaşan bazı haberler, antipatik Cumhurbaşkanı’nın kısmen "törpüleneceği" ve belki de Mir Hüseyin Musevi dahil, geniş bir "milli koalisyon"un gündeme geleceği yönündedir.

Dolayısıyla, kalabalıklar illá manipüle edilmiyor olsa bile, başkentteki gösterilerin falan veya filan odak tarafından, yukarıdaki dengeleme manevralarında terazinin kefesine konulan birer ağırlık olarak kullanıldığını düşünmek, son derece gerçekçi bir varsayımdır.

***

ŞU kesin, seçimler ertesi İran’da bazı taşlar yerinden oynadı

Zaten durağan olmayan ve derin bir uygarlıktan süzülen Farsi toplumda "öncü" öğeler harekete geçti. Artı, Darius saraylarındaki gibi, ricál mensupları da birbirine el ense çekiyor.

Ancak, buna bakarak sarayın yıkılacağını ve Tahran başkentli ülkede de Ukrayna ve Gürcistan türü bir "devrim"in gerçekleşeceğini ummak, en azından bu aşamada hayalciliktir.

İran’da durum ortadadır, ama "laik rejim" projesi de yakın gündeme değildir!
Yazının Devamını Oku

Ordu ve kalite

17 Haziran 2009
"MİLLİYET" Gazetesi’nin pazar ilávesinde, cihet-i askeriyeye hayli meyilli olduğu anlaşılan Profesör Dr. Celál Şengör, mülákatı yapan Devrim Sevimay’a şöyle konuşuyordu: "Harp Okulu’na müracaat ne kadar? 33 bin kişi! Kaç kişi alacaklar; 120 kişi!

"Bu, tabii ki kalitenin kanıtı; 33 binden 120’yi seçmek ne demek..."

***
  
ASLINDA, istatistikî açıdan bakıldığında ünlü jeoloğun mantığı doğruluk arzediyor.

Gerçekten de, rakam orana vurulduğu takdirde yüzde sıfır virgül dörde tekabül eder.

Dolayısıyla, bu kısıtlı "elit"e dahil olup Harp Okulu’na giren öğrencilerin, Frenklerin "krem dö la krem" dediği türden bir "kaymak" oluşturduğunu söylemek yanlış sayılmaz.

***

TAMAM da, tercihleri belirleyen kıstaslar nelerdir? Çıta hangi ölçeğe göre ayarlıdır?

Örneğin, bir futbol takımı gençler ekibinde yetiştireceği oyuncuları seçerken, ince eleyip sık dokuyarak, meşin yuvarlağa en yatkın olan adayları bünyesine toplar.

Kimseden kimya veya coğrafyada da álim olmasını istemez. Böyle bir şey beklemez.

Sonra, o yetiştirme sırasında antrenör toy oyunculara şekil verir. Onları eğip, büker.

Ve, bu takım gerçekten de çok kaliteli olabilir ama, kıstasları pas, çalım ve şut melekeleri tayin ettiğinden, o kalite ancak ve ancak futbol branşıyla sınırlı kalır.

***

İMDİİ, Harp Okulu’na girebilen o binde dörtlük "elit"in ilkin zeká, bilgi ve bedeni yeterlilik sınavlarıyla elenmesi zaten çok doğal çok olduğundan, bunları bir kenara bırakalım

Artı, şüphesiz ki dünyanın bütün orduları gibi, TSK’nın da vatanseverlik, fedakarlık, kahramanlık gibi "pathos" içeren kriterlere öncelik vermesi yadırganamaz. Bu da doğaldır!

Fakaat, bunlar doğaldır ama yeterli değildir! Acaba söz konusu kriterlere, o adayların çağımız dünyasını algılayış biçimi ve sivil rejime mutlak sadakat ilkesi dahil edilmekte midir?

Meselá, "27 Mayıs darbesi meşrû muydu, değil miydi" sorusu sorulduktan sonra, ez kaza "meşrûydu" cevabını verenlere derhal kapının tokmağı gösterilmekte midir?

Veya, "andıç neydi ve kimler tarafından kime karşı komplo düzenlendi" sorusunu yanıtlayamayanlar, yakın tarihi sınavını geçemedikleri için derhal dışlanmakta mıdırlar?

Hiç sanmıyorum ve bu yüzden de, Prof. Şengör’ün vurguladığı nicelik "kalite"sinin, kıstaslar militarist ruhiyatta belirlendiği için, niceliğe yansıdığı konusunda şüphe besliyorum.

***

OYSA, ordu tabii ki futbol klubü değildir! Yetiştireceği kadroların tek doğrultu yerine çok yönlü bakışa sahip olması ve çağımız dünyasına ayak uydurması kesin bir zorunluluktur.

Yani, Harp Okulu’na giriş kriterleri bir yana, tıpkı antrenörün genç oyuncuyu en yeni taktiklere göre eğitmesi gibi, Okul’daki derslerin de en geniş ufuklara açılması gerekir.

Ama heyhat, mahallede "Ku Klux Klan" üyesi aramaktan, sanki Clausewitz’in iç ve dış dengelere ilişkin strateji dersi öğretilmemiş gibi, "Ergenekon" zanlısı en üst komutanların inanılmaz "hesaplar"ına (!), ortaya çıkan sayısız örnek hiç de böyle bir ufuk yansıtmıyor.

Öyle ki, andıçlardaki Türkçe yanlışları bir yana, MGK sekreterliğine ulaşmış general dahi ciddi ciddi, mensup olduğu ordu NATO üyesiyken, Çin’le ittifaktan dem vurabiliyor.

Yani, zahir tekno-militer alanda mevcut olan bir "kalite", TSK kendisine sivil hayata müdahil olmak misyonunu da vehmettiğinden, oraya bulaştığında, tam taponluğa dönüşüyor.

***

OYSA hiç şüphesiz, o TSK’nın nicelik "kalite"sini nitelikte de tutturması gerekiyor.

Ve bunun tek yöntemi, önce otuzüç bin aday arasından yüzyirmi aday seçerken, çıtayı demokratik orduların evrensel kıstasları seviyesine çekmekten; sonra da, onları yalnız ve yalnız mesleki "elit" oluşturmak için eğitirken, öğretim zihniyetini sivilleştirmekten geçiyor.
Yazının Devamını Oku

Bir kanaat olarak Genelkurmay açıklaması

16 Haziran 2009
DÜN sabahki ilk açıklamasında önce apoletli sansür kararına uzun uzun mazaret bulmaya çalışan Genelkurmay, sondan bir önceki paragrafta, "Taraf" Gazetesi’nin TSK’ya atfen yayınladığı "İrticayı Bitirme Planı"na ilişkin olarak aşağıdaki ifadeye yer verdi: "Olayla ilgili olarak yapılan soruşturmada şu ana kadar elde edilen deliller değerlendirildiğinde, ele geçirildiği iddia edilen belgenin Genelkurmay Başkanlığı’nın herhangi bir biriminde hazırlanmadığına ilişkin bir kanaate varılmıştır."

Ardından bir de ikinci açıklama geldi ki, çık çık çıkabilirsen işin içinden!

***

ÖYLE, çünkü tamam, birinci açıklama tabii ki "belge"nin aidiyetini doğrulamıyor!

Ama dikkat, asla da ya-lan-la-mı-yor!

Nitekim, "şu ana kadar elde edilen deliller" ifadesindeki ihtiyat payına bilhassa mim koyun; artı, "hazırlanmadığına ilişkin bir kanaate varılmıştır" gibi elástiki ve yuvarlak yaklaşımın altını kırmızı kalemle çizin, ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır.

Eh, herkes bilir ki "kanaat" başka bir şeydir, "kesinlik" ise bambaşka bir şeydir!

Diğer bir deyişle, ciheti-i askeriye dünkü ilk açıklamasıyla, "şu ana kadar elde edilen deliller"e "başka deliller" eklendiği takdirde, söz konusu "kanaat"ini değiştirebileceğine; daha doğru, ister istemez değiştireceğine açık kapı bıraktı. Bırakmak zorunda kaldı.

Zaten ikinci duyuru da bu "açık kapı"yı bile biraz daha aralamak ihtiyacını yansıtıyor.

O halde durum ortadadır ve kamuyoyu vicdanındaki şüpheler ortadan kalkmamıştır.

***

DİĞER taraftan, aynı Genelkurmay’ın "Taraf"taki haberin yayınlanmasından sonra ve "sukût ikrardan gelir" sözünü doğrularcasına, yetmişiki saat boyunca suskun ve ketum kalması, söz konusu şüpheleri daha da pekiştiren diğer bir unsuru oluşturuyor.

O Genelkurmay ki, "andıç"ından "láhika"sına, Türkiye’deki sivil rejimleri vesayet ve boyunduruk altına almak girişimleri zaten herkese malûm bir TSK’nın en üst kurumudur.

Oysa, AKP iktidarını ve Fethullah Gülen Hocaefendi camiasını "bitirmek" (!) için hazırlandığı iddia edilen "belge"yi, yine bir iddia olarak, "Harekat Başkanlığı Bilgi Destek Dairesi 3. Bilgi Destek Şube Müdürü" bir deniz albayının imzaladığı öne sürülmektedir.

Adı sanı belli bu subay ise hiyerarşik olarak tabii ki aynı en üst kuruma bağlıdır.

Peki, uydusu ve radarıyla "Kandil Dağı’nın ruhunu" dahi anında dinlemekle övünen bir TSK nasıl oluyor da, "yazdın mı, yazmadın mı" şeklindeki saliselik bir soruşturmadan sonra, niçin kesin bir "evet" veya "hayır"la nokta koymamış ve işi "kanaat"te bırakmıştır?

Dolayısıyla, dünkü her iki açıklama da doyurucu değildir ve sorular hala cevapsızdır.

Ve, o komplo ve entrika "belge"nin doğrulanması ihtimali ortadan kalkmamıştır.

***

ÖTE yandan, böyle bir doğrulanma durumunda, "Ergenekon" sanıklarına ek olarak, bünyesinde barındırdığı bazı unsurların zeká düzeyini ve totaliter ufkunu bir defa daha ortaya koyacağı için TSK’nın dev bir prestij kaybına uğrayacağı gerçeğini şimdilik kenara bırakalım.

Ama "belge" tamamen uydurmasyon olsa bile, "askeri sansür"e ne diyeceğiz?

Hangi çağda, hangi rejimde ve hangi ülkede yaşıyoruz?

Prusya militarizminin kol gezdiği 2. Wilhelm Almanya’sında veya General Ziya’nın asıp kestiği Pakistan’ında mıyız ki, emir komuta zincirinde hüküm buyuran askeri yargıçların iki dudağı arasından çıkacak kararla, sivil kamuyonun haber alma özgürlüğü yasaklanabiliyor.

12 Mart, 12 Eylül, 27 Nisan hálá bitmedi mi? Bitmeyecek mi? Bitirilmeyecek mi?

Hayır hayır, bitti, bitiyor ve bitirildi ki, tüm bunlar da aslında o bitişin tezahürleridir!

Şu an Türkiye’de militarizmin son defteri dürülmektedir ve bu hüküm de benim öyle her ihtimale açık kapı bırakan "kanaatim" falan değil, geleceğe ilişkin k-e-s-i-n öngörümdür.
Yazının Devamını Oku

AKP ve liberaller (son)

13 Haziran 2009
EN azından Machiavelli’nin 16. yüzyılda kaleme aldığı "Prens"ten beri biliyoruz ki, siyaset ancak "mümkün olan"ın çerçevesinde hayata geçebilir. Hayalciliğe prim vermez. Buradaki "mümkün olan" deyimiyle, toplumsal eğilimlerin, önyargıların, inançların, vs.nin; artı, iç ve dış dinamiklerin yarattığı konjonktürel dengelerin bütününü kastediyoruz.

O halde demek ki, politika arenasında aktör olmayı amaçlayan herhangi bir kişi, fikir, akım veya teori açısından bakıldığında, mükemmeliyetçiliğe ve azámiyetçiliğe yer yoktur.

Yani kim ki sahneye çıkıyor, oportünist ilkesizliğe kaymadan, fakat elástiki bir pragmatizmi de elden bırakmadan, tercihler yapmak ve "realpolitik" davranmak zorundadır.

Ve yine kim ki sütten çıkmış ak kaşık kalacağım diye o "mümkün olan"ı reddediyor, eh mirasyedilikten kalma lüksünü doya doya harcasın!

Oysa "Liberal" diye adlandırılan Türkiye özgürlükçülerinin bu lüksü yok ve olamaz.

***

YOK ve olamaz, çünkü en önce, aynı özgürlükçüler olarak kendimizi kandırmayalım.

Evrensel anlamdaki demokratik, sivil ve laik bir projeyi sahiplenen o liberallerin, bağımsız ve organik bir yapı şeklinde politikaya damga vurması, yakın bir ihtimal değildir.

Nitekim de, heyhat ki heyhat, "Yeni Demokrasi Hareketi" tecrübesi ortadadır.

Oysa bu "marjinallik" hedefin de marjinal olduğu anlamına gelmez. Gelmektedir.

Aksine, dünyanın ve Türkiye’nin "esas rota"sı söz konusu proje doğrultusundadır.

Fakat buna rağmen özgürlükçülerin yine de dişe dokunur bir odak oluşturamaması, burada ayrıntısına girmeyeceğim çok çeşitli sosyolojik nedenlerden kaynaklanmaktadır.

Her halükarda, madem ki, liberaller fikri açıdan bir "siyaset aktörü"ne dönüşmek iddiasındadırlar, bu takdirde kızoğlan kız bakire arayarak yukarıdaki "lüks"e gark olamazlar.

Dolayısıyla, öz güçleri proje uygulamasına yetmediği için, Machiavelli’nin tanımladığı o "mümkün olan" çerçevesinde, pragmatik ve realpolitik tercihler yapmak zorundadırlar.

Ve tabiatıyla da, söz konusu tercihlerin, kendi hedeflerine en yakın gördükleri ve en çok etkileyebileceklerini düşündükleri politik odaklardan yana olması kaçınılmazdır.

***

ANCAK burada dikkat, bin defa dikkat!

Söz konusu tercih zamanda ve mekánda sınırlıdır. Elástikidir. Bağlayıcılığı yoktur.

Her olayda ve her gelişmede, değerlendirmeye göre değişebilir. Zıddına dönüşebilir.

Tamam, kısmen stratejik bir yön taşır ama yine de esas olarak taktiktir. Geçicidir.

Yani, taraftarlık, yandaşlık ve partizanlık asla söz konusu değildir ve olamaz.

Zira özgürlükçüler yalnız kendi projelerinin taraftarı, yandaşı ve partizanıdır ki, nokta!

***

İMDİİ, yukarıda ilkin, nesnel ve somut bir siyaset platformu olduğunu saptadık.

Sonra, özgürlükçülerin hedeflediği öznel, iradi ve ideal bir projeye değindik.

Nihayetinde de, birincisinin ortamında ikincisine mümkün mertebe yaklaşmak için her defasında tercihler yapmak ve belki bazen de "ehven-i şer"leri seçmek gerekeceğini söyledik.

Pekii, mevcut şartlarda o pragmatik tercih ve reelpolitik seçim kimden yana olacaktır?

***

BU sorunun cevabı diğer bir soruda yatıyor: "Tercih kimden yana olmayacaktır?"

Tabii ki, asla ve asla, "derin egemenler"in bir ucunu "Ergenekon"a vardırdığı ve ebediyen dayatmak istediği statükodan yana olmayacaktır.

Dolayısıyla da, özgürlükçülerin tercihi ve seçimi, asgari demokratik ve laik ilkelere sadık kalmak kaydıyla, kim o egemenlere ve o statükoya daha uzaksa, ondan yana olacaktır.

Yegáne kıstas budur ve bırakın oportünizmi, bu hayati kıstas pragmatik bile değil, günümüz Türkiye’sinde hem siyasi, hem ahlaki, hem de insani açıdan kesinkes il-ke-sel’dir!
Yazının Devamını Oku

AKP ve liberaller (II)

11 Haziran 2009
"YAPMAK zorunda olduğumuz seçim iyiyle kötü arasında değildir!<br><br>Seçim, tercih edilebilir olanla, asla tasavvur edilemeyecek olan arasındadır!". ***

SOĞUK Savaş’ın başladığı 1947 yılında telaffuz edilmiş olan bu sözler, 20. yüzyılın ikinci yarısına damga vurmuş olan büyük toplum ve siyasetbilimci Raymon Aron’a aittir.

Çünkü Aron, başta Jean-Paul Sartre ve müritleri olmak üzere, tatlısu "solcusu" (!) Paris "intelligentsia"sı tarafından lánetlenmek ve aforoz edilmek pahasına, dayatan seçimde, "tercih edilebilir olan"ın "Hür Dünya" ve liberal sistem olduğu görüşünü savunmuştur.

Daha Türkçeleştirsek, Fransız sosyolog genel Amerikan paradigmasını o "iyi" olduğu için değil, genel Sovyet paradigmasına oranla "ehven-i şer" olduğu için sahiplenmiştir.

Ve malûm, böylesine soğuk ve nesnel bir gerçekçiliğe "reelpolitik" diyoruz.

***

NİTEKİM de, Stalin katliamları, Macaristan ve Çekoslovakya işgalleri, Vietnam "boat people"leri, Kamboçya soykırımları falan, tarih Raymon Aron’u doğruladı.

Zaten, geçmişte "anti-komünistler köpektir" diye ahkam kesmiş olan Mösyö Sartre son günlerinde nedamet getirdi ve "düşman"ıyla birlikte anti-komünist yürüyüşlere katıldı.

Fakat, hem kel, hem fodul, aynı züppe "intelligentsia" yine de "Aron’la haklı çıkmaktansa Sartre’yla yanılmak evladır" láfını dil pelesengi etmekten utanmadı.

Ne değişir, "tercih edilebilir olan"ın o "tercih edilebilirlik"ini bizzat hayat ispatladı.

***

İŞTE, tüm konjonktürel farklılıklara rağmen, "AKP-liberaller" ilişkisinde, yukarıdaki "reelpolitik" seçim bugün de Türkiye özgürlükçüleri açısından geçerlidir.

Başka bir deyişle, dün belirttiğim gibi, halen iktidar partisinde somutlaşan ama aslında din duyarlılıklı çok geniş bir yelpazeye yayılan siyasi izdüşümler, onlar "iyi" oldukları için değil, şimdiki şartlarda "tercih edilebilir" oldukları için, liberallere daha yakındır.

Çünkü zıttında, Aron’un deyimiyle "asla tasavvur edilemeyecek olan" vardır.

Yani, derin egemenlerin ve statüko zaptiyelerinin dayattığı ezeli paradigma mevcuttur.

Fakat tabii, böylesine ciddi bir hükme vardığım için bana bir dizi yine çok hayati sorunun yöneltilmesi hem meşruluk arz ediyor, hem de zorunluluk oluşturuyor.

O halde şeytanın avukatlığını üstleneyim ve bunları kendi kendime sorayım.

***

HER şeyden önce, bıçak kemiğe mi dayandı ki illá bir seçim yapmak zorunda olalım?

Bazıları bu seçimin gündemde olmadığı veya henüz gelmediği görüşünü taşıyabilir.

Veya, "etik" davrandığını söyleyerek, "kırk katırla, kırk satır arasında bir tercihi reddediyorum" diyerek "tarafsızlığını" (!) ilán edebilir.

Sonra, benim vereceğim "evet, seçim gerekiyor" cevabı ortaya çıktığı takdirde bu defa da, "peki ama, neden AKP’de cismanileşen dini hassasiyetli oluşumlar statükoya oranla daha ’tercih edilebilir olanını’ oluşturuyormuş" diye ikinci bir sorusu eklenebilir.

Üstelik, tahammülsüzlük ve hoşgörüsüzlükle özdeşleşen "siyasi İslam"ın dünya sathındaki şeceresi hiç parlak olmadığından; artı, "hayat tarzı" gibi sonsuz önemli ve sonsuz belirleyici bir faktör devreye girdiğinden, bu sorunun meşruiyeti asla tartışma götürmez.

Dolayısıyla, laik kimlikli pek çok insanın bugün yaptığı gibi, üçüncü bir soru da, "neden o ’tercih edilebilir olan’, hiç olmazsa benim hayat tarzıma ilişmeyen statüko paradigması olmasın" şeklinde formüle edilebilir.

Evet evet, bu soruların hepsi yerden göğe kadar haklı ve meşrudur.

Ama cumartesi günü irdeleyeceğim gibi, m-e-v-c-u-t şartlarda verilecek "reelpolitik" cevaplar, liberal özgürlükçüler için "tercihe şayan" olanın kimliğini değiştirmemektedir.
Yazının Devamını Oku