Eh, ressamımız hem daha önceleri kalem oynattığı “Kürt bakkala gitme” ve “ordu göreve” manşetli provokasyon dergisine, hem de “Ergenekoncu Maocular”ın “Karanlık” varakparesine “küstüğü” (!) için artık “ulusalcı/neo-ittihatçı” kesime “muhkim kale” (!) “Cumhuriyet” gazetesiyle yetiniyor ya, kısaltarak aktarıyorum, işte orada şöyle yazıyordu:
“Hedefleri militarizm olsaydı, askerler geldikleri gün nasıl gidecekleri planını yapmazlardı. İsteseler, anayasa yazarken, Arap ve Latin tipi militarist rejim kurarlardı.
Dolayısıyla onlara her şeyi söyleyebilirsiniz, ama ‘militarist’ diyemezsiniz.
Çünkü bunu yaparsanız, gülünç duruma düşersiniz.”
* * *
BREH, breh, breh, gördünüz mü yüksek düzey bir “siyasetbilimcil” ordu tahlilini?
Fakat Baykam için eyvah ki eyvah, o siyasetbilim lûgatinin evrensel tanımları, körler diyarında şaşı sultan misali, “neo-dışavurumcu resmin öncüsü” takdimlerine benzemiyor.
Aşağıdaki tablodan sonra kimin “gülünç duruma düşeceği” de çok su götürüyor.
Çünkü, Yeni Dünya’dan Eski’sine ilk ulaştığında hekimler sittin asır “her derde şifa” niyetine dağıtmış olsa bile, tütünü bugün de sahiplenmeye kalkışmak ancak budalalık olur.
Bütün tıbbı gözlemleri ve bütün aritmetik istatistikleri hiçe saymak anlamına gelir.
Şüphe mi var, nikotin dumanı hem ömrü kısaltıyor, hem de hayat kalitesini düşürüyor.
Artı, riziko daha aşağı seviyelerde gezinse dahi, cigara içmedikleri halde aynı dumanı edilgen biçimde soluyan insanlar da bu tehlikeleri paylaşmak zorunda kalıyorlar.
Dolayısıyla, “kırk üç yıldır tiryakiyim ama henüz kansere yakalanmadım” gibi bir mazaret arkasına sığınarak, dudağımdaki merete övgü düzmeye kalkışacağım sanılmasın.
* * *
ZATEN, ez kaza böyle bir cüretkarlığı niyetlenecek olsam başıma neler gelmezdi?
Elimle koymuş gibi biliyorum ki, filtre dişlemeyi bıraktıkları günden beri kendilerine “beyaz Türk” (!) sıfatını vehmeden “boz Türkler”den başlayın ve namazın ve niyazın ötesinde üç aylarda da kusur eylemeyen “ultra mütedeyyin” dindarlara uzanın; artı, 19 Temmuz yasağıyla birlikte “tam dumansız İstanbul” levhalarını gözümüze sokan püritanist İstanbul Belediyesi’ni, yahut iklim değişimi tezini kıyamet günü kehanetine dönüştürdüğü yetmezmiş gibi, ekolojik mürteciliği iki harika caz arasında daima “tütünün zararları” anonsu yapmaya vardıran aziz “Açık Radyo”yu ekleyin, bana karşı oluşacak mukaddes ittifak poker oyununun “beş benzemez” kağıdından bile daha geniş yelpazeye yayılırdı.
Ve, eğer allâme-i cihan değillerse; yahut biraz ilâhiyat mürekkebi yalamamışlarsa, o Frenklerin kahir ekseriyeti dahi kelimenin anlamı pek bilmez. Fazla fil pelesengi de etmez.
Sözcük Hristiyanlık sonrası Latinceye uzanır. Manastır geleneğiyle ilgilidir.
Malûm, Mısır çıkışlı bu gelenek daha sonra Ortaçağ Avrupa’sında da rağbet bulmuştu.
Eh, manastırı seçmiş keşişler, rahipler, pederler en azından teorik olarak gırtlaktan, uçkurdan, evden, barktan falan feragat ederler ya; işte zamanla, dünya nimetlerine uzak bu hayat tarzı “asetizm”, onu uygulayan ruhbanlar da “aset” diye tanımlanır oldu.
* * *
OYSA işin aslına bakarsanız, deyimin esas kökeninde ne Latinlik, ne de dinilik vardır.
Tamamen laik içerik taşıyan sözcük, Kadim Yunanca’da özellikle olimpiyat atletlerinin idmanını, talimini, terbiyesini, antremanını tanımlayan “askesis” kökeninden kaynaklanır.
Fakat dediğim gibi, nasıl ki, sportif insan nefsiyle didişerek ruh ve bedenini disipline sokmak zorundadır, bambaşka bir boyutta bile olsa keşiş de aynısını yaptığı için, cüretkar kilise bu güzelim kelimeyi Aristo lisanından apartmakta zerre kadar tereddüte düşmemiştir.
Ez kaza, bu büyük imparatorluğun halkı sukûnet ve dilsizlikten uzaklaşmaya biraz cesaret etse, kellelerin üstünde sallanan ölüm baltası paşa gönlüne göre iniveriyor.”
* * *
YUKARIDAKİ alıntıyı, Astolphe de Custine’nin 1843 tarihinde yayınlanmış “Rusya Mektupları” kitabından tercüme ettim. Diğer bir adı da “1839’da Rusya”dır.
O Custine markisi ki, familya kellesi 1789 Devrimi’nde giyotin sepetine düşmüştür.
Dolayısıyla da, Fransız asilzadesi Rusya’ya, kendi ülkesinde artık defteri kapanmış bir “Devr-i Sabık”ı St.Petersburg’da bulacağı umuduyla gitmiştir.
Bu özelliğinden dolayı da Çarlık Sarayı tarafından âlâ ve vâlâyla baş tâcı edilmiştir.
* * *
LÂKİN
Nebukadzenar kimdir ve günümüzle ilgisi nedir?
İlâhiyata ve tarihe fazla ilgi duymayanların bir elleriyle çene tutarak, diğer elleriyle de baş kaşıyarak düşünmeye başladığını görür gibi oluyorum, o halde hemen cevabı vereyim.
Nebukadnezar, “Nabucco” projesinin isim babasıdır!
* * *
EVET evet, hani şu anan yahşi, baban yahşi pazarlıklardan sonra, hem imzacı beş ülke liderinin, hem de diğer gözlemcilerin katılımıyla Pazartesi günü Ankara’da şatafatlı töreni düzenlenen ve Hazar, Irak, hatta belki İran doğalgazını Türkiye üzerinden Orta Avrupa’ya taşıyacak stratejik boru hattı var ya, işte onun vaftiz babası bu Nebukadnezar hazretleridir.
Hazretleri dedim, çünkü söz konusu zat gerçekten de kraldır.
M.Ö. 605-562 tarihleri arasında yaşamış olan gayet meşhur bir Babil kralıdır.
Zaten Eski Ahid’i açın, ismi daha “Tekvin”de karşınıza çıkar.
Yani, Birleşik Amerika, Çin’i kendisine rakip gördüğü içindir ki, bu ülkede etnik karışıklık yaratmak ve kışkırtmak için Rabia Hanım’ı “provokatör” olarak kullanmaktadır.
Duyan da sanacak ki, sanki “Türklük Âlemi”nin cazibe merkezi bir Türkiye Kadir’i âlâ ve vâlâyla davet etti de, kendisi tenezzül buyurmayıp Washington’da “ajanlık”ı seçti.
* * *
HAH, işte “ajan” deyince aklıma geldi ve de mevcut tablo tastamam netleşti.
Bilin bakalım, zaten komplo teorilerine teşne ve “İslami” sıfata rağmen aslında “yeşil ulusalcı” olan bazı saftiriklerin de inandığı yukarıdaki dezenformasyonu kim yürütüyor?
Tabii ki, bizzat gizli servislerin o “ajan provokatörlük” kimliğini defalarca tescil ettiği ve tam kırk yıldır Çin hesabına 5. Kol faaliyeti sürdüren “karanlıkçı Maocular”!
***
EVET evet, hani süper marjinal konumuna bakmadan “ulusalcılar”a “reis” olmaya niyetlenen ve soluğu “Ergenekon” kodesinde alınca da, dışarıda kalmış son üç-beş müridine içeriden ilmihal yazan tarikat şefi var ya, işte her an her kılığa girecek tıynetteki bu kiyafetsiz muhteris şimdi de “Doğu Türkistan direnişine çamur atın, izi kalsın” talimatını verdi.
Gerek iktidar partisi, gerekse “Ergenekon” hempaları, Han milliyetçiliğinin Urumçi Uygurlarına karşı gerçekleştirdiği katliam konusunda gerçek bir hezeyan sergiliyorlar.
Birincisi “Türki-İslami sağ” cenahtan Çin’e, ikincisi de “Avrasi-sahte sol” kumpastan ABD’ye yüklenerek öyle inanılmaz “inciler” yumurtluyorlar ki, gülesim geliyor.
İlki Türkiye’yi bağladığına göre, bugün ona değinip diğerini yarına bırakacağım.
* * *
“ADETA soykırım”!
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Urumçi olaylarını işte böyle tanımladı. Pes!
Pes, çünkü “adeta” diye kısmen “yumuşatsa” (!) bile, zahir AKP liderinin kulağı ağzından çıkanı hiç mi hiç duymuyor ki, bu affedilmez kelimeyi kullanmaktan çekinmedi.
Oysa hayır, böylesine netameli ve alengerli bir sözcük asla boşboğazlığa gelmez.
Ama 21’nci yüzyılın arifesini de, Kutup Denizi’nden Pamir eteklerine ve Leh ovalarından Pasifik kıyılarına uzanan, muazzam ve yekpare bir emperyal coğrafyayla noktalasın.
Bu kavmin kurduğu devlet Rusya’dır v onun tarihinin başka bir eşi ve emsâli yoktur.
Ne Büyük İskender’in, ne Cengiz Han’ın, ne de başkasının hükmettiği imparatorluklar hiçbir zaman böylesine devasa bir alana ve böylesine uzun bir süreye damga vurabilmişlerdir.
O halde, Rusya’nın ezeli yayılmacılık üzerine inşa edildiğini daima hatırlamak gerekir.
Kremlin Sarayı’nda ister otokrat çarlar, ister komünist sekreterler, isterse de oligark bürokratlar otursun, Moskofya politikasını hep “büyümezsek küçülürüz” ilkesi belirlemiştir.
İMDİİ, tarihi olgu bütün nesnelliğiyle ve bütün çıplaklığıyla yukarıdaki gibiyken, buna rağmen, aynı Kremlin hiç durmadan “kuşatılmışlık ruhu”ndan dem vuruyor.
Daima Slav milliyetçiliğini işleyen Rus resmi ideolojisi kendi yayılmacılığını es geçip, “mağdur” (!) gözükmek için tâ Altın Ordu’ya, Töton şövalyelere, Nazi işgallerine uzanıyor.