Hadi Uluengin

İsrail ve anormallik

16 Ocak 2010
BELKİ iki, belki üç yıl oluyor, Tel Aviv Üniversitesi’nde tarih profesörü Şlomo Sand “Yahudi Halkı Nasıl İcad Edildi?” adı altında başyapıt sayılabilecek bir kitap yayımladı.

Yayınlandı ve kıyametler koparttı ki, ben de Fransızcaya çevrilir çevrilmez okudum.

Eserin henüz Türkçeye tercüme edilmemiş olmasını ise ciddi eksik addediyorum.

 

* * *

EKSİK addediyorum, çünkü ülkemizde mevcut İsrail karşıtı eğilimlerin kâh mahcup, kâh da açık biçimde dışavurulan bir “anti-semitizm”e dönüştüğü artık asla inkâr edilemez.

Yazının Devamını Oku

Sivil faşizm mi dediniz? (son)

14 Ocak 2010
“SİVİL faşizm”e gidildiği iftirasını reddederken iki gündür şunları söylüyorum.

Zorba, şoven, totaliter ve devrimci bir ideoloji olan ve anti-demokratik temeldeki “yeni insan”ı hedefleyen bütün faşizmler hem köken, hem de taban itibariyle zaten sivildir.

Artı, faşizmin iktidar olabilmesi ise yine ancak devrimci ortamlarda mümkündür.

Buradaki “devrimci” sıfatını sözcüğü üretim ilişkileriyle sınırlayan Marksist anlamda değil, savaştan ihtilale ve krizden kaosa uzanan bir “anormallik durumu” için kullanıyorum.

Her halükarda da faşizm, 1914’den sonra demokrasilerin dünya çapında gerilediği ve totaliter ve otoriter ideolojilerin yükseldiği döneme özgü, konjonktürel ağırlıklı bir rejimdir.

Şimdi bunları teker teker inceleyelim ve günümüz Türkiye’siyle karşılaştıralım.

* * *

BİR kere ve en önce, ülkemizde her hangi bir “devrimci durum” yoktur! Sıfırdır!

Ne İtalya ve Almanya gibi 1. Harp kâbusundan çıktık ve derhal iç savaşa sürüklendik; ne İspanya gibi o iç savaşın kitlesel ve karşılıklı katliamlarda zirveleştiği dev bir arbedeye sahne olduk; ne de iktisadi çelişkilerini uzlaşmaz raddeye vardıran bir buhran yaşadık.

Yazının Devamını Oku

Sivil faşizm mi dediniz? (II)

13 Ocak 2010
DÜNKÜ yazıma, şu sıralar en son moda olan ve Türkiye’nin “sivil faşizm”e gittiği iftiracılığından medet uman söylemi reddetmekle başladım. Vaveyladır diye kestirip attım.

Açıklamak için de önce rejimin doğasına değindim. Bütün tarihsel faşizmlerin siyaset ideolojisi, sosyal taban ve toplumsal proje itibariyle zaten s-i-v-i-l olduğunu vurguladım.

Artı, nihai hedeflerinden birisini “kitlesel askerileşme” oluştursa bile faşizmin asla militarizm olmadığını söyledim. Aksine, hemen her yerde orduyla çeliştiğini ekledim.

Dolayısıyla da “sivil faşizm” tabirinin, sanki kurusu olurmuşmuş gibi, “ıslak su” demek kadar yanlış olduğunu kaydettim ama, buradan itibaren şimdi şunu görmek gerekiyor:

* * *

Yazının Devamını Oku

Sivil faşizm mi dediniz ? (I)

12 Ocak 2010
EH, dilin kemiği, tahrifatın ölçüsü ve atmasyonun sınırı yok! Dolayısıyla, şu sıra en moda, en “in” ve en “trendy” öcüyü Türkiye’nin “sivil faşizm”e gittiği iddiası oluşturuyor.

Belirli bir kesim sabah bunu tekrarlayarak kalkıyor, akşam bunu tekrarlayarak yatıyor.

Haa, “faşizm” gibi sonsuz vahim bir deyim kullanılmadan “otoritarist” eğilimlerden söz edilse, göreceli olsa bile kısmen benim de katılacağım böyle bir tez az çok tartışılabilir.

Fakat sen tut, 20. Yüzyıldaki en berbat totalitarizmlerden birini ağzında sakız yap!

Oysa hayır, bin defa hayır, iddia ne kelime, bu kuyruklu iftiranın hiçbir temeli yoktur!* * *

YOKTUR, zira her şeyden önce Türkiye’deki durumla, faşizmin sosyal tabanı, siyaset teorisi, iktidar pratiği ve yeşerme–tutunma ortamı arasında en ufak benzerlik bulunmuyor.

Nedenlerine daha sonraki yazılarımda uzun uzadıya ve kılı kırk yararak geleceğim.

İkinci olarak ise yukarıdaki yeni “öcü”yle korkutmaya çalışanların büyük çoğunluğu hiçbir şekilde samimiyet yansıtmıyorlar ve dolayısıyla da asla ve asla ikna edici olamıyorlar. * * *

EVET

Yazının Devamını Oku

Bir yanlış ve esas doğru

9 Ocak 2010
BENİM kitabımda tevil yazmaz. Yanlışımı dobra dobra kabullenmekten gocunmam. Zaten de böyle bir yanlışın bilincine vardığım an derhal ve alenen özeleştiri yaparım. Ahlak anlayışım ve meslek etiğim bu tür bir dürüstlüğü zorunlu kılar. Dolayısıyla, bugünkü makaleme de aynı türden bir özeleştiriyle başlayacağım.
* * *
ÇARŞAMBA günkü yazımda, “Cumhuriyet” Gazetesi’nin “milli maç” yerine “ulusal maç” deyimini kullanmaya başladığını söylemiştim. Söz konusu gelişmeyi de “neo-ittihatçı–ulusalcı” kesime bayrak addedilen ceridenin genel ideolojisiyle ilişkilendirdim. Oysa ilk vurguladığım nokta tamamen yanlıştır! Bu tespit yapmakla gaflete düşmüşüm. Çünkü adı geçen gazete aynı terimi seksenli yıllar nihayetinden beri kullanıyormuş.
Dolayısıyla, ilk iş olarak hatalı saptamamdan ötürü özür diliyorum.
* * *
ÖZÜR diliyorum ama kutsal bildiğim her şey üzerine de yemin ediyorum ki demagoji aklımın ucundan geçmedi. Halep oradaysa arşiv buradadır, tahrifatçılık da kitabımda yazmaz.
Bütün mesele, benim büyük, çok büyük ihmalim, hatta affedilmez suçum, hiçbir gazetedeki hiçbir spor sayfasını belki otuz, belki kırk senedir okumamamdan kaynaklanıyor.
Ve işte “Cumhuriyet”teki o “ulusal maç” deyimine de ilk kez bundan birkaç ay önce ve birinci sayfada rastladım. Araştırmadan da terimin yakın tarihe uzandığı kanaatine vardım.
Her halükarda tekrar özür dilerim fakat şunu da derhal ekleyeyim: Bu “teknik yanlış”ın vahameti ne yazımın özününü, ne de sonucunu zerre kadar değiştiriyor.
Yani, masum olmayan dille, o dildeki “ideolojik yön” ilişkisini ortadan kaldırmıyor
Başka bir deyişle, yukarıdaki ceride “milli” yerine “ulusal” kelimesini seksenli yıllardan beri kullansa dahi, onun tercihi de asla ve asla masumiyet yansıtmıyor.
* * *
ERTUĞRUL Özkök de perşembe günkü yazısında ilkin yukarıdaki yanlışıma değindi.
Yerden göğe kadar haklıydı ama ardından da beni “dil zaptiyesi” olmakla eleştirdi.
Yetmişli yıllardaki “ideolojik dil” saflaşmasına atıfta bulunduktan sonra, makalemde değindiğim terminolojik ayrıştırmayla şahıs ve fikirleri kutuplaştırdığımı kaydetti. Ve işte, “öz”e ilişkin bu eleştiri haksızdır!
* * *
HAKSIZDIR zira tersine, ben o kutuplaşmayı reddettiğim içindir ki bunu baştan beri dayatanların halen “Cumhuriyet”te cismanileşen “dil zaptiyeleri” olduğunu söylüyorum.
Onların empoze ettiği kültürel dil kopukluğu dünyanın başka bir yerinde yaşanmadı.
Kaldı ki “milli” kelimesinin “ulusal”a dönüşmesi dahi “zaptiyelik” sonucu değil mi? Sözcük dilin doğal evriminde doğmadı. Güneş Dil ve TDK zırvalarının ya resmi, ya da aynı “Cumhuriyet” Gazetesi’ne tevdi edilen yarı-resmi dayatmaların sonucunda lugate girdi.
“İlericilerin” dinlence, “gericilerin” tatil veya “laiklerin” uygarlık “dincilerin” ise medeniyet kelimelerinde kullanması; yani aslında nötr ve ortak olması gereken dilin partizanlaşması, birincilerin metazori bir “yeni”yle ikincileri ötekileştirmesinden kaynaklandı.
Mevcutla düşünen, konuşan ve yazan o ikincilerin haklı tepkisi de ayrışmayı törpüledi.
O halde “kutuplaşma”yı benim eleştirimde değil bu ceberutlukta aramak gerekiyor.
* * *
İŞİN esası şu ki, Özkök’ün dediği gibi tabii ki herkes her dili kullanmakta özgürdür.
Ancak, tüm toplum nötr ve ortak lisanda “milli maç” derken “ulusal maç”taki şifreyi çözmemek ve bunun asla bir “özgürlük dili” olmadığını görmemek de mümkün değildir.
Zira o dil tam da burada, bizzat “dil zaptiyesi” bir “kutuplaşma ideolojisi”nin dilidir. Evet, yanlışım yanlış ama doğrum da doğru, “dil zaptiyeliği” işte bu ideolojiye aittir.
Yazının Devamını Oku

Kurumlar yıpratılıyor mu onarılıyor mu

7 Ocak 2010
ŞİMDİ de sabah akşam şu lâf dil pelesengi edilir oldu: “Kurumlar yıpratılıyor”!

Duyan da sanacak ki, birileri eline balta, keser, rende, zımpara falan almış, gıcır gıcır mobilyayı hoyratça bitpazarı hurdasına dönüştürmektedir.

Fesüphanallah!

* * *

BEN fesüphanallah diyorum ama vaveyla ortada! Epeydir stratejik ricada çekilmek zorunda kalan statüko aleni ve utangaç yandaşları vasıtasıyla artık yukarıdaki şiara sarılıyor.

Eh, söz konusu ricatı frenlemek, en azından mevzilerini korumak için daha önce gerçekleştirdiği taktik karşı taarruzlar dişe dokunur bir semere vermedi.

Bu takdirde yeni bir slogan öcüleştirmesi gerekiyor.

Dolayısıyla, Türkiye gibi “devlet” kavramının kutsal kılındığı bir ülkede, o devletle bütünleşmiş “kurum” sözcüğü ekseninde tehlike çanları çalmak usta bir manevra oluşturuyor.

Ve tabii dezenformasyonu da aynı doğrultuda tezgâhlayın ki, belki bir sonuç alırsınız.

Yazının Devamını Oku

Milli maç ulusal maç

6 Ocak 2010
KAÇIN kurasıyım, gözümden kaçar mı? “Cumhuriyet” Gazetesi “lûgat değiştirdi”.

Hem spor sayfalarında, hem de diğerlerinde “ulusal takım” ve “ulusal maç” ifadelerini kullanır oldu. Diğer bütün medyada geçerli olan “milli” sıfatını aniden tû kaka etti.

Ve tabii, bu “sözlüksel devrim” (!), “neo-ittihatçı-ulusalcı” kesimin temsilcisi durumundaki ceridenin tarihine de, meşrebine de, çizgisine de uygun düşüyor.

* * *

OYSA ilk bakışta ne kadar da ayrıntı, ne kadar da havaiyat gözüküyor değil mi?


Yazının Devamını Oku

Köylülüğün uçağı

5 Ocak 2010
KÖYLÜ doğmak tabii ki suç değildir! Tekvin mukadderatına kim ne karışabilir! Ancaaak, köylü kalmak suçtur!

Yani, şehirdeyken de köylü kalmak suçtur. Hele hele kendi köylülüğünü oraya da dayatmak, aynı suçun ve cürümün katmerlisidir. Ve sakın bana hoşgörüden, empatiden, “siyaseten doğru”dan falan bahsetmeyin. Sahte ahlakçılığın canı cehenneme, bu tür bir hoşgörü o suç ve o cürümle ortaklıktır. Şimdi, yazıya neden böylesine burnundan soluyan bir girizgâhla başladığıma geleyim.* * *

BAŞLARIM Alamancandan da, gâvurundan da! Bendeniz, “burası uçak! Öküz arkasında sürdüğün kağnı değil! Yerine çök” diye bir kükredim, pir kükredim ki büyük hayretle bir bana, bir hostese, bir de karısına baktı. Sonra da, belki kırk, belki elli senedir o Almanya’da hala alışamadığı alafranga abdesthaneye sanki bir çırpıda alışmışmış gibi, gıkını çıkarmadan kıçının üstüne tüneyiverdi. Ancak, işte bendeki kör talih! Bir arkadaki koltuğun koridor teğetine düşmez miyim! Daha ilk anda pabuçlarını fora ettiğinden ta İstanbul’a kadar ayak kokusu çektim. Arada bir dönüp yan gözle süzdüğünde ise öyle hışımla baktım ki, iner inmez karısını çekiştirip hem pasaport polisinde, hem de valiz kayışında bana en uzak mıntıkalara kaçtı.* * *

OYSA bu inatla, bu bencillikle ve bu ödleklikle ne kadar uzlaşırsanız, toprağın durağanlığı, mevsimlerin yavaşlığı, hasatların kaderciliği ve harmanların hoyratlığıyla belirlenmiş bir hayat anlayışını ve hayat tarzını da aynı ölçüde onaylamış olursunuz.

Ben kendi hesabıma onaylamıyorum! Onaylamadığım için de Münih uçağındaki o yolcuya, bindiği o uçakta, sürdüğü kağnıdaki gibi davranamayacağını ihtar ediyorum. Kağnısına karışmam! Karışma hakkım da yok! İsterse öküzün sırtına ters otursun! Fakat uçak başka bir uygarlığın, dolayısıyla tarzına uyulması şart olan başka bir hayat tercihinin aracı ki, o halde ey köylü, ya koridoru hemen boşalt, ya da derhal öküzüne dön!

Yazının Devamını Oku