Yayınlandı ve kıyametler koparttı ki, ben de Fransızcaya çevrilir çevrilmez okudum.
Eserin henüz Türkçeye tercüme edilmemiş olmasını ise ciddi eksik addediyorum.
* * *
EKSİK addediyorum, çünkü ülkemizde mevcut İsrail karşıtı eğilimlerin kâh mahcup, kâh da açık biçimde dışavurulan bir “anti-semitizm”e dönüştüğü artık asla inkâr edilemez.
Zorba, şoven, totaliter ve devrimci bir ideoloji olan ve anti-demokratik temeldeki “yeni insan”ı hedefleyen bütün faşizmler hem köken, hem de taban itibariyle zaten sivildir.
Artı, faşizmin iktidar olabilmesi ise yine ancak devrimci ortamlarda mümkündür.
Buradaki “devrimci” sıfatını sözcüğü üretim ilişkileriyle sınırlayan Marksist anlamda değil, savaştan ihtilale ve krizden kaosa uzanan bir “anormallik durumu” için kullanıyorum.
Her halükarda da faşizm, 1914’den sonra demokrasilerin dünya çapında gerilediği ve totaliter ve otoriter ideolojilerin yükseldiği döneme özgü, konjonktürel ağırlıklı bir rejimdir.
Şimdi bunları teker teker inceleyelim ve günümüz Türkiye’siyle karşılaştıralım.
* * *
BİR kere ve en önce, ülkemizde her hangi bir “devrimci durum” yoktur! Sıfırdır!
Ne İtalya ve Almanya gibi 1. Harp kâbusundan çıktık ve derhal iç savaşa sürüklendik; ne İspanya gibi o iç savaşın kitlesel ve karşılıklı katliamlarda zirveleştiği dev bir arbedeye sahne olduk; ne de iktisadi çelişkilerini uzlaşmaz raddeye vardıran bir buhran yaşadık.
Açıklamak için de önce rejimin doğasına değindim. Bütün tarihsel faşizmlerin siyaset ideolojisi, sosyal taban ve toplumsal proje itibariyle zaten s-i-v-i-l olduğunu vurguladım.
Artı, nihai hedeflerinden birisini “kitlesel askerileşme” oluştursa bile faşizmin asla militarizm olmadığını söyledim. Aksine, hemen her yerde orduyla çeliştiğini ekledim.
Dolayısıyla da “sivil faşizm” tabirinin, sanki kurusu olurmuşmuş gibi, “ıslak su” demek kadar yanlış olduğunu kaydettim ama, buradan itibaren şimdi şunu görmek gerekiyor:
* * *
Belirli bir kesim sabah bunu tekrarlayarak kalkıyor, akşam bunu tekrarlayarak yatıyor.
Haa, “faşizm” gibi sonsuz vahim bir deyim kullanılmadan “otoritarist” eğilimlerden söz edilse, göreceli olsa bile kısmen benim de katılacağım böyle bir tez az çok tartışılabilir.
Fakat sen tut, 20. Yüzyıldaki en berbat totalitarizmlerden birini ağzında sakız yap!
Oysa hayır, bin defa hayır, iddia ne kelime, bu kuyruklu iftiranın hiçbir temeli yoktur!* * *
YOKTUR, zira her şeyden önce Türkiye’deki durumla, faşizmin sosyal tabanı, siyaset teorisi, iktidar pratiği ve yeşerme–tutunma ortamı arasında en ufak benzerlik bulunmuyor.
Nedenlerine daha sonraki yazılarımda uzun uzadıya ve kılı kırk yararak geleceğim.
İkinci olarak ise yukarıdaki yeni “öcü”yle korkutmaya çalışanların büyük çoğunluğu hiçbir şekilde samimiyet yansıtmıyorlar ve dolayısıyla da asla ve asla ikna edici olamıyorlar. * * *
EVET
Duyan da sanacak ki, birileri eline balta, keser, rende, zımpara falan almış, gıcır gıcır mobilyayı hoyratça bitpazarı hurdasına dönüştürmektedir.
Fesüphanallah!
* * *
BEN fesüphanallah diyorum ama vaveyla ortada! Epeydir stratejik ricada çekilmek zorunda kalan statüko aleni ve utangaç yandaşları vasıtasıyla artık yukarıdaki şiara sarılıyor.
Eh, söz konusu ricatı frenlemek, en azından mevzilerini korumak için daha önce gerçekleştirdiği taktik karşı taarruzlar dişe dokunur bir semere vermedi.
Bu takdirde yeni bir slogan öcüleştirmesi gerekiyor.
Dolayısıyla, Türkiye gibi “devlet” kavramının kutsal kılındığı bir ülkede, o devletle bütünleşmiş “kurum” sözcüğü ekseninde tehlike çanları çalmak usta bir manevra oluşturuyor.
Ve tabii dezenformasyonu da aynı doğrultuda tezgâhlayın ki, belki bir sonuç alırsınız.
Hem spor sayfalarında, hem de diğerlerinde “ulusal takım” ve “ulusal maç” ifadelerini kullanır oldu. Diğer bütün medyada geçerli olan “milli” sıfatını aniden tû kaka etti.
Ve tabii, bu “sözlüksel devrim” (!), “neo-ittihatçı-ulusalcı” kesimin temsilcisi durumundaki ceridenin tarihine de, meşrebine de, çizgisine de uygun düşüyor.
* * *
OYSA ilk bakışta ne kadar da ayrıntı, ne kadar da havaiyat gözüküyor değil mi?
Yani, şehirdeyken de köylü kalmak suçtur. Hele hele kendi köylülüğünü oraya da dayatmak, aynı suçun ve cürümün katmerlisidir. Ve sakın bana hoşgörüden, empatiden, “siyaseten doğru”dan falan bahsetmeyin. Sahte ahlakçılığın canı cehenneme, bu tür bir hoşgörü o suç ve o cürümle ortaklıktır. Şimdi, yazıya neden böylesine burnundan soluyan bir girizgâhla başladığıma geleyim.* * *
BAŞLARIM Alamancandan da, gâvurundan da! Bendeniz, “burası uçak! Öküz arkasında sürdüğün kağnı değil! Yerine çök” diye bir kükredim, pir kükredim ki büyük hayretle bir bana, bir hostese, bir de karısına baktı. Sonra da, belki kırk, belki elli senedir o Almanya’da hala alışamadığı alafranga abdesthaneye sanki bir çırpıda alışmışmış gibi, gıkını çıkarmadan kıçının üstüne tüneyiverdi. Ancak, işte bendeki kör talih! Bir arkadaki koltuğun koridor teğetine düşmez miyim! Daha ilk anda pabuçlarını fora ettiğinden ta İstanbul’a kadar ayak kokusu çektim. Arada bir dönüp yan gözle süzdüğünde ise öyle hışımla baktım ki, iner inmez karısını çekiştirip hem pasaport polisinde, hem de valiz kayışında bana en uzak mıntıkalara kaçtı.* * *
OYSA bu inatla, bu bencillikle ve bu ödleklikle ne kadar uzlaşırsanız, toprağın durağanlığı, mevsimlerin yavaşlığı, hasatların kaderciliği ve harmanların hoyratlığıyla belirlenmiş bir hayat anlayışını ve hayat tarzını da aynı ölçüde onaylamış olursunuz.
Ben kendi hesabıma onaylamıyorum! Onaylamadığım için de Münih uçağındaki o yolcuya, bindiği o uçakta, sürdüğü kağnıdaki gibi davranamayacağını ihtar ediyorum. Kağnısına karışmam! Karışma hakkım da yok! İsterse öküzün sırtına ters otursun! Fakat uçak başka bir uygarlığın, dolayısıyla tarzına uyulması şart olan başka bir hayat tercihinin aracı ki, o halde ey köylü, ya koridoru hemen boşalt, ya da derhal öküzüne dön!