Oysa aslına bakarsanız söz konusu deyimler benim için hiçbir somutluk arzetmiyor.O halde önce bunun nedenlerini biraz ayrıntılı biçimde açıklamam gerekecek.
* * * EVET, yukarıdaki ifadeler “Duvar”ın yıkılışından ve komünizmin çöküşünden sonra hiçbir kıymet-i harbiye taşımaz oldular. İçi boş ve anlamı kof bir nitelik kazandılar.Çünkü son yirmi yıldır hayat ve dünya şimdiye dek asla yaşanmamış bir hızla dönüştü.Nitekim Babil’den, Hitit’ten, İskit’ten başlayın ve ta oralardan da, buhar makinesiyle atom bombası arasındaki geniş sanayi devrimi dâhil, 1989’a dek uzanın. Evrim helezonidir.Sonra da birdenbire bugüne sıçrayın, ne görüyorsunuz?* * *
İYİDİR kötüdür tartışmasına girmiyorum ama aşağıdaki olgu kesinlik taşıyor. O 1989’dan şu 2010’a kadar geçen dakikalık, saniyelik, saliselik sürede insanoğlu, Havva Anamızdan beri asla ve asla yaşanmamış hız ve yoğunluktaki bir dönüşüme tanık oldu.Tarihin hiçbir döneminde bu denli süratle bu denli keskin bir viraj dönülmemişti. Savaş olmadığı halde, böylesine kısa sürede böylesine büyük hercümerç görülmemişti.Ve yukarıdaki inanılmaz dinamik, aslında zaten hemen daima görecelik arzetmiş olan siyaset kavramlarını, teorilerini ve pratiklerini de kaotik kıldı. Şeyler iç içelik kazandı. Tanımlar muğlaklaştı. Net çizgiler elâstikileşti ve homojen içerikler melezleşti. Dolayısıyla da, “sol” nedir ve kimdir; “sağ” nasıldır ve nicedir, eh yaşadığımız “yeni tarih”te bunları eli yüzü düzgün biçimde tanımlayabilecek olana aşk olsun!
* * *
YANİ
Halep oradaysa arşiv buradadır. Başbuğ henüz Kara Kuvvetleri Komutanı’ydı ki, 2007 ekiminde peş peşe yazdığım üç ayrı makalede, filozof Habermas’a atfen modernite sorunlarına değindiği konuşmasının özüne katıldığımı ama biçimini kabullenmediğimi belirterek, bunu daha o zaman ifade ettim. TSK’nın en üst yetkilisi konumuna geçtikten sonraki tavrı da görüşümü değiştirmedi. Aksine, aşağıda değineceğim bazı “çıkışlar”ına rağmen Başbuğ kendisini doğruladı. *
ANCAK, bütün bu “legalist” tavra rağmen komutanı yine de “kast ruhu” belirliyor. Kol kırılır yen içinde türü bir mesleki lonca dayanışmasıyla davranıyor. Açıklayayım: Başbuğ haberdardı veya değildi tartışmasına girmiyorum ama – ki, muhtemelen bir bölümü kendisinden gizlenmiştir – çok üst rütbelileri ve çok melûn kumpasları dâhil bir dizi TSK personelinin sonsuz illegal herzeler yediği kesin vakıadır. Bunlar artık ortalığa saçılıyor. Nitekim sadece son “Balyoz” rezaletini ele alalım. Hem oradaki “Balyozcu Paşa”nın gerek mazideki, gerekse şimdiki konum ve ifadelerini; hem aynı tarihlerde vuku bulmuş olayların bağlantı ve kronolojilerini yan yana koyun, gerçeği ıskalamak için kör olmak gerekir. Artı, benim tahminim odur ki, yüzde doksandokuz virgül doksandokuz ihtimalle, onay ne kelime, “kanuniyetçi” asker Başbuğ bu pespayeliklerden büyük rahatsızlık duymaktadır.
Hatta yine muhtemelen, kapılı kapılar ardında veryansın etmektedir. Fakaat…*
FAKATI şu ki, iş kapıların dışına geldiğinde yukarıdaki “kol kırılır yen içinde” refleksi anında devreye giriyor. Mesleki lonca dayanışması derhal ön plana çıkıyor. Buna bir de TSK’ye “komplo” (!) düzenlendiği vehmini ve organizma bütünündeki dengeleri gözetmek kaygısını ekleyin. Dolayısıyla, hadi “üstünü örtmek” demeyelim ama, Genelkurmay Başkanı olayları “göreceleştirmek” tavrına yöneliyor. Şeffaflığa uzak duruyor. Bu arada da, son kullandığı “vicdansızlar” lâfındaki in-saf-sız-lık gibi, hem genel kışla eğitiminin ideolojik etkisiyle, hem de muhtemelen bazı nesnel gerçeklere inanamamanın veya inanmak istememenin tepkisiyle, işi hiddete vardırıyor ve ölçüyü kaçırıyor.*
OYSA hayır, İlker Başbuğ eğer donanmış olduğu “kanuniyetçilik” erdeminin içeriğini sonuna dek doldurmaya kararlıysa – ki, yukarıdaki kısmen açıklanabilir zaaflara rağmen “esas kimlik” itibariyle öyle olmaması için neden bulunmuyor -, Komutan, TSK’nın şeffaflaşmasına ve bünyesindeki “şer tohumları”nın ayıklanmasına bizzat öncülük etmelidir. İlk aciliyet de lonca dayanışması gözetmeden onları temizlemek ve cezalandırmaktır. Bu, ordunun prestij yitirmesini getirmez. Aksine, yitirilmekte olan prestiji toparlar. Fakat yukarıdaki “legal zaruret” ancak bir başlangıçtır ve de işin özü değildir.*
İŞİN özü Cumhuriyet ordusunu militarist ideolojiden ve gelenekten arındırmaktır! Bunun için de en önce, o ideolojiyi ve o geleneği tekrar tekrar üreten kökü yenilemek, yani askeri mesleki açıdan değil zihni açıdan sivilleştirecek eğitim sistemine ulaşmak şarttır. O halde Genelkurmay Başkanı’nın, kendisinin bireysel olarak benimsediği “yasallık”ı TSK bütününde ve kolektif olarak hükümran kılacak bir seferberlik başlatması gerekmektedir. Yakın emekliliği düşünülürse de, bunu daha sonra da tavizsiz yürütecek idari, fikri ve organik kadroları hemen şimdiden oluşturması ve onların “ufkunu açması” zaruridir. Ve, 21. yüzyıl filozofu Habermas’a atıfta bulunan “legalist” Genelkurmay Başkanı Başbuğ bu büyük misyonu omuzladığı takdirde, hiç şüphe yok ki, çağdaş Türkiye’ye yaraşan çağdaş TSK’nın öncüsü olarak aynı Türkiye’nin aynı 21. yüzyıl tarihindeki yerini alacaktır.
Ve tevile, sukuta, yalanlamaya, öfkeye rağmen her şeyi görüyor, okuyor ve dinliyoruz.
Bilhassa da, eğer fanatik bir partizan değilsek ve bir nebzecik objektif bakışa sahipsek, o “derin kanaat” denilen ve yüreğimizde hissedilen duyarlılıkla şunu kesinkes biliyoruz.
Bütün bunların hepsi cihet-i askeriyeyle mutlaka ilişki arzediyor. İçiçelik taşıyor.
O halde, madem ki “Balyozcubaşı Paşa”nın blöfünü restle gören “Taraf” gazetesi de elindeki tüm delilleri Genel Kurmay’a derhal sunmaya hazır olduğunu açıkladı, bu takdirde statüko zaptiyesi demagogların hanidir suçlama olarak yönelttiği soruyu bizzat biz soralım:
TSK yıpratılmak mı isteniyor?*
HAYIR! Asla ve hâşâ!
Zira hâlâ ulus-devletler çağında yaşıyoruz. Üstelik netameli bir coğrafyada yaşıyoruz.
Demek ki beğensek de, beğenmesek de onun ve oranın şartlarında siyaset yapıyoruz.
Benim dağarcığım bizde 1878 Osmanlı-Rus harbinden, Batı’da ise 1870 Prusya-Fransa savaşından başlayıp bugüne dek uzanır. Demek ki altı üstü bir buçuk asırla sınırlı kalır.
Ve Allah yazdıysa bozsun, bu ilgim militarizme hayranlık duymaktan kaynaklanmıyor.
Askeri tarihe meraklıyım, çünkü ilkin yanağını şamara dönen bir Mesih değilim. Sonra da Clausewitz’in “savaş siyasetin şiddet boyutlu uzantısıdır” sözünü düstur belliyorum.
Üstelik “cinnet yılları” sırasında Mao’nun, Ho’nun, Giap’ın, bilmem kimin konuya ilişkin onca cildini devirmişliğim var. Az daha alaylı erkan-ı harp diploması alacaktım.
Eh, bunlara bir de yirmi sene boyunca diplomatik muhabirlik eklendi. Yok NATO’nun “elâstiki mukabiliyet” doktrini; yok MBFR görüşmelerinin silah indirimi; yok “ferah feza” müzakerelerinin radar açıları falan derken cihet-i askeriyeyle bayağı bayağı haşır neşir oldum.
O halde şimdi, belirli bir birikime dayanarak iki çift lâf söyleyeceğim. *
EFENDİM malûm, “Taraf” Gazetesi’nin ortaya çıkarttığı “manevra” kumpasından sonra “en iyi müdafaa hücumdur” refleksiyle hareket eden ve hiç çekinmeden de “tosun” mosun diye resmen efelenen şu “Balyozcu” paşa daha ilk baştan tevile kalkıştı.
Darbe ortamı yaratabilmek için camide bomba patlatmaktan, Ege’de kendi uçağını düşürmeye uzanan iddialara mırın kırın edip, “canım harp oyunu”dur diye yuvarlıyor.
Oysa hınzır şeytan dürtükleyip duruyor:
Diyor ki, “şu son iki gelişmeye bak ve onların siyasi terimlerini sabah akşam ‘sivil vesayet’, ‘sivil diktatörlük’, ‘sivil faşizm’ öcüsüyle korkutmaya çalışanların; artı, ülkenin ‘otoriterleştiği’, ‘Putinleştiği’, ‘oligarklaştığı’ nakaratını tekrarlayanların önüne koy”.
Ardından da, “daha iyi ‘militarizm’ ve ‘jüristokratizm’ mi olurmuş” diye ekliyor.
* * *
Oysa kalabalık arttı ve metrodan akın akın çıkan insanlar aynı yöne doğru yürüyorlar.
* * *
BİRAZ öncesine kadar caddenin yalnız Şişli istikametine giden tarafı kapatılmıştı.
Fakat ahali artık güzergaha sığmadığı için şimdi karşı trafik de kesildi.
Öyle “gazetecilik damarım” (!) falan kabarmadı. Daha şimdiden 21’inci yüzyılın en dehşet felâketi sıfatını kazanan korkunç depremi yerinde izlemek için okyanuslar aşmadım.
Eh, “büyük röportajcılık” denilen ve o görevi gerçekleştirecek meslektaşımıza mangal gibi bir yürek gerektiren bu tür haberciliğe soyunmak için yaşım çoktan geçti.
Onların cesaretini saygıyla selamlıyorum ve de hepsine Allah kolaylık versin diyorum.
*
KALDI ki, facia sahnelerini ekranda bile seyretmeye dayanamıyorum, nerede kaldı kadavra kokusuna burun tıkayarak ve enkaz üzerine bilgisayar kurarak, dehşeti tasvir etmek!
Böyle bir işgüzarlığa kalkışsam, sekte-i kalpten oracıkta gideceğimin resmidir!
Üstelik “beyaz adam” (!) ayrıcalığına sahibim ya, leşimi diğerleriyle birlikte toplu çukura atacaklarına, sanki benimkisi ora lanetlilerinden daha kıymetliymiş gibi, çinko tabut, damar şırıngası, nakliye uçağı falan, taa Porto Prens’lerden Karacaahmet’e naklederler.
Sırf bunun masrafıyla da belki bin felaketzedenin bir yıllık iaşesi karşılanabilir.
Başbakanın, Rus meslektaşı gibi bir “oligarşik otoritarizm”e yöneldiği ima ediliyor. * * *
HEMEN söyleyeyim ki, onaylamasam dahi bu tez yukarıdaki iki iftiraya oranla çok daha tutarlıdır. Yanlış bile olsa tahrifatçılık gütmeyen samimi bir yanlış olarak beliriyor. Kabul, yine “Putinleşmekten” yakınan bir bölüm “neo-ittihatçı–ulusalcı” taifenin aynı anda “Avrasya seçeneği” diye bağırdığı ve o Putin’e ilân-ı aşk ettiği düşünülürse bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu denilebilir. Olsun, onları fasulyeden sayalım ve kââle almayalım. Çünkü başkanlık sistemi ve federatif yapı hariç, Rusya’da da tıpkı Türkiye’deki gibi çoğulcu bir sistemin en azından “kağıt üzerinde” işlerlilik taşıdığı doğrudur. Üstelik iki toplum ve iki devlet arasında tarihi benzerlikler bulunduğu da bir vakıadır. * * *
ÖYLEDİR ve nitekim tarafların sivil gelenek yoksunluğundan başlayın ve tepeden inmeci bir “ışıltılı despot” modernleşmesine uzanın; artı, kamusal toprak mülkiyetiyle serf – tebaa ikizliğini karşılaştırın; daha artı, mujik - köylü kaderciliğine mim koyun ve Rus Ortodoksluğuyla Türk İslamının özgüllüğünü kıyaslayın, çok ciddi ortaklıklarımız mevcuttur. Üstelik Rusların Altın Ordu Tatarlarıyla al takke ver külâh olduğu ve dolayısıyla Çehov dilindeki devlet terminolojisinin Türkçeyle yoğrulduğu düşünülürse, yakınlık daha da pekişir.* * *
AMA tüm bu benzerliklere, üstelik Rusya’nın İsevi kimliğine rağmen yine de Türkiye’deki demokratik kültür, çoğulcu gelenek ve hukuki yasallık o Rusya’dan çok daha ileridedir. Hem de kat be kat; fersah be fersah; Rus ölçü birimiyle verst ve verst ileridedir! İlkin sembolik açıdan hatırlayalım ki, 1. Meşrutiyet’in “Meclis-i Mebusan”ı Payitaht’ta 1877 yılında, 2. Nikolay’ın “Duma” meclisi ise Sen Petersburg’da 1906 yılında açılmıştır. Ve sonra da 1917 Bolşevik darbesi her türlü sivilliği, her türlü legalliği ve her türlü demokratikliği taa “Kötülükler İmparatorluğu”nun yıkılacağı 1991’e kadar tırpanlamıştır. Fakat buna karşılık, iyi kötü, Cumhuriyetimiz daha 1946’da çoğulcu rejime geçmiştir. O gün bugündür de bütün darbelere, bütün müdahalelere ve bütün “yol kazaları”na rağmen söz konusu çoğulculuk, legalizm ve demokratizm Türkiye’nin iliklerine işlemiştir. Sistem ülkemizde resmi açıdan kurumsallık, sivil açıdan ise kültürellik kazanmıştır.* * *
OYSA “itaat toplumu” kaderciliğinde bize fark atan Rusya’da işte bu kültür yoktur. Eksik – doğru yine de asırlık bir birikim taşıyan Türkiye’nin aksine, böyle bir birikime sahip olmadıkları için Rus kitleler demokrasi talebini sivil bir reflekse dönüştürememişlerdir. Dolayısıyla da anti-demokratizme karşı tepki ve seferberlik çok, çok alt seviyelerdedir. Nitekim, Moskova’da olur ama Ankara’da hiçbir gizli ajan paraşütle iktidara inemez. Hiçbir Türk lider, zaten oligarşik karakter arzetmeyen ekonomiye o ajanlar vasıtasıyla kumanda edemez. Artı, Yüksek Yargı’nın iktidar partisi bile kapatmaya kalkıştığı aynı Türkiye’de de “gözden düşen” oligarklar tek bir emirle Sibirya zindanına mahkûm edilemez. Ve, en insani ses Anna Politkovskaya sokak ortasında kurşunlandığında vicdan sahibi Ruslar cenazeye gitmekten bile korkarlar ama ülkemizdeki sivil tepki orayla kıyaslanamaz ölçüde hassas olduğu içindir ki, bugün katledilişinin 3. yılını idrak edeceğimiz Hrant Dink öldürüldüğünde, Türkiye’nin yüzbinleri “hepimiz Hrant’ız” diye meydan ve lânet okurlar. Dolayısıyla Türkiye “Putinleşemez”, çünkü Rusya’nın hala taşıdığı “itaat toplumu” kelepçeleri, bin şükür, o Türkiye’nin artık sağlamlaşmış bileklerini prangalamaya yetmez!