Hadi Uluengin

Apomani (I)

12 Aralık 2009
BİLELİM ki PKK’da, DTP de ancak birer aciz enstrümandır. Hem Kürt açılımına, hem de Türkiye demokratikleşmesine darbe vuran son gelişmelerin tek sorumlusu Apo’dur. Ve ne o Apo’nun kişiliği, ne de siyasi tavrı ruhbilimden soyutlanarak açıklanabilir.

Bugünkü yazımda teorik girizgâh yaptıktan sonra Salı günü pratik boyuta geleceğim.

* * *

“MONOMANİ” ne demektir?

Eski Yunancada “tek” ve “yegâne” anlamlarına gelen “monos” kelimesiyle delilik ve cinnet için kullanılan “mania” sözcüğünün bileşkesinden oluşmuş bu deyim tek bir fikre, yani yine aynı ruhbilimde “obsesyon” denilen saplantıya sabitlenmek durumunu tanımlar.

Öznesi de “monomanyak” olarak isimlendirilir.

Arazdan muzdarip kimse nesnel değerlendirme ve rasyonel mantık melekelerini yitirmiştir. Beyin mekanizması her hangi bir saplantının etrafında işler. Sırf ona odaklanır.

Komplo teorileri üretmek de aynı mekanizmasının doğal işlevlerine dahildir. 

Örneğin, tüm kötülükleri Yahudilerden bilen Hitler çok klasik bir “monomanyak”tır.

Yazının Devamını Oku

Yeni Washington yeni Ankara

10 Aralık 2009
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’ın ABD temaslarını Washington’dan izleyen ve çeyrek yüzyıldır aynı başkente tanık olduğu Türk–Amerikan zirvelerinin hiçbirinden böylesine keyif almadığını kaydeden Cengiz Çandar dünkü yazısını şöyle noktalamıştı:

“ABD eski ABD değil tamam ama Türkiye de eski Türkiye asla değil!”

İşte bütün meselenin özü de buraya odaklanıyor.

 

BURAYA odaklanıyor, çünkü Barack Obama’yla birlikte aynı ABD’nin iç ve dış politikada bir “zihniyet devrimi”ne doğru yönlendiği artık somut bir vakıa oluşturuyor.

Bu değişim de o dış politikada her şeyden önce, Beyaz Saray’daki yeni kiracının selefi Bush’un ve ona akıldanelik eden “neo-con” ideologların haniyse sekiz yıl boyunca dayattığı “tek tabanca” nitelikli “ultra–süper devlet” yaklaşımını çöpe atmasında hayat buluyor.

Yani Obama’lı ABD tabii ki bu “süper” konumundan caymıyor ama baştaki “ultra” sıfatından vazgeçerek daha mutedil, daha katılımcı ve daha demokratik bir rotaya dönüyor. Ve hiç şüphesiz ki böylesine bir değişimin jeo-stratejik açıdan fiiliyata yansıyacağı ilk bölgelerden birisini, Türkiye’nin de dâhil bulunduğu Ortadoğu oluşturuyor.

     YENİ Amerikan yönetimi Filistin konusunda henüz dişe dokunur bir adım atmadı.

Fakat bu demek değildir ki atmak, yani Kudüs’ün dizginsiz politikalarını frenlemek ve Siyonist devleti daha “akl-ı selim” sahibi davranmaya itmek istemiyor.

Yazının Devamını Oku

Açık iklim kapalı çevre

9 Aralık 2009
BEN her Allah’ın günü ve sabahtan akşama kadar “Açık Radyo”yu dinlerim.<br><br>Doksandört virgül dokuz megahertzin müdavimiyim. Hatta manyağıyım.

Çünkü bana sorarsanız, bırakın Türkiye’yi, bu istasyon dünyada dahi eşi emsali az bulunur mükemmellikte bir kalite sunuyor. Amerikan Batı sahili antenleri bile solda sıfır kalır.

Eh, madem böyle pohpohladım bari 212.3434040’a telefon ederek karınca kararınca yardım yapabileceğinizi de ekleyeyim, zira “Açık Radyo” dinleyicilerin yağıyla kavruluyor.

* * *


ANCAK sakın sanılmasın ki “Açık Radyo”nun bütün yayın çizgisini benimsiyorum.


Yazının Devamını Oku

Kürtler ve hoşgörüler

8 Aralık 2009
BENİM Kürtlere karşı “hoşgörüm” (!) yok! Olmadı da! Olmayacak da! Zira birisine karşı “hoşgörü” özünde o birisine “tahammül etmek” anlamına gelir. Bilinçaltımızda mutlaka kendimizi ondan daha “üstün” gördüğümüz hissiyatı vardır. Çağrıştırılan eşitsizlikte bizim kefemiz ağır basar ve cömertlik bahşettiğimizi sanırız.

* * *

OYSA Kürt sorununun özünde bir “Türk sorunu” olduğunu ve meselenin “ben”den kaynaklandığını anladığım 1969 yılından beri, Kürtlerin kendimle eşit olduğunu biliyorum. O “ben” kimim ki “hoşgörü”den bahsetmek hakkım, lüksüm ve ayrıcalığım olsun? Dolayısıyla tek vazifem, hâkim milliyetin, hâkim etnisitenin ve hâkim katmanın bir mensubu olarak yukarıdaki “ben” tarafından kavranmış olan bu eşitliğin aynı hâkim milliyet, aynı hâkim etnisite ve aynı hâkim katman tarafından kabul edilmesi için mücadele etmektir. Bu bir insanlık görevidir ve etik yükümlülüktür. Ahlâki bir zorunluluktur. Ne madalya asılacak, ne aferin denilecek, ne de kahramanlık addedilecek yanı vardır. Fakat yukarıdaki sorumluluğu üstlendiğim an diğer bir hakka daha sahip olurum.

Yani soğuk, nesnel ve dürüst bir eşitliğin bana sağladığı eleştiri hakkıyla donanırım. Eşitlik henüz fiilen elde edilemedi diye, “siyaseten doğru” davranmak ve müsamaha göstermek kaygısıyla, Kürtler adına kör politika yapanları “gocundurmaktan” (!) kaçınmam. Böylesine “olumlu” bir hoşgörü en az baştaki olumsuz hoşgörü kadar aşağılayıcıdır. Bu takdirde gelelim söz konusu eleştirilere!   

* * *

GÜNCEL olduğu için her şeyden önce şunu belirteyim ki, PKK’nın legal uzantısı olduğu varsayılsa dahi -ki öyledir ve İrlanda, Bask, Korsika örneklerinde görüldüğü gibi de bunda yadırganacak bir yan yoktur- DTP’nin kapatılması yanlış bir karar olacaktır. Aynı örnekler, ulusal sorunların çözümlenmesinde böylesine “nefes boruları”nın iki taraf açısından da yararlı olduğunu ve “normalleşme” zemini yarattığını ortaya koymaktadır. Ancaaak, bırakın bunu yaratabilmeyi, olayların seyri gerek PKK’nın, gerekse DTP’nin bu tür bir “normalleşme”yi hazmedecek olgunluğa erişemediğini gözler önüne sermektedir.

* * *

ÖYLE, çünkü Kürt “siyaset erbabı” muazzam bir basiretsizlik sergiledi ve sergiliyor. En önce de, sanki kendilerini ilgilendirmiyormuş ve sanki öze odaklanmıyormuş gibi, Ergenekon ve sivilleşme süreci konusunda sonsuz vurdumduymaz davrandılar. Islık çaldılar. Kendi kaderlerinin ülke demokrasinin kaderiyle bütünleştiğini göremeyecek kadar kör, bencil ve ebleh davrandılar. Bu affedilmez sorumsuzluk onlar açısından yüz karasıdır. Türk ve Kürt tüm Türkiye özgürlükçüleri açısından bakıldığında ise Kürt hareketinin asla demokratik çehre yansıtmadığının ve arkaik bir köhnelikle donanmış olduğunu delilidir.

* * *

Yazının Devamını Oku

Yüksek yargı, yüksek tanzim

5 Aralık 2009
BİLİYORUZ, görüyoruz ve yaşıyoruz, biri TSK, diğeri de yargı olmak üzere iki resmi kurum her türlü toplumsal dönüşüme karşı direniyor.

Değişmez statüko dayatıyorlar. Daha doğrusu, bu direniş onların “üst” ve “yüksek” kademesine odaklanıyor. Eh, andıçlarla, Ergenekonlarla, ıslak imzalarla, “Kafes”lerle gerçek artık körlerin bile gözüne girdiğinden, bugün cihet-i askeriyi kenara bırakıp sırf o yüksek yargıya değineceğim.
* * *
DANIŞTAY’ın inanılmaz bir ideolojik bir kararla ve de sıkı durun, “eşitlik” (!) adına meslek lisesi öğrencilerine üniversite kapısını kapatmasından sonra İsmet Berkan Salı günkü “Radikal”de, “Bu Danıştay Tanzimat Fermanı’nı Bile İptal Ederdi” başlığını kullanmıştı. Evet, ederdi! Ez kaza eğer 1839 yılında da mevcut olsaydı, Mustafa Reşit Paşa’nın dahi gözünün yaşına bakmaz ve İmparatorluk tebaası arasında asgari eşitlik sağladığı için Türk - Osmanlı modernleşmesinde kilometre taşı oluşturan hatt-ı hümayunu da çöpe atardı. Ve şüphe yok ki bu kararını da bir önceki “devlet ideolojisi”ni korumak adına alırdı. Din veya laiklik önemli değil, belirleyici noktayı statükonun değişmezliği oluştururdu. 
* * *
BU devlet fetişisti hukuk anlayışının kökeni modern zamanlarda Hegel’e uzanır. Uç noktadaki teorisyeni ise işi bir ara Nazilerle flörte vardırmış Carl Schmidt’tir. Formülü de “mutlak yasal olan şey yalnız mutlak devlettir” şeklinde özetlenebilir. Buyrun bakalım, peki de hangi devlet, hangi devlet ideolojisi ve hangi mutlaklık?
* * *
MESELÂ, hafızamızdan silinmedi ve hiç silinmeyecek, “andıç” arifesi komutanların brifingine katılan ve generalleri ayakta alkışlayan o “yüksek yargıçlar”ımızın devleti mi? Veya, mürekkebi kurumadı ve zaten de hazret hiç kurutmuyor, faşist kelimesi dahi çok yumuşak kalır,  “Kürt bakkala gitme” ve “hepsini asacağız” diye anıran Nazi dergide şu an bile kalemşörlük sürdüren o eski Anayasa Mahkemesi Başkanımızın devlet ideolojisi mi?

Yazının Devamını Oku

Minarenin kılıfı ve çuvaldızı

3 Aralık 2009
MİNAREYİ yasaklayan referandumdan dolayı dün İsviçre’ye çuvaldız batırdım. Fakat bugün de kendimizi iğnelemezsem gerçeğin üstünü örtmüş olurum.

O gerçek de şu ki ne genel olarak İslam Âlemi, ne de özel olarak Türkiye “öteki”ne ve onun mabetlerine karşı yukarıdaki Helvetistan Protestanlığından daha hoşgörülü davranıyor. Eğer dindarsa, bunu inkâr eden çarpılır. Değilse de yalancılıktan Pinokyo burnu uzar. Konuyu örneklerle açmadan önce şu “hoşgörü” kelimesinden başlayalım.

* * *

HOŞGÖRÜ tabii ki olumlu bir şeydir ama bu sözcüğü kullandığınız andan itibaren aslında, geri planda mevcut bir eşitsizliği, bir dengesizliği, bir ayrıcalığı vurgulamış olursunuz. Çünkü “hoşgörü” kendisini skalanın yukarısında, kitlenin çoğunluğunda, değerlerin zirvesinde addeden kişi veya kurumun daha aşağıda, daha azınlıkta, daha tabanda olduğu varsayılana “tahammül göstermesinden” başka bir şey değildir. Diğer bir deyişle, ona tanınmış ve ona bahşedilmiş bir cömertliktir ki, “hak” sayılmaz. Ayrıca yine geri planda, bu cömertliğin cimriliğe dönüşebileceği tehdidi çağrıştırılır.  Yani, ben bir Sünni Türk olarak Aleviye, Kürde, Ermeniye “hoşgörülü davranmak” gerektiğini söylersem, özünde paçayı ele vermiş ve esas çehremi sergilemiş olurum.

O Aleviyi, o Kürdü, o Ermeniyi kendimle denk tutmadığımın delilini sunarım. Oysa “hoşgörü”yü aşmak “öteki”nin mutlak eşitliğini kabullenmekle mümkündür. “Hoşgörü” ahlaki, “hak” ise hukuki bir deyimdir ve ikisi arasında uçurum vardır.

* * *

İMDİİ, biliyoruz, İsviçre minareleri yasaklayan referandumla ne “hak”kı kabullendi, ne de “hoşgörülü” davrandı. Calvin Protestanlığının “öteki” nefretlerinde boğuldu. Tamam da madalyonun öteki yüzünde nasıl bir manzara görüyoruz? Ezelden beri ve Müslümanlardan da önce Hıristiyanların varolduğu kutsal toprakların “köktenci” baskıdan dolayı bugün İseviler tarafından terk edilmesine ne diyeceğiz? Yine oranın öz be öz insanı olan Mısır Kıptilerinin kliseleri ikide bir kundaklanırken veya güney Sudan İsevilerinin ibadethaneleri imha edilirken, bunlara hangi kulpu takacağız?

Aslında oralara kadar da gitmeyelim, kendisine laik diyen Türkiye’de gayr-ı Müslim sayısı eskiyle kıyaslanmayacak oranda ve cebren azal-t-ı-l-mışken, yahut Protestanlarının mabet açmak girişimleri valilikler tarafından engellenirken, “Dar-ül İslam”ın “Dâr-ül Harp”ten daha “hoşgürülü” ve daha “hakkaniyetçi” olduğunu iddia edebilecek miyiz? Asla ve ayriyeten, tüm bunların ötesinde meseleye bir de şu açıdan bakmak gerekiyor.

* * *

Yazının Devamını Oku

İsviçre minaresi

2 Aralık 2009
DAHA önce de yazdım, ben, “cinnet yılları”nda hamal olarak çalıştığım ve ya Basel istasyonun banklarında, ya da Ren nehrinin düşkünler yurdunda yattığım İsviçre’yi sevmem. Hayır, bu kötü defteri açtırdığı için değil! Kişisel bir kuyruk acısından falan da değil!

Yani, zaptiye korkusuyla ilk tramvaya binmeye bile cesaret edemeyen biz kaçak işçiler sabahın köründe ve ovanın ayazında kapı önüne dizildiğimizde, nemrut ustabaşının içimizden en cüsselileri ve en pazılıları seçip kalanları hoyratça sepetlemesine kin bağlamadım.

* * *

BAĞLAMADIM, zira cepte çalışma izni ve pasaporta ikâmet mührü yok, dolayısıyla boynumuz kıldan ince, nereye gidersen git, Avrupa’nın öteki yerlerinde de durum aynıydı. Başka bir deyişle, İsviçre diğerlerinden ne daha az, ne de daha fazla “insani”ydi. Üstelik doğruya doğru, eğer o gün kamyona atlayabilmek şansını yakaladıysam, vakti zamanın parasıyla cebime haniyse yetmiş çil frank girerdi. Böyle bir miktar hem benim için servete tekabül ederdi, hem de belki İskandinavya hariç, diğer hiçbir ülkede kazanılamazdı.

Ancak buna rağmen “Helvetistan”ı yine de sevmedim. Sevemedim. Çok sonraları, o “cinnet yılları” nihayetinde, artık tren istasyonu bankında değil kayak istasyonu otelinde de yattığım oldu ama daima, hep ilk günkü rahatsızlığı hissettim.

* * *

DİYELİM ki bu rahatsızlık İsviçre’de hüküm süren bir ruhiyattan, bir atmosferden, bir hal ve oluş tarzından kaynaklandı ve kaynaklanıyor.

Böylesine bir düzen ortamı, böylesine bir disiplin anlayışı, böylesine bir ciddiyet katılığı; açıkçası işlerin böylesine “tıkırında gitmesi”, bir anlamda beni boğdu ve boğuyor.

Ne zaman ayak basmak zorunda kaldıysam ve kalıyorsam, o dillere destan dağlar bana kendimi eczanede, o bal dök yala şehirler ise hastanede olduğum hissini verdi ve veriyor.

Yazının Devamını Oku

Resmi tarih hızlı tarih

28 Kasım 2009
MALÛM, 1923 Cumhuriyetimiz daha en baştan Fransa Devrimi’ni model belledi. <br><br>O halde biz de resmi tarihe ilişkin örneklemeyi yine bu ülkeden alalım.

* * *

MAKTUL sayısı tam bilinmiyor ama söz konusu Devrim 1793’de Vendée bölgesinde patlak veren ve dev kitlesellik arzeden isyanı dehşet katliamla bastırmıştı. İç savaş yaşandı.

Paris’in emriyle kadın, çoluk, çocuk kılıçtan geçirildi. Nehirler kadavralarla taştı.

Fakat haniyse iki asır boyunca yukarıdaki olay o resmi tarih kitaplarına girmedi. Veya tahrif edildi. “Kralcı asilerin çıkarttığı küçük karışıklıklar” gibisinden laflarla yetinildi.

Oysa gün geldi, iğdiş edilmiş olduğu sanılan kolektif hafıza tekrar su yüzüne çıktı.

Arşivde araştırma, mezarda soruşturma, ağıtta yakınma derken, isyanın muazzam bir halk tabanına oturduğu ve devrimci zorbalığa başkaldırıdan kaynaklandığı kesinlik kazandı.

Ama tekrar dikkat çekiyorum, bu gerçek Fransa tarihindeki yerini iki yüzyıl sonra aldı.

* * *

Yazının Devamını Oku