Hadi Uluengin

Bengalî bir portre

13 Şubat 2010
<b>Dakka</b><br>ALMANCA “kitsch” kelimesinin hiçbir lisanda tam karşılığı yoktur.

Genelde “kötü zevk” diye tercüme edilir ama aslında bu da gerçek anlamı yansıtmaz. Özetle diyelim ki, estetik duyarlılığı ve göz adabını tırmalayan nesneler veya durumlar “kitsch” olarak tanımlanır. Yelpazesi de abartılı renklerden uyumsuz formlara dek uzanır.

Biliyorum şimdi diyeceksiniz ki, “be adam, taa Bengal’lerden estetik dersi vermeye kalkışmanın alemi yok! Sen hele şu Ganj deltasına gel de, ‘kitsch’i miçi kusur kalsın”.

Geliyorum geliyorum da, eğer yukarıdaki olgudan bahsetmeseydim Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün son durağındaki enstantaneyi de hakkıyla tasvir etmiş olmazdım.

* * *

EFENDİM, Bombay’dan kalkıp Dakka’ya inen uçağımız daha pistte fren yapıyordu ki, lumbozdan baktığımızda, kabaca bir taşra kasabası terminalini andıran Dakka havaalanında pek olağanüstü şeylerin hüküm sürdüğünü derhal anlayıverdik.

Kortejde bekleyen otomobillerin ışıldakları ve yere serilmekte olan halı etrafındaki dehşet telaş bir yana, dört bir yan Türk ve Bangladeş bayraklarıyla donanmıştı. Bitmedi!

Bitmedi, zira bir de bütün protokol binasına boydan boya, Bengalî ve İngiliz dillerinde “Hoşgeldiniz Türkiye Cumhurbaşkanı Ekselansları” yazılmıştı. Ama yine bitmedi!

Evet yine bitmedi, çünkü ayrıyeten aynı binanın önüne hem Bangladeş lideri Zillur Rahman’ın, hem de Abdullah Gül’ün devâsa portreleri resmedilmişti.

Yazının Devamını Oku

Üçüncü Hintnâme

11 Şubat 2010
Agra

 


ÜÇ gündür yazmakta olduğum “Hintnâme”lerin ilkine şöyle de başlayabilirdim:

Yazının Devamını Oku

İkinci Hintnâme

10 Şubat 2010
ŞU Hint diyarından işte size hem hakiki, hem de mecâzi anlamında bir ahiret sorusu: <br><br>Kuzum, dün sözünü ettiğim “nirvana” nedir? Hadi cevabı da kendim vereyim.

Efendim bu “nirvana” genel olarak Hinduist, özel olarak da onun çömezi addedilen Budist felsefede son hedefe varmak gibi br şeydir. Nihai noktaya ulaşmak da denilebilir.

Tam karşılığı olmuyor ama hadi diyelim ki, “hidayete ermek” gibi bir durumdur.

Ve yine dün belirttiğim gibi, eğer ben ezelden beri Hintlerle karşı mesafeli durduysam, hatta alerji hissettiysem, bütün mesele işte yukarıdaki “nirvana” meselesinde düğümleniyor.

Ve derhal ekleyeyim ki sorumlusu bizzat Hintler değildir! Zerre kadar günahı yoktur!

“Nirvana”dan ötürü beni Asya altkıtasından “soğutan” şey Avrupa’nın ta kendisidir.

 

ŞÖYLE ki, ben son tahlilde bir “atmışsekizliyim”. Ve bu devirde, “savaşma, seviş” şiarını kullanan ve “hipi” diye anılan kesim sözümona Hint felsefesine pek bir merak salmıştı

Düşünün ki o çok sevdiğim “Beatles” grubu bile, şu an elime geçse kör testereyle kıtır kıtır keseceğim Yoko Ono adlı meymenetsiz cadının etkisiyle, gitar yerine sitar çalmaktadır.  

Yazının Devamını Oku

Birinci Hintnâme

9 Şubat 2010
<b>YENİ DELHİ</b><br>İŞTE hazır Hintlere geldim. O halde şimdi sizlere içimi dökebilirim.

Çünkü bu diyar hakkında okuyucuya ifşa edeceğim öylesine mahrem şeyler var ki!

Ve hayır, şu an bir Yeni Delhi otelinin penceresinden Yamuma ırmağının buğularını ve Nizamettin Köprüsü’nün kalabalığını seçiyorum diye yalan söyleyecek değilim.* * * 

 

DOĞRUYA doğru, buralarla hiç aram olmadı. Hint benim merak alanıma girmedi.

Hatta daha dobra konuşursam, bütün bir Asya altkıtasıyla başım asla hoş olmadı.

Şam’ın şekeri, Arabın yalellisi misali, ne yenip yutulmaz “Maharabata” destanını okumaya kalkıştım; ne bir o kadar yenip yutulmaz “kâri”li pilavlarından avuçladım, ne de Ravi Şankar musikileriyle kendimden geçip “nirvana”ya eriştiğimi sandım.

Zaten nedenlerine daha sonra geleceğim, eğer Hintlere karşı hep belirli bir alerji hissetiysem buradaki “nirvana” meselesi muhtemelen belirleyicilik arzediyor.

O halde şu kesin, Cumhurbaşkanlığı gezisine refakat fırsatı doğmasaydı, yüzde doksan dokuz virgül doksan dokuz ihtimalle ömrümün sonuna dek buralara adım atacak değildim.

Yazının Devamını Oku

Başbuğ, EMASYA ve TSK’nın hızı

6 Şubat 2010
CEVAPLADIKLARI ve cevaplamadıklarıyla Genelkurmay Başkanı’nın “Hürriyet”e yaptığı son açıklamaları; artı, sivil rejim üzerinde bir askeri vesayet kılıcı olarak sallanan “EMASYA” protokolunun nihayet kaldırılmasını, aşağıdaki çerçevede ele almak gerekiyor.

DURUM şu ki, Türkiye’nin hanidir yaşadığı ve de geri dönüşü artık asla mümkün olmayan değişim sürecinde herkes aynı süratle ilerlemiyor. Motor ortak vites kullanmıyor.Kademeli olarak, bir bölüm kitleler, kurumlar ve şahıslar cimnastik adımıyla yürüyor.İstim arkadan gelsin hesabı da diğer bir bölüm kaplumbağa hızıyla ayak sürüyor.Hatta aslında dinamiği önlemek için her çareyi deneyenler devinimin kaçınılmazlığını nihayet anladıklarında, metozori itekleme sonucunda ve kerhen kıpırdıyorlar.Ve, “yasalcı” bir asker olduğuna inandığım Orgeneral Başbuğ, belki şahıs olarak değil ama, onun ağzından ifade ettiği görüşlerle TSK kurum olarak bu son kesim içinde yer alıyor.Dolayısıyla, şimdi bunun açıklamasını Komutan’ın demecinden yola çıkarak yapalım. * * * 

BİR; Genelkurmay Başkanı’nın “Hürriyet” yöneticilerine demeç vermek ihtiyacını hissetmesi veya gazeteden gelen talebi kabullenmesi; üstelik de yumuşak ve uzlaşmacı bir üslupla yukarıdaki kısmi özeleştiriyi yapması, zaten başlı başına bir de-ği-şim işaretidir.Ama heyhat, bu, gönüllü biçimde gerçekleşmedi. Şartların zorlamasından kaynaklandı.Çocuk değiliz ve hepimiz farkındayız, “Ergenekon”lar, “Kafes”ler, “Balyoz”lar ortaya çıkmasaydı, kellim kellim layen fa, TSK bildiğini okumaya devam edecekti.Özeleştiri ne kelime, tekrardan yumruk vuracaktı ve tekrardan gürleyecekti.* * * 

EVET değişmiyor ve nitekim onun içindir ki üç; Başbuğ kendisine yöneltilen iki “hayati soruda” da ketum kalmakla, zaten ancak ve ancak şartların dayatmasıyla gerçekleşen izafii değişime rağmen TSK’daki “duraklatma refleksi”nin devam ettiğini ortaya koyuyor.Türk Ordusu’nun hem evrensel demokrasilerdeki genel işleyişe mesafeli durduğunun, hem de yapısal ve kurumsal bir dönüşüme ayak sürüdüğünün “sessiz sinyalini” veriyor.Başka bir deyişle, toplumsal devinimin süratine ayak uyduramayan bir portre çiziyor.Oysa hayat ve Türkiye sonsuz hızlı bir değişim dinamiğinin motorunda dönüyor ki, teknolojik açıdan zaten jet türbiniyle donanmış TSK ideolojik açıdan süvari hızıyla yetinemez.

Yazının Devamını Oku

Nalına ve mıhına

4 Şubat 2010
BAŞBAKAN’ın Meclis grubundaki “salı konuşmaları”nı anında yorumlamak bana vazife değildir.

Ama bugün biri olumlu, diğeri olumsuz olmak üzere iki konuya değineceğim.

Olumlu dediğim noktayı AK Parti liderinin “Türkiye bu demokratik olgunluğa ancak bugün ulaştı. Şartlar şimdi oluştu” yönündeki saptaması oluşturuyor.

Erdoğan yukarıdaki tesbiti darbe kumpaslarının ve “EMASYA” gibi askeri vesayet uygulamalarının üzerine gidilmek için neden yedi yıl beklendiği sorusunu yanıtlarken yaptı.

Evet doğrudur! Doğrudur, çünkü realpolitik güç dengeleri göz önüne alındığı takdirde, sabırsızlanmamıza rağmen gerçek bir demokratikleşmenin şartları ancak şimdi olgunlaşıyor.

Hatta hicâp giyiniyor diye o Başbakan’ın eşine dahi askeri hastane ziyareti hâlâ yasaklanıyorsa, meyvadaki olgunluğun henüz kopartılacak raddeye gelmediği bile eklenebilir.

Ama gelecektir ve o zaman da iş AK Parti’nin olgunluğuna kalacaktır ki, sınayacağız.

 

ÖTE

Yazının Devamını Oku

AK Parti’nin sağı mı solu mu? (son)

3 Şubat 2010
YEDİ yıllık AK Parti iktidarının “soldan” eleştirilecek yanı yok mu?<br><br>Olmaz olur mu, tabii ki var! İbadullah! Yığınla! Bir araba!

Hükümet partisi sütten çıkmış ak kaşık değil ve de pek çok “sol eleştiri”yi hak ediyor. 

Ancaak!

*

ANCAĞI şu ki yukarıda “sol eleştiri” derken deyimin hakkını vermeye çalışıyorum.


Yani kendi hesabıma “sağ” gibi “sol” kavramının da “Duvar”ın 1989’daki yıkılışından sonra anlam yitirdiğine inanıyorum ama mademki hala dil pelesengi ediliyorlar o halde onları, iki gündür açıkladığım tarihi ve evrensel çerçevede kullanmam gerekir.


Yazının Devamını Oku

AKP’nin solu mu, sağı mı? (II)

2 Şubat 2010
YAZIYA önce şu “sol” ve “sağ” deyimlerin nasıl zuhur ettiği konusuyla başlayalım.

Efendim, Fransa Kralı 16. Louis ahalide baş gösteren hoşnutsuzluktan, yani aslında bütçenin iflas bayrağı çekmesinden dolayı 1789 baharında eski danışma meclisini toplamıştı.

Dananın kuyruğu da feodallerden, ruhbanlardan ve burjuvalardan oluşan ve kendini “Kurucu Meclis”e dönüştüren bu organın 28 Ağustos günü gerçekleştirdiği oturumda koptu.

Çünkü sıra Haşmetmeab’ın veto hakkını tartışmaya geldiğinde saflar kesinkes zıtlaştı.

Mutlakiyetçi soylular ve papazlar Versailles Sarayı’nın “Küçük Hazlar Salonu’nda sağ; eşraf burjuvaları, taşra ruhbanları ve tek tük aykırı aristokratlar da sol tarafa oturdular.*

HAYIR hayır, bu ayrışma herhangi bir hesaptan, adetten, önyargıdan kaynaklanmadı.

Yani, sağına sarımsak asan birinciler âlâ kokulu “bouillabaisse” çorbasını; soluna soğan asan ikinciler de arpacık cücüklü “bavette” yahnisini tercih ettikleri için yer seçmediler. Saflaşma tamamen tesadüf eseri ve anlık bir sandalye değişimi sonucu ortaya çıktı.

Ne var ki işte o gün bugündür de “sağ” ve “sol” deyimleri birer siyasi etikete dönüştü.

Terimler her yerde bir politik duyarlılığın, bir kültürel eğilimin, bir iktisadi tercihin, hatta insanlardaki bir hal ve oluş tarzının “alamet-i farika”sı olarak algılanmaya başlandı.

Yazının Devamını Oku