Eh, bugün 2010’a siftah ettiğime göre, oyunbozanlığa kalkışmadan geleneğe saygıda kusur eylemeden bari ben de aynı vazifeyi yerine getireyim.
Ve de kendi bakış açımdan yola çıkarak, lâfı hiç uzatmadan fakat “esas olarak” diye altını çizdikten sonra, 2009’un Türkiye için “mükemmel” bir yıl olduğunu saptayayım.
* * *
BİLİYORUM, yukarıdaki sıfatı kullanmış olmam şimdi pek çok kişiyi şoke edecektir. Üstelik de kazan kaldıracak kesimi sırf her şeye marazi ve travmatik bir iktidar düşmanlığıyla bakan ve bitmiş üçyüz atmışbeş günün üçyüz atmışbeşinde de sabahtan akşama kadar felaket tellallığı yapan “statüko zaptiyeleri” ve onların yandaşları oluşturmayacaktır.2009’u “mükemmel” diye tanımlamam aynı zamanda, ülkeye ve hayata daha mutedil, daha ılımlı, daha uzlaşmacı, daha demokrat yaklaşan kişileri bile yadırgatacaktır.Çünkü doğru, genel iktisadi krizinin Türkiye üzerindeki etkilerini saymasak bile daha ilk bakışta, siyasi planda da sonsuz kaotik bir takvim çevirdiğimiz izlenimi uyanıyor.
Yoksa ben tercihi yaptığım sırada, irademe itaat etmeyi reddeden ve kendi bildiğini okuyarak “gaip zaman peşinde” koşan bilinçaltım mı devreye girmişti?
Emin değilim ama, olabilir! * * *
OLABİLİR, çünkü daha çok çocuktum ve aynı muhitte oturan akrabaları ziyarete gittiğimizde, tıpkı Tatavla’da, yani nâm-ı diğer Kurtuluş’ta; tıpkı Aya Stefanos’ta, yani nâm-ı diğer Yeşilköy’de; veya tıpkı Boğaz’ın iki yakasındaki köylerde olduğu gibi buranın da sokaklarında, muhallebicilerinde, evlerinde Ritsos lisanına hısım dil konuşulurdu.
Asla yadırgamazdım. Zira doğduğum andan itibaren böyle bir ortamda yetişmiştim.
Eh, babamın can yoldaşı benim Koço amcam değil miydi? Henüz camiye gitmemişken de içine girdiğim ilk mabed, oğlu Hristo’nun vaftizine gittiğimiz kilise olmamış mıydı?
Zaten kundaktan itibaren Kalamış’taki Todori’nin masaları arasında büyüdüm. Yaşım ilerledikçe de garson Yani maden suyundan biraya, sonra biradan rakıya geçmeme izin verdi.
Artı, Yorgo usta, Panayot, Manol, Elya Dayı falan, matbaadaki iletişim dilini Türkçe kadar Rumca oluştururdu. Müslüman çırak ve kalfalar bile “kalimera” diye selam çakardı.
Artı, Vito yengem Bedri dayımın karısı, Panos efendi de anneannemin iskarpincisiydi.
Yani, çok muhterem din adamının yine özbeöz k-e-n-d-i vatanı olan Türkiye’de gayrimüslim azınlıkların maruz kaldığı baskılar, tacizler, ayırımcılıklar karşısında kendisini “çarmıha gerilmiş gibi” hissetmesi konusuna değinmiştim.
Demiştim ki, ruhani lider tarafından kullanılan ve bir kaşık suda fırtınası kopartılan bu “çarmıha gerilmiş” deyimi bütün Hıristiyan dillerde sonsuz yaygın bir metafor oluşturur.İsa Mesih’in Kudüs-ü Şerif’te kat ettiği “azap yolu” çilesine atfen lûgate girmiştir.Eziyeti göğüslemek ve acıya pes etmemek anlamındaki benzetmeyi ifade eder. Yazımın sonrasında da, Patrik hazretlerinin dini ve etnik aidiyetiyle paralellik taşıdığı için, bizzat kendimin, artık esamisi bile okunmayan ve şehrin yine özbeöz e-s-a-s sakini olan Rumların hâlâ tek tük yaşadığı bir semtte ikâmet ettiğimi söylemiş ve şu ayrıntıyı eklemiştim.* * * MAHALLEDE yerleşimin yoğunlaştığı 19. yüzyıl ortalarından, dağdan inenler olarak bağcıları sille tokat, yetmedi piştov yağma kovduğumuz tarihe kadar daima ekalliyet ağırlıklı bir muhit oluşturmuş olan bu İstanbul semtinde, kiracısı bulunduğum hane de dahil bütün eski Rum evleri, kentin hemen hiçbir yeriyle kıyaslanmayacak oranda tahkim edilmişlik arz eder.Önce konut olarak inşa edilmiş olan haneler gel zamam, git zaman, ya Çatalca’daki “Çakmak Hattı”nın, ya Alzas’taki “Maginot Duvarı”nın bunkerlerine dönüştürülmüşlerdir.Tabii, eşitsizlikler Latin Amerika’sındaki “condominio” tecridini model alan yeni zenginlerimizin, hayattan kopukluğu özel zaptiyeyle korudukları sitelerini hariç tutuyorum.Ha unutuyordum, bir de bilhassa şunu eklemem gerekiyor.* * *
EVET neden ve meselâ, niçin benim dış kapımın arkasında bilek kalınlığında ve kol uzunluğunda kocca bir demir sürgü bulunuyor? Asma kilitle de daha çok muhkimleştirilmiş.Parmaklıklara ek olarak da, bitişikteki dam ve saçaklardan dikenli tellerle ayrılıyorum.
Oysa girdiler! Uzak olmayan bir mazide, zaptiye himayesindeki eşkıya her yere girdi!
Neymiş, bu ezilmişlik hissiyatını dile getirirken, bütün Hıristiyan lisanlarda mecâzi bir metafor oluşturan ve İsa Mesih’in Kudüs’ü Şerif’te katettiği “azap yolu” çilesini çağrıştıran “çarmıha gerilmişlik” ifadesini kullanmışmış. Fesüphanallah! Ya hangi deyimi kullanacaktı? Yoksa, “aferin, ne güzel canımıza okuyorsunuz” diye bizleri takdis mi edecekti ? O halde ben de konuyu hem kendi “mahalle çevrem”den, hem de Patrik Hazretlerinin etnik ve dini mensubiyetini taşıdığı için Rum yurttaşlarımız açısından işleyeceğim.
* * *
* * *
YİNE mahallemde, bazı güneşli öğleden sonralarında, ezici çoğunluğu yine hayli yaşlı diğer Rum sakinler, tam köşedeki pastahanenin terasında buluşurlar. Hem ışık huzmelerinin altında ihtiyar kemiklerini ısıtırlar, hem de kötü demlenmiş çayı paskalya çöreğiyle birlikte yudumlarken, buraların böyle olmadığı günlerden konuşurlar. Ve, o çayın Abdi beyin abdest suyu tadına rağmen o paskalya çöreği çok lezizdir. Zira, şimdikinden iki önceki ilk Türk usta mahlebi böyle kıvamında karıştırmayı hem pastahanenin kurucu sahibi, hem de gerçek ve en eski ustası olan Müsü Yani’den öğrenmiştir. Müsü Yani ise meçhulumüzdür. Bir geceyarısı, tası ve tarağı dahi toplamasına izin verilmeden, adını sanını, yolunu yordamını, adetini adabını bilmediği Atina’ya postalanmıştır. Ama şükür, çöreğin taamındaki gibi gelenekteki süreklilik de hala devam eder. Aynı Paskalya’nın yortusu geldiğinde, camekan kırmızı yumurtalarla bezenir. Oysa eyvah, hayal meyal dahi olsa Karnaval şenlikleri sırasında sokaklarda gezinen maskara kortejlerini hatırlayacak fânilerin sayısı bir, en fazla iki elin parmaklarını geçmez.
* * *
Başka bir deyişle, her şeyi travmatik bir “ben” ekseninde değerlendirmektedir.
Dolayısıyla, hem ölüm içgüdüsüyle kıvranan, hem de bu korkuyu aşmak için “öteki”ni “öldüren” (!) Apo, aynı araza sahip pek çok hasta gibi totaliter ruhiyatla bütünleşmiştir. Zaten de açılım projesini aynı “ben” devreye girmediği için baltalamıştır. Ölüm içgüdüsünü uzaklaştırmak refleksi, vazgeçilmezliğini ispatlamak şeklinde tezahür etmiştir.
Ancak “şiddet kültürü”yle yoğrulmuş genç Kürt kitleler, gerek şimdiye dek devlet tarafından uygulanmış kimlik inkârına karşı duydukları tepkiden; gerek eski feodal değerlerin henüz silinmemiş zihni sürekliliğinden; gerekse de genel Türkiye platformunda ezelden beri hükümranlık kurmuş olan resmi kişi putlaştırmasından ötürü Öcalan’ı “ilâh” bellemektedir.
Bunun hiçbir rasyonel hiçbir yanı yoktur ama heyhat, nesnel ve soğuk bir vakıadır.
Binaaleyh, ne etnik talep temelinde Leninist–totalitarist–militarist bir “zor azınlığı” oluşturan PKK’nın; ne de bizatihi bu “zor”unun dayatmasından ötürü söylem dışına taşamayacak olan legal bir Kürt partisinin Apo’dan bağımsız bir kıymet-i harbiyesi vardır.
Her şey eninde sonunda İmralı düğümlenmektedir ve bu da nesnel bir vakıadır.* * *
İMDİİ, yabana atılmayacak orandaki Kürt kitlenin musdarip olduğu bu “Apomani”yi göz ardı ederek başarılı bir çözüme ulaşamaz. Gerçeği reddeden politikalar semere vermez.
Fakaat, “egoman” hezeyanlar yaşayan ve “Türk sokağı”nın da “Kürt sokağı” kadar irrasyonel hassasiyet taşıdığını anlamayan Apo’nun eblehçe umduğu şey asla gerçekleşemez.
* * *
BİR, “hayran” kitlenin önemli kesimi 20-25 yaş altındaki gençlerden oluşuyor. Çünkü, Diyarbakır Ticaret Odası Başkanı Galip Ensarioğlu’nun mükemmel saptamasıyla, bu yetişkinler doğdukları andan itibaren “şiddet kültürü”yle yoğruldular. Ninni yerine “Kalaşnikov” sesleriyle büyüdüler. Çoğunun ailesinde öldürülmüş, işkenceden geçirilmiş, zindana atılmış bireyler var. Dolayısıyla, intikam dürtüsü öne çıkıyor. Artı, aynı Kürt gençliği parlak bir perspektif beklemiyor ve kaybedecek çok şeyi yok!
* * *
İKİ, Güneydoğu’daki feodal yapının ekonomik temelleri çözülmüş olsa dahi onun kültürel etkinliği henüz tam dumura uğramadı. Bunun hayata geçmesi için zaman gerekiyor. Yani prangalar kırılamadı, zira ruhi dönüşüm iktisadi dönüşüm kadar hızlı ilerlemiyor. Dolayısıyla, hem reis, şef, ağa gibi eski itaat ögeleri; hem de kahramanlık, isyankârlık yiğitlik gibi yine eski ahlâk erdemleri öz değişmeden biçimsel olarak “modernleşiyor” (!). Kanalize olan bu yüzeysel evrim de “Apomani”de tezahür ediyor. Zaten “amca” anlamındaki “ap”tan Apo, pederşahi ilişkiler yumağı göz çıkartıyor. Ve nihayet üç, genel Türkiye kültürü diğer bir kişiye tapınma, diğer bir ilâhlaştırma, diğer bir dokunulmazlıştırma tabusuyla hercümerç olmuş olduğundan, Kürtlerdeki “Apomani” ona bir “anti-model” veya bir “karşı-idol” olarak ortaya çıkıyor.
Tabii burada da yine öz değişmiyor ve yalnız aynadaki suretin çehresi farklılaşıyor.
* * *
İMDİİ, bir bölüm Kürt kitlenin musdarip olduğu bu vahim “Apomani” hastalığını onaylamadan fakat onu soğuk bir nesnellikle açıkladıktan sonra şu pratik soruyu soralım: İmralı sakini gerçekten de söz konusu kitleleri denetliyor mu? Evet!
* * *
Bu saptamanın pek çok kişiyi yadırgatacağını biliyorum, açıklamasına geleyim.
* * *
EVET Apo Türkiye’nin şansıdır, çünkü cumartesi ve salı günkü yazılarımda da belirttiğim gibi, İmralı sakini çok derin ve çok vahim bir ruhi arazdan muzdariptir.
Klinik teşhisin adı büyük ihtimalle, tüm beyin sistematiğinin “ben” üzerine sabitlendiği “egomani”dir. Travmatik ölüm korkusu da bu sakatlığın tamamlayıcı öğesidir.
Yani önce, tek bir fikre sabitlenmek durumunu tanımlayan “monomani”yle, o tek fikri kendi “ben”iyle özdeşleştiren “egomani”nin klinik tariflerini vermiştim. Sonra da bunların öznesi olan “monomanyak” ve “egomanyak”lardaki ruhi arazları sıralamıştım. Artı, Hitler ve Stalin örneklerinden yola çıkarak, söz konusu saplantıları yansıtan siyasi şahsiyetlerle totaliter ideolojiler arasında mutlak bir bütünlük olduğunu vurgulamıştım.
Nihayetinde de, aynı “monomanyak” veya aynı “egomanyak”ların geniş kitleleri cezbetmesi halinde, esas tedavi edilmesi gereken şeyin bu kitleleri böyle bir yanılgıya iten travmanın kökeni olduğunu kaydetmiştim.
* * * TAMAM da, aslına bakarsanız yukarıdaki lûgati ancak yalap şalap bildiğime ve eli yüzü düzgün bir ruhbilim eğitiminden geçmediğime yanmıyor değilim. Zira önümde şu soru var ve sahip olduğum sınırlı bilgiyle net bir cevap veremiyorum. Bizzat Apo’yu “monomanyak” mı, yoksa “egomanyak” mı addetmek gerekiyor?* * * KABUL ve zaten burada amatör psikologluğumla övünebilirim, çünkü o zamanki genel yayın yönetmenim Hasan Cemal şahidimdir ki aynı Apo’nun vahim bir ruhi arazdan muzdarip olduğunu tâ 1987 yılında ve Bekaa vadisinde hazretle görüştüğüm an saptamıştım. Eğer iki gün arayla öne geçen Mehmet Ali Birand’ın röportajı yasaklanmamış ve dolayısıyla ben de bir şeyler yazabilmiş olsaydım, ana fikri bu tema üzerine odaklayacaktım. Nitekim de daha sonra daima, travmalı öznenin öyle İmralı sayfiyesinde değil Freud kanepesinde, olmadı Mazhar Osman koğuşunda tedaviye yatırılması gerektiğini düşündüm. Fakat bütün bu varsayımlar kesin bir klinik teşhise imkân tanımıyor ve Abdullah Öcalan’nın “monomani” bir fikri sabitten mi, yoksa bu fikri sabitin “ben”e dönüştüğü bir “egomani”den mi terapi altına alınması gerektiği sorusunu yanıtlamıyor. Ancak, yaldızlı diploma sahibi gerçek ruhbilimcilerin işine karışmak gibi olmasın ama yine de el yordamıyla hissettiğim kadarıyla bana öyle geliyor ki, sanki ikincisi ağır basıyor. * * * EVET, bana sorarsanız Apo’da “monomani”den ziyade “egomani” ağır basıyor. Çünkü gerek iki gün boyunca Lübnan dağında gözlemlediğim ve o “ben”i inanılmaz ölçüde putlaştıran hastalıklı ruh hali; gerek, hezeyanlarını ıkına sıkına okumaya çalıştığım şu yenip yutulmaz “Çözümlemeler” (!); gerekse de daha sonra medya vasıtasıyla izlediğim tavırlar, edâlar, deklarasyonlar falan, bütün bunlar Abdullah Öcalan hazretlerinin her şeyi ve her şeyi aynı “ben” ekseninde kurduğunun ve yorumladığının delillerini oluşturuyorlar. Öyle bir “ben” saplantısı ki, lâfımı ölçerek ve derinliğini kavrayarak söylüyorum, “davacısı” olduğunu iddia ettiği Kürtlerin bu davasını dahi anında, onun uğruna çöpe atabilir.* * * ATABİLİR ve nitekim de bugün gerçekleşmekte olan şey bunun somut göstergesidir. Yukarıdaki “dava”, yani Kürt aidiyetten yurttaşların demokratik ve özgür bir Türkiye’ de “tam eşitlik”e kavuşması aslında Apo’nun zerre kadar umurunda olmadığı; artı, esasında o Kürtleri asla sevmediği ve zaten yine esasında, metafizik boyuttaki her türlü genel insan sevgisinden tamamen yoksun olduğu; daha artı, odaklandığı yegâne noktayı yalnız ve yalnız; mutlaka ve mutlaka; bilhassa ve bilhassa kendisinin muhatap addedilmesi oluşturduğu içindir ki, hazret emir kullarına verdiği talimatla o “Kürt açılımı”nı güle oynaya sabote etmiştir. Buna bir de “egomani”nin en temel arazları arasında yer alan ve içgüdüselliği travmaya dönüşmüş olan ölüm korkusunu eklemek gerekiyor ki, konuyu yarın işleyeceğim.