Paylaş
Ama bugün biri olumlu, diğeri olumsuz olmak üzere iki konuya değineceğim.
Olumlu dediğim noktayı AK Parti liderinin “Türkiye bu demokratik olgunluğa ancak bugün ulaştı. Şartlar şimdi oluştu” yönündeki saptaması oluşturuyor.
Erdoğan yukarıdaki tesbiti darbe kumpaslarının ve “EMASYA” gibi askeri vesayet uygulamalarının üzerine gidilmek için neden yedi yıl beklendiği sorusunu yanıtlarken yaptı.
Evet doğrudur! Doğrudur, çünkü realpolitik güç dengeleri göz önüne alındığı takdirde, sabırsızlanmamıza rağmen gerçek bir demokratikleşmenin şartları ancak şimdi olgunlaşıyor.
Hatta hicâp giyiniyor diye o Başbakan’ın eşine dahi askeri hastane ziyareti hâlâ yasaklanıyorsa, meyvadaki olgunluğun henüz kopartılacak raddeye gelmediği bile eklenebilir.
Ama gelecektir ve o zaman da iş AK Parti’nin olgunluğuna kalacaktır ki, sınayacağız.
ÖTE yandan, malûm, aynı partiden milletvekili Mevlût Çavuşoğlu, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM) Başkanlığı’na seçildi. Ben sonsuz memnuniyet duydum.
Zira Strasbourg organı sembolik açıdan “evrensel demokrasinin terazisi” addedilir.
Dolayısıyla, böylesine “etik” bir kuruma bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşının riyaset etmesi; üstelik de söz konusu siyasetçinin “İslami duyarlılıklı” bir partinin aidiyetini taşıması, yukarıdaki sembolizmi ve onun genel çağrışımlarını daha çok güçlendirmiş oldu.
Nitekim o AKPM’yi ancak ayda yılda bir ve de lâf olsun kabilinden haber yapan Batı medyası bu gelişmeye geniş yer ayırdı. Sürekli olarak da aynı simgeselliğin altını çizdi.
Buraya kadar her şey iyi güzel de şimdi güzel olmayan noktaya gelelim.
BAŞBAKAN salı günü, söz konusu AKPM’ye üye CHP ve MHP milletvekillerinin Çavuşoğlu’nu desteklememesini sert bir dille eleştirdi. “Bu ne kindir” yorumlamasını yaptı.
Artı, olumlu gelişmeyi “AK Parti’nin değil Türkiye’nin başarısı” olarak tanımladı.
Hayır, katılmıyorum!
KATILMIYORUM, çünkü kişisel açıdan yukarıdaki iki parti temsilcisinin tutumunu benimsemememe rağmen değil eleştirmek, aksine sergiledikleri tavrı çok normal buluyorum.
Hatta “medeni cesaret” ve “demokratik evrensellik” hanesine yazıyorum.
Buna karşılık Erdoğan’ın yaklaşımında o çok hamasi “milli dava” (!) popülizmiyle flört eden bir yön sezinliyorum. Havaların icabı kulağımı kar suyu kaçıyor ve işkilleniyorum.
Zira “atanmışlar”ı değil “seçilmişler”i barındıran her hangi bir uluslararası kurumda saflaşmalar “milli” çerçevede gerçekleşmez. Tercihler “siyasi” çerçevede şekillenir.
Mesela, Cebelitarık’tan dolayı Londra ve Madrid’in aralarının limoni olması o tercihi değiştirmez. Bir İspanyol sosyalist yine İspanyol fakat liberal bir üyeye karşı canla başla İngiliz sosyalistini destekler. Büyük Britanya’da da kimse “milli dava” diye ayaklanmaz.
Ancaak, bütün bir 12 Eylül ertesi aynı AKPM’de yer alan ve “sosyal demokrat” (!) geçinen Ankara parlamenterlerinin yaptığı gibi, en aşırı sağla birlikte “bizde işkence yoktur” diye oy kullanılırsa, doğru “ulusal onur”a (!) değil ama heyhat, demokrasiye hançer indirilir.
“Milli dava” yerli kamuoyu nezdinde bekâret korur ama evrensel planda fahişe olur.
DOLAYISIYLA evet, muhalefetin Strasbourg’da AK Parti’yi desteklememesi; yani “ulusal”ı aşması, Avrupa Konseyi’nde simgeleşen evrensel demokrasinin Türkiye zaferidir.
Ve eğer eleştirecekse de Başbakan’ın o eleştiriyi mutlaka yukarıdaki siyasi tercihe oturtması -ki o zaman haklıdır-, fakat asla “milli dava” popülizmini kaşımaması gereklidir.
Kaldı ki bahşiş dağıtmanın âlemi yok, başarı herkesten önce kendi partisinin hakkıdır.
Paylaş