Paylaş
Efendim bu “nirvana” genel olarak Hinduist, özel olarak da onun çömezi addedilen Budist felsefede son hedefe varmak gibi br şeydir. Nihai noktaya ulaşmak da denilebilir.
Tam karşılığı olmuyor ama hadi diyelim ki, “hidayete ermek” gibi bir durumdur.
Ve yine dün belirttiğim gibi, eğer ben ezelden beri Hintlerle karşı mesafeli durduysam, hatta alerji hissettiysem, bütün mesele işte yukarıdaki “nirvana” meselesinde düğümleniyor.
Ve derhal ekleyeyim ki sorumlusu bizzat Hintler değildir! Zerre kadar günahı yoktur!
“Nirvana”dan ötürü beni Asya altkıtasından “soğutan” şey Avrupa’nın ta kendisidir.
ŞÖYLE ki, ben son tahlilde bir “atmışsekizliyim”. Ve bu devirde, “savaşma, seviş” şiarını kullanan ve “hipi” diye anılan kesim sözümona Hint felsefesine pek bir merak salmıştı
Düşünün ki o çok sevdiğim “Beatles” grubu bile, şu an elime geçse kör testereyle kıtır kıtır keseceğim Yoko Ono adlı meymenetsiz cadının etkisiyle, gitar yerine sitar çalmaktadır.
Öte yandan, oh kekâ, millet bir yandan esrar tüttürüyor, diğer yandan da aynı Hint’in veya varyantlarının “guru”larına tapınıyor. Yani aslında tarikat şarlatanlarına biat ediyor.
Dağ taş Himalaya’ya revan olanlar ve “sutra” okuyup meditasyona dalanlar bir yana, Londra sokakları ve Berlin meydanları, boş kafalarını usturayla kazıttıktan ve kof gövdelerini turuncuya sarmaladıktan sonra “Hara Krişna” diye anıran maskaralarla dolup taşmaktadır.
Neymiş, Hinduizmin bilgeliği sayesinde “nirvana”ya erişeceklermiş.
BAŞLARIM sizin “nirvana”nızdan! Doğru yanlış ayrı mesele, fakat ben tam aynı döneme tekabül eden “cinnet yıllarım”da hem sevişen, ama hem de savaşan bir tercih yaptım.
Şımarıklığa cevaz vermem zaten imkansız, Cocteau’nun “moda olan şey, demode olacak şeydir” lâfı kulağıma küpe kaldığından, sırf şaklabanlara uzak durmakla yetinmedim.
Hint düşüncesini ancak Batı’daki bu dejenere şekliyle tanıştığımdan, böylesine pasif bir kadercilik “devrimci isyan ruhunu köreltiyor” (!) diye o düşünceye düşman kesildim.
PEKİİ, sonra değiştim mi? “Cinnet yılları”mı noktaladıktan ve Batı salçasına bulanmış “nirvana” nefretimi aştıktan sonra Hintlere karşı olan hissiyatım farklılaştı mı?
Doğrusu, “evet” dersem yalan söylemiş olurum. “Kısmen” demekle yetineyim.
Kısmen, çünkü burada Hegel’in Çin’le Hint’le karşılaştıran bir sözü aklıma geliyor.
Mealen söylüyorum, Alman filozof aşağı yukarı, “Çin’de dünyayı akıl, Hint’te ise duygu ve hayal düzenler” der. Ve işte benim açımdan bütün mesele buraya odaklanıyor.
Şüphe yok, muhtemelen hastalık derecesinde rasyonel bir insanım. Dolayısıyla da, daha sonra bayağı bayağı karıştırdığım Hint metafiziği bana hâlâ hiç mi hiç hitap etmiyor.
Mitolojik edebiyat olarak tabii ki emsalsiz de “Vişnu” tanrılar, “Ramayana” efsaneler, “Pandit” bilgeler bir inanç sistematiği olarak sürdükçe, benim mantıkçılık duvarıma tosluyor.
KALDI ki, dünyevi eşitsizliği semavi ve ebedi kılan şu “kast” dehşetini unutmayalım.
Ve yine unutmayalım ki Gobineau’dan Herder’e ve Chamberlain’den Taine’ye; onlardan da Nazilere, en ırkçı ve en gerici Batı düşüncesi bu paradigmayı öve öve bitiremedi.
Hendi bakış açılarından da gayet isabetli bir tercih yaptılar. Methiyeyi doğru düzdüler.
Zira kısmen aşınsa dahi bugün de geçerliliğini koruyan bu “eşitsizlik mukadderatı”; yani pratikteki “kast” ayrışması, deyim yerindeyse “Hint ideolojisi”nin temelini oluşturur.
Ve Batı’ya uyarlandığı takdirde de “Hara Krişna” diye anırıp “nirvanaya vardık” diye mayışan maskaralarla değil, “Heil” diye selâm duran totalitarizmle bütünleşir ki, nokta!
Paylaş