Paylaş
Yani, “sanığın kesinkes idamına, tanığın da sonra dinlenmesine karar verildi”.
Bu demektir ki, istim arkadan gelsin. Savunma ancak kelle gittikten sonra yapılabilir.
Eh hadi bakalım, o kelleyi darağacının altından topla ve de tekrar yerine yapıştır.
ANCAK iftira atmayalım, çünkü hiçbir hâkim açık açık böyle bir hüküm vermedi.
Vermedi ama yine aynı devrin deyimini kullanırsak, “efkâr-ı umûmiye”nin, yani kamuoyunun, yani milletin çenesi boş durur mu? Ağzı torba değil ki sıkasın!
O nankör ve o çarıklı erkânı harp millet ki sırf kâğıt üzerinde ve kabzımal mostrasında gördüğü “hâkimiyet” kavramıyla yetinmedi. Çenesi mühürlü ama meramını mırıltıyla anlattı.
Yani 3. dönem İstiklal Mahkemesi kararlarını yukarıdaki fiskosla yorumladı
ŞUNDAN ki, Kılıç’ı da, Çetinkaya’sı da, Necip’i de aynı ismi taşıdığı için “üç Ali”ler diye anılan ünlü “yargıç triosu” en ufak bir soruşturmaya, en küçük bir delile, en minik bir şahide dahi izin vermeden, “yukarı”dan aldıkları talimatlara harfiyen uydular.
Temyizi, Danıştayı, Şûra-ı Devlet’i falan hak getire, 1923-1927 İstiklâl Mahkemesi Kemalist rejim muhaliflerini oracıkta ya darağacına, ya mahpusa, ya da sürgüne yolladı.
Eh, sıkı mı dobra dobra karşı çıkabilesin? Sizin de kodesi boylayacağınızın resmidir!
Dolayısıyla, böylesine ceberut, böylesine tarafgir, böylesi keyfî bir “adalet” (!) ve “yargı” (!) mekanizmasına getirilen eleştiriler, bütün otoriter ve totaliter sistemlerde olduğu gibi ancak kara mizahla ve ancak gizli fısıltıyla ifade edilir oldu.
İşte, “önce sanığın idamına, sonra tanığın dinlenmesine karar verilmiştir” diye kararları ti’ye almak da buradan doğdu ki, aman “Teşkilât-ı Mahsusa” hafiyesi duymasın!
HAYIR, bunları İstiklal Mahkemeleri’nin ipliğini pazara çıkartmak için anlatmadım.
Kabul, bugünkü ufkumuzla baktığımız takdirde o mahkemeleri tabii ki eleştirmemiz gerekir. Ama unutmayalım ki davulun sesi uzaktan hoş gelir. Aslında bu lükse sahip değiliz.
Değiliz, zira yasallığını yaratmak ve meşruluğunu kurmak zorunda olan her devrimin tarihinde böylesine olağanüstü uygulamalar mevcuttur. İbadullahtır. Aksi istisna oluşturur.
Kaldı ki mazoşist davranmanın ve kendi kendimizi kırbaçlamanın da âlemi yok!
Cumhuriyet Devrimi’nin ve Kemalist İnkilâp’ın uygulaması, 1798 İhtilâl-i Kebiri ve 1917 Bolşevik Darbesi’yle kıyaslandığında, onların yanında zemzem suyuyla yıkanmış kalır.
Ancaak...
ANCAĞI şu ki, “önce sanığın idamına, sonra tanığın dinlenmesine” karar veren İstiklal Mahkemeleri henüz hukuk devletinin oluşmadığı bir geçiş dönemine tekabül ediyordu.
Halbuki, sonra oluşturuldu. Oluşturuldu ama bu hukuk da daha en baştan itibaren, aynı “devleti” aynı “mostralık” (!) milletten korumak ekseninde belirlendi.
Sivil toplumların aksine, kanun yurttaş için değil devlet için yapıldı. Onu kutsal kıldı.
Başka bir deyişle, “üç Ali’ler”den sonraki tüm yargıçlara da tevdii edilen misyon, zaten nesnel olarak öyle yazılmış olan yasaları bir de öznel olarak; bir de içtihat olarak; bir de ideolojik olarak, daima millete karşı ve daima devletten yana yorumlamak olarak biçildi.
İşte, halen yaşamakta olduğumuz “hukuki kaos” da yukarıdaki olgunun uzantısıdır.
Ve bütün mesele, “önce sanığın idamına, sonra tanığın dinlenmesine” karar veren “adalet” (!) zihniyetinin hâlâ hüküm sürüyor olmasındadır ki, millet ve yurttaş bunu artık mahrem kapılar arkasındaki gizli fiskoslarla değil, alenen sivil hukuk talep ederek reddediyor!
Paylaş