Paylaş
Babam ne yapıp yapıp, üzerinde ya İsviçre kar manzaraları olan, ya da bir matbaa makinesinin veya uçak firmasının reklamı bulunan o cicili bicili ecnebi takvimlerden getirirdi.
Unutmayın ki üçüncü hamur saman kâğıdın bile karaborsada satıldığı devri yaşıyoruz.
Kuşe kaymağa basılı ve Hıristiyan bayramları işaretli böylesine “hazineler”e (!) malik olmak haniyse bir ayrıcalık, bir alafrangalık, bir “zenginlik” (!) simgesi sayılırdı.
Fakat yine de kendi ailemin “modernite” anlayışını suçlamıyorum.
SUÇLAMIYORUM çünkü şu an dahi, Hicri 1431 Rebiülevvel’i gösteren takvime; ilk cemreyi düşüren habere; yatsıyı 19.21’de kıldıran ezana; güneşi bir dakika erken doğduran vakte; erişteli pilavı, kıymalı nohutu ve irmikli helvayı pişiren mönüye; “Nereye varsam, nereye gitsem, / Dört bucakta esersin. / Göğsümde bayrak, usumda bilgi, / Yüreğimde sevgisin. / Ey Atatürk, ey yüce başkan, Sen vatan, sen Türkiye’sin”i ezberleten şiire; veya aynı Atatürk’ün Edirne’den Diyarbakır’a hareketini “günün tarihi” olarak mimleten sayfaya baktığımda, bütün bunlar beni aslında sonsuz kasvetli olan “radyo günleri”ne götürüyor.
O “radyo günler” ki “Yurttan Sesler Korosu” beş lambalı aparatta hazin bir musiki icra etmektedir. Veya “Kahramanlar Geçidi”nde Behçet Kemal hamaset bağırmaktadır.
Mutfaktan da hamarat bir annenin yine aynı ölçüde hazin soğan kokuları gelmektedir.
Takvime uymayan bir pirinçli ebegümeci yahut zeytinyağlı bir pırasa pişmektedir.
Dolayısıyla, aslında kasvet deşmesine rağmen eğer yine de “Saatli Maarif Takvimi”ne deli divaneysem, belirli bir mazoşizmden musdarip olduğumu kabullenmek zorundayım.
Fakat tabii ki çok, çok önemli başka bir şey daha var ama buna yarın geleceğim.
Her halükarda, çocukluğun “radyo günleri”ni tamamen parazitli kılmamak için eve söz konusu takvimi almadıklarından belki de ebeveynlerime müteşekkir olmam gerekiyor.
HER neyse, ne zaman ki kendi ayaklarım üzerinde durmaya başladım, işte o andan itibaren Takvim’i hiç kaçırmadım. İki elim kanda olsa, mutlaka bir tane edindim ve edinirim.
Daha Aralık ortalarına doğru, eh fakirin ekmeği umut, ye Memet ye Memet ye, “Nimet Abla” piyangosu vuracak sevdasına tramvaydan Sirkeci’de değil de Eminönü’nde in.
Sonra da Bahçekapı, Çakmakçılar, Aşir Efendi falan, sağdan Cağaloğlu yokuşuna sap.
Üstelik eski adamım ve elektronik rehberlerle aram yok, dolayısıyla hazır gelmişken, müjdeler olsun ki artık gayr-ı Müslim yortularına da yer veren bir “Ece” ajandası alırım.
“Maarif”in ise illâ ve illâ “Büyük”ünü isterim. Daha oturaklı bilgiye vakıf oluyorum.
Gerçi bu sene bir nebze geç kaldığım için “Ortanca”sıyla yetinmek zorunda kaldım.
Bütün Bab-ı Âli’yi iki defa, üç defa alt üst ettim, yok yok yok!
Üstelik bir de gelecek yıl çıkmayacağına dair şayia işittim ki, beni can evimden vurması bir yana, böyle bir felâket hayati bir “kültürel süreklilik”in ölümü anlamına gelir.
EVET evet, “Saatli Maarif Takvimi” bir “kültürel süreklilik” misyonu üstleniyor.
Üçüncü hamur kâğıttan artık ikinci hamura terfi etmiş yaprak her kopartılışında, hem olumlu ama hem de olumsuz yanlarıyla bizim bütün bir yakın geçmişimize ayna tutuyor.
Bir yandan belirli bir “sivillik” ve “gayr-ı resmilik” içeriyor; fakat diğer yandan da en “resmi” ve en bağnaz “Cumhuriyet ideolojisi”nin en sentetik sözcülüğünü yapıyor.
Çok paradoksal gözüken ama aslında zihin karmaşamızı yansıtan bu çelişkiyi yarın, İsmet Berkan’ın dünkü “Radikal”de değindiği “baba” temasıyla birleştirerek işleyeceğim.
Paylaş