Hadi Uluengin

Fotoğraftaki Yahudi

5 Haziran 2010
1971 yılının Aralık ayı olmalıydı. Mucize işte, cebimde de aslanın ağzından kapmış olduğum üç beş kuruş kalmıştı. Aniden esti ve Noel tatilinde Londra’ya gitmeye karar verdim.

Çanta ve tulumu yüklendiğim gibi soluğu Belçika’nın Ostend limanında aldım.
Vapurla İngiltere Dover’ına sıçrayacağım ama hava pek fırtınalı. Manş gazaba gelmiş.
Zaten çeyrek yol giden teknenin pruvası sulara gömülüyor ki, içerisi ana baba günü!
Eh lodos çocuğuyum ve aldırdığım yok, güverteden deryayı temaşa ediyorum.

BİR ara aşağı indim ki, o ne! Hepsi kapkara olmak kaydıyla, başında kocca bir şapka; sırtında kaftanla frak arası upuzun bir manto; sonra yine siyah yelek, ceket, potin falan; makas görmemiş bembeyaz sakalı ve şakaklarındaki lüle lüle kâkülleriyle bir adam eğilip bükülüyor.
Aşikâr ki dua ediyor. Sonsuz imanla ediyor. Değil gemi, dünya batsa umursamayacak.
Cuma akşamının “Şabat”ı başlamıştı ve dolayısıyla Yahudi olduğunu hemen anladım.

Yazının Devamını Oku

Güverte altı

3 Haziran 2010
DOBRA dobra konuşalım ve “Mavi Marmara” gemisinin güverte altına inelim. Yani demek istiyorum ki mağrur ve zalim İsrail’in doğu Akdeniz’deki haydutluğundan yola çıkarak kimse üç maymunları oynamasın!
Hiç kimse, gerçeğin diğer yüzünü bile bile bu noktada havaya bakıp ıslık çalmasın!
O gerçek de şudur:

“İSLAMİ hassasiyet”in ötesinde “İ-s-l-a-m-c-ı hassasiyet” tarafından ve yine aynı eksende faaliyet gösteren bir “enternasyonal”le(!) eşgüdümlü biçimde organize edilmiş olan Gazze’ye “insani yardım” girişimi en baştan beri dört dörtlük bir strateji üzerine kuruluydu.
Söz konusu vapura veya bir başkasına saldırı da dâhil tüm ihtimaller hesaplanmıştı.
Ve, taktikte zaten öngörülmüş olan “zayiat”a (!) rağmen o stratejik ana hedefe ulaşıldı.
Hem de tam bir başarıya ve tam bir zafere ulaşıldı ki, açıklayayım.

GEMİLERİN yola çıkışından aylar ve aylar önce, Arap ülkelerinden ziyade Türkiye ve Avrupa’daki mütedeyyin kamuoyu çok büyük bir kampanyayla konvoy için seferber edildi.
Camilerdeki Cuma hutbeleri bir yana, şehirler afiş ve panolarla donatıldı.
Duyarlılık had safhaya çıkartıldı. Medyatik altyapı hazırlandı. Tansiyon arttırıldı.
Ve organizatörler, Siyonist Devlet’in vapurların Filistin kesimine yanaşmasına asla izin vermeyeceğini en baştan beri biliyorlardı. Şöyle böyle değil, bal gibi biliyorlardı!
Ama ablukayı zorlamaya ve İsrail’in dayattığı Aşdod limanına gitmemeye kararlıydılar.

FAKAT varsayalım ki çok küçük bir ihtimal dahi olsa tekneler geçecek. Ne âlâ!
Davudî yıldızlı ülkenin “İ-s-l-a-m-c-ı hassasiyet”, yani dolaylı yönden “Hamas” karşısında gerilemek zorunda kaldığı teması işlenecek ve bu bir “zafer” olarak sunulacaktı.
Yok kuşatma yarılamadı ve beklenildiği, hatta umulduğu gibi güvertelerde bir arbede, bir direniş, bir “kıyam”(!) vuku buldu.
Daha âlâ ve daha iyi!

EVET daha âlâ ve daha iyi, çünkü böylelikle bir taşla birkaç vurulmuş olacaktı.
Hem İsrail’in “çirkinliği” sergilenecek ve uluslararası arenadaki tecridi artacaktı; hem Filistin tragedyası ve Gazze gaddarlığı yeniden güncellik kazanacaktı; hem Ankara ? Kudüs ilişkileri tam rayından çıkacaktı; hem de “Hamas”ın meşruiyeti nispeten pekişecekti.
Eğer birkaç kurban verilirse de bunlar “şehadet mertebesine” ulaşmış sayılacaktı.
Nitekim de İsrail’in mağrurluğundan, fanatikliğinden, körlüğünden, hatta biraz da naifliğinden dolayıdır ki senaryo aynen gerçekleşti ve bu ülke stratejik bir hezimete uğradı.

NAİFLİĞİNDEN dolayı diyorum çünkü eminim ki komando amatörlüğü, İsrail’in “insani yardım” için Filistin’e giden ve hep kuzu gibi davranan Batılı sivil aktivistlerle, Türk ve bilhassa “İ-s-l-a-m-c-ı hassasiyet”ten “sivil militanlar”ı karıştırmasından kaynaklandı.
Hem ordu kurmayı “Mavi Marmara”dakilerin sanki “Greenpeace” gemisindeki ekolojistler olduğunu sandı; hem de bilhassa Netanyahu hükümeti, ilk teknedeki kadınların, çocukların, yaşlıların falan kamaralara “Akdeniz turu” için yerleştirildiği zehabına kapıldı.
Onların çok ustaca planlanmış bir stratejideki taktik halkalar olduğunu kavrayamadı.
Başka bir deyişle, lamı cimi yok, Siyonist devlet göz göre göre t-u-z-a-ğ-a düştü!
Eh ava giden avlanır ve dolayısıyla tabii ki meheldir diyorum ama, bölge ve dünya için hiç mi hiç hayırlı addetmediğim o “İ-s-l-a-m-c-ı hassasiyet”e altın tepsi içinde hediye sunacak kadar bön ve avanak davrandığından İsrail’e hükümetine daha da çok diş biliyorum.
Yazının Devamını Oku

İsrail: Tecrit yalnız ve çirkin

2 Haziran 2010
MAĞRUR ve de heyhat zalim İsrail, 62 yıllık tarihinin en kritik anlarını yaşıyor.<br><br>Tecrit, yalnız ve çirkin o İsrail ki, 1973 savaşında bile böylesine tehlike yaşamamıştı.

Hiçbir zaman uluslararası arenada bu kadar tecrit olmamıştı. Hiçbir zaman dostlarını bu denli yitirmemişti. Hiçbir zaman da böylesine imaj erozyonuna uğramamıştı.
Ve meheldir diyorum, çünkü bütün her şeyin yegâne sorumlusu bizzat kendisidir!

İLKİN, Davudî yıldızlı ülkenin pazartesi sabahı uluslararası sularda insani yardım teknelerine saldırması ve refakatçi sivilleri katletmesi aslında bardağı taşıran son damla oldu.
Zira, hadi daha eskilere çıkmayalım ama yukarıdaki “tecrit-yalnızlık-çirkinlik” sürecinin daha da evveliyatı var ki, bunu Obama’nın iktidara gelmesiyle başlatabiliriz.
Şu kesin, yeni Beyaz Saray kiracısı Ortadoğu’yu hâlâ esas gündeme dönüştürmemiş  ve Kudüs’e yönelik ciddi uyarılarda bulunmamış olsa bile yine de, İsrail’le külahları değişti.
Manzara ortada, Bush dönemi Washington’unda at koşturan o “neo-con” ve ultra-Siyonist akıldâneler artık ıskartaya çekildi. Boruları yönetim kademesinde ötmemeye başladı.
Nitekim unutmayalım, aynı Barack Obama’dan “fırça yediği” içindir ki Binyamin Netanyahu şu kadar zamandır Birleşik Amerika başkentine gitmiyordu veya gidemiyordu.

Yazının Devamını Oku

İsrail ve Exodus

1 Haziran 2010
9. ayet şöyle başlar: “Düşman böbürlendi: Kovalayıp yetişeceğim, çapulu bölüşeceğim. Onlarla canımı doyuracağım. Kılıcımı çekip, elimle onları helâk edeceğim”. 10. ayet de şöyle gelir: “Yelinle üfürdün, deniz onları örttü. Engin sulara battılar”.

ALINTIYI Tevrat’taki “İkinci Kitab”ın 15. bab’ından yaptım. Bu bölüm en baştaki “Tekvin”i izler. Türkçe çevirilerdeki “Çıkış” başlığı yanlıştır. Çünkü her iki Ahit’in de evrensellik kazanması onların Homeros diline tercümesinden sonra gerçekleştiği için İbranicedeki “Şemot” deyimi pek bilinmez ama, Yunanî kökenden inen “Exodus” kelimesi esas tanımı oluşturur ve bunun da lisanımızdaki karşılığı “hicret”tir.

ZATEN “Exodus” Mısır’da köle İsrailoğullarının Rabb’ın himmeti ve Hazreti Musa‘nın himayesiyle “Arz-ı Mevut”a, yani vaat edilmiş topraklara göçünü hikaye eder. Gerçi arkeolojik bulgular Ahit-i Atik’de zikredilen tarihleri ve referansları doğrulamıyor ama, olsun! Her kutsal iman dogmalar üzerine inşa edildiğinden bunu kurcalamanın âlemi yok! Ve işte, yukarıdaki 9. ayette “düşman böbürlendi” denilirken Firavun kastedilir. “Yelinle üfürdün, deniz onları örttü. Engin sulara kurşun gibi battılar” tasviriyle de, Yahudi mağdurlar Kızıl Deniz’den Sina’ya geçerken onlara saldıran mağrur Firavun ordusunun nasıl gazaba uğradığı anlatılır.

İMDİİ, ey bugünkü mağrur İsrail, bugünkü mağdurlar adına şimdi sana sesleniyorum!

SEN ki Kitab-ı Mukaddes’in “Exodus”ünü sırf imanî, dinî, ahlâki falan değil, aynı zamanda siyasi ve ideolojik bir dürtüye dönüştürdün. Haniyse teolojik bir devlet inşa ettin. Oysa yakın geçmişini hatırla! Tam o kuruluş arifesinde, yani 1947’de, soykırımdan kurtulabilen Avrupa Yahudilerinin İngiliz mandası altındaki Filistin’e girebilmesi için, onları taşıyan gemiyi Tevrat’a atfen ve propaganda amacıyla yine “Exodus” diye vaftiz ettin. Arapları kızdırmak istemeyen Majesteleri hükümeti izin vermedi. “Hicret”i tekrar ta Hamburg’lara döndürerek yolcuları rıhtımda derdest etti ama operasyonda tek insan ölmedi. Bu gelişme Batı kamuoyunu çok sarstı ve Siyonizm değirmenine gürül gürül su taşıdı. Dolayısıyla da “Exodus” kelimesinin modern kolektif hafızaya girmesi, daha doğrusu tazelenmesi, İncil’deki aslından ziyade yukarıdaki hazin olayla birlikte gerçekleşti. Daha öncesi, Nazilerden kaçan mülteciler 1939’da “Saint Louis” vapuruyla Küba’ya palamar atmak istediğinde, Hitler’in diplomatik baskısından ötürü kavimdaşların geri dönmek zorunda kaldılar. Sonsuz masum kurbanlar olarak zebanilerin ateşinde can verdiler. Yani ey bugünkü mağrur İsrail, geçmişteki mağdur İsrailoğullarının “Exodus”ünü sen herkesten daha iyi bilirsin ve de mutlaka bilmen gerekir!

EY mağrur İsrail, dün sabah senin tıpkı İngilizler gibi ve de tam 1947’deki coğrafi mıntıkada ama onlardan farklı olarak insan kat-le-de-rek derdest ettiğin gemiler; dün sabah senin tıpkı Naziler gibi Gazze’ye varmasını önlediğin tekneler ne İbranicedeki “Şemot”, ne Yunancadaki “Exodus”, ne Türkçe ve Arapçadaki gibi “Hicret” adını taşıyorlardı. Onların hepsinin pruvalarındaki gerçek isim m-a-ğ-d-u-r kelimesine tekabül ediyordu. Ve, tartışılmaz hakkın olan varlığınla değil, o varlığını idame tarzınla insanlığın başına belâ kesilen ve biline ki, dün sabahki vukuat ertesinde de paçayı artık kolay kurtaramayacak olan ey mağrur İsrail, önce Eski Ahit “Exodus”ünün 9. ayetindeki böbürlenmeyi; hemen sonra da 10. ayetteki Firavun’un ve ordusunun akibeti oku, oku, oku ve de tekrar oku!

Yazının Devamını Oku

İki sergiden tablolar

29 Mayıs 2010
BİR” yerine “iki” dedim ama yine de farkındayım. İntihal yaptım. Başlığı Mussorski’nin “allegro guisyo” girizgâhlı “Bir sergiden tablolar” adlı bestesinden aşırdım. Ben orkestrasyonunu değil, Stiatoslav Richter’in piyanosundan ilk varyantı yeğlerim.
Her neyse, şimdi sizi Arzu’nun dünyasına götüreceğim. Yani Arzu Başaran’ın “Mac Art Galeri”de “Maduniyet” serlevhasıyla sunduğu sergiyi kastediyorum ki, mutlaka görün!

ZATEN ben de iki defa gördüm. Önce açılışa gittim. Ama mahşeri kalabalıklardan ve “ben burdayım, görsene” züppeliklerden nefret ettiğim için, birer selâmün aleyküm, “İngiliz usûlü” denilen tarzda ve kimseye çaktırmadan, acilen savıştum. Sergiye yalap şalap baktım.
Fakat üç hafta sonra el ayak çekildiğinde tekrar gittim. Arzu’nun hem büyük sanatçı maharetiyle, hem de sonsuz duyarlılıkla yansıttığı “Maduniyet” objelerine doya doya baktım.
Zaten sırf bu “maduniyet” (bazı kör cahil eleştirmenler “mağduriyet” yazıyorlar ki Allah onlara dilbilgisi ihsan eylesin) başlığı bile Başaran’ın derinliğini vurgulamaya yetiyor.
O “maduniyet” sözcüğü ki, “üst”e çıkamamış olmak hal ve durumunu tanımlar.
Hatta geri geri planında da “altta kalanın canı çıksın” çağrışımı yatar.
İşte Başaran da ne resim, ne heykel olan, ama aslında ikisi de olan çalışmalarında bu “alta kalma” durumunu slogancı bir isyankârlıkla değil, bir parçalanmışlık ruhuyla yansıtıyor.
Can yoldaşımız Hrant’ın katli ertesindeki travmadan da hareketle, “eşikte durma”nın endişe ve tedirginliklerini tasvir ediyor ki, tekrarlıyorum Başaran’ın sergisini mutlaka görün!

SONRA, yukarıdaki “iki sergiden tablolar”da bu ikincisini, altı sene okuyup arka kapısından atıldığım Saint Joseph Lisesi’nde gezeceğiz. Aslında tablo falan da görmeyeceğiz.
O tabloları, yani enva-i çeşit ve sayısız Atatürk portresini eski mektebin sınıflarında, koridorlarında, salonlarında, müdür, yar-müdür, öğretmen odalarında gördüm ki, yetti breeee!
Anlaşılan, bizim mübarek okul artık “Atatürkçü Düşünce Derneği”ne dönüşmüş.
Tüm ekalliyetler gibi Fransız biraderler de kraldan fazla kralcı kesilip liseyi minyatür bir Anıtkabir yapmışlar ki, eh girişteki Aziz Yusuf heykeli de onlara akıl fikir ihsan eylesin!
Ama düşünüyorum da, zaten fi tarihinde 27 Mayıs törenine katılmayınca üç gün tart cezası yediğime göre, demek SJ’nin bir “ADD” şubesi olması ta o vakitlerden mukaddermiş.

NEYSE, sabık mektebimin putperestliğini dert edinecek değilim. Ne hali varsa görsün.
Benim orada damadımla beraber gezdiğim sergi ise “Cafe-Croissant” adını taşıyordu.
Kahveyi ve muhtemelen de kruvasanı anladınız. Ancak dikkat, bu sonuncusu ne bizim alaturka ayçöreğine benzer, ne de şimdi alafranga pastanelerde peydahlanan şekerlisini andırır
Her sabah sütlü kahveye batırılan bu tuzlu kruvasan kesin Fransızlık simgesi addedilir.
Ve, Kahve Viyana kuşatmasına, kruvasan ise hilâle uzanır. İkisi de bizimle ilgilidir.
Zaten bunun içindir ki Çağlar Şavkay’ın göz nuru, Mesut Tufan’ın da göz objektifiyle hazırladığı sergi Osmanlı ve Fransız devletleri arasındaki etkileşimi ele alıyor.
Nitekim sözümona okumuş sayılırım ama yine öylesine yeni şey öğrendim ki!
Hadi Kanuni dönemi ittifaklarını ve harcıâlem adaşlıkları hepimiz biliyoruz, geçelim.
Ama mesela ben kendi hesabıma, “tülbent”in Villon dilinde “türban”a dönüştükten sonra anlam kaymasıyla tekrar bize geri döndüğünü; veya “yelek”i “gilet” yapan Freklerden bunu alıp “jile” diye lûgate yazdığımızı; yahut en baba sürrealistlerden olan Antonin Artaud ’un İzmirli, kellesi giyotinde gitmiş dev şair André Chénier’in ve şimdiki tv animatörlerinin şehin şahı sayılan o sululuk Stephan Collaro’sunun İstanbullu olduklarını bilmiyordum.
Aslında, bilmediğim veya unuttuğum daha nice şeyler öğrendim ki, eski mektebimdeki putperestliğe tınmadan “Kahve?Ayçöreği” sergisine giderseniz, siz de öğrenebilirsiniz.
Yazının Devamını Oku

Lanetli bir yıldönümü

27 Mayıs 2010
DİLİNİ eşek arısı soksun misali ilk “a”yı uzatın. En andavallı biçimde telaffuz edin.<br><br>Şöyle: “Saaanıklar getirildiler ve elleri bağlı olmayarak yerlerine oturtuldular”. <br><br>“Hazır”daki “a”yı da yine aynı taşra şivesiyle uzatın ve “müdafaa haaazır” deyin.

EVET, bugün 50’nci yıldönümünü lânet ve bedduayla idrak ettiğimiz 27 Mayıs 1960 darbesi benim dokuz yaşındaki çocukluk hafızama en önce yukarıdaki anons kaydedildi.

Çünkü radyoların her akşam zoraki dinlettiği “Yassıada Saati” daima, silahla derdest edilmiş meşru iktidarı “yargılayan” (!) kukla hakim Salim Başol’un bu girizgâhıyla başlardı.

İkinci hatıram ise darbe sabahına uzanıyor. Babam bir aparatta İstanbul, diğer aparatta da Ankara istasyonunu aynı anda dinlemektedir. İkisi de marşlar çalıyor.

Ve destekten değil “başımıza bela gelmesin” endişesinden pencereye bayrak asılıyor.

Yazının Devamını Oku

Madencinin türküsü

26 Mayıs 2010
BEN madenleri bilirim. Madencileri de bilirim. Üstelik bayağı bayağı iyi bilirim.

Hayır, tevekkül tû Allah diyerek ve elime kazma, alnıma fener, ayağıma da potin kuşanarak toprağın karnına inmedim. O yürek bende yoktu, ecel yoldaşlığı paylaşmadım.
Ama yine de insanı yutan kuyuları ve o kuyuların yuttuğu o insanları yakından tanırım
Fakat doğru, Zonguldak’takileri değil!

BEN şimaldekileri tanırım. Garptakileri bilirim. Sisli Fransa kuzeyindeki, yassı Belçika Flamanya’sındaki, helezoni Almanya Ruhr’undaki kömürü solumuşluğum vardır. Oralarda çok yatıp kalktım. Oraları çok mekân tuttum. Oralarda çok dolandım.
Öyle ki, “kara suratlar” vardiya bitimi salimen ak huzmelere kavuştuğunda, onların tezgâhına çok dirsek dayadım. Toz beni de susatmış gibi, onların sarı biralarından çok içtim.
Bazı cumartesi akşamları da “Madenciler Lokali”ndeki hüzünlü akordeon eşliğinde ve ebeveynlerin hoşgörülü bakışları altında, aynı madencilerin neşeli kızlarıyla flört ettim.     
Zira oralarda siyaset yaptım, oralarda isyana kışkırttım, oralarda zaptiyeyle dövüştüm.

“CİNNET yılları”mdı ve henüz 22 yaşındaydım. Kömür işçilerini asi kılabilmek için “Madenci Birliği” adlı dergiyi tek başıma ve Türkçe olarak yayınlıyordum.

Yazının Devamını Oku

Recep Bey

25 Mayıs 2010
NUMARAMI nereden buluyorlarsa buluyorlar, mesela kafadan telefon açıp bilmem ne ürününün promosyonunu yapan hatun kişi bana ahizede “Mehmet Bey” diye hitap ediyor.

Yahut bir dairede sıra bekliyorum, mübaşir hazretleri bendenizi yine “Mehmet” diye gişeye çağırıyor. Veya adresime gelen posta ya da fatura zarfında tekrar aynı isim yazıyor.
Yetti yahu ve de elinizin körü!

EVET elinizin körü, çünkü sizler bu kadar mı kör cahilsiniz?
Milletinizin, ülkenizin, hatta dininizin kültür referanslarına bu denli mi yabancısınız?
Yalnız ön vaftiz isminin geçerli olduğu İsevî toplumlarda mı yaşıyorsunuz ki, oralarda çekmiş olduğum “gavur eziyeti”ni (!) kendi öz vatanımda da aynısıyla reva görüyorsunuz?  
Zira şehirli gelenekten inen önemli bir bölüm Türk gibi ben de göbek adı taşıyorum.
Yani nüfus kâğıdında ilk zikredilen o “Mehmet” hiçbir kıymet-i harbiye ifade etmiyor Çocuklarının gelecekteki çilesini umursamaz ebeveynlerin bir kaprisi olarak duruyor.

Yazının Devamını Oku