Çanta ve tulumu yüklendiğim gibi soluğu Belçika’nın Ostend limanında aldım.
Vapurla İngiltere Dover’ına sıçrayacağım ama hava pek fırtınalı. Manş gazaba gelmiş.
Zaten çeyrek yol giden teknenin pruvası sulara gömülüyor ki, içerisi ana baba günü!
Eh lodos çocuğuyum ve aldırdığım yok, güverteden deryayı temaşa ediyorum.
BİR ara aşağı indim ki, o ne! Hepsi kapkara olmak kaydıyla, başında kocca bir şapka; sırtında kaftanla frak arası upuzun bir manto; sonra yine siyah yelek, ceket, potin falan; makas görmemiş bembeyaz sakalı ve şakaklarındaki lüle lüle kâkülleriyle bir adam eğilip bükülüyor.
Aşikâr ki dua ediyor. Sonsuz imanla ediyor. Değil gemi, dünya batsa umursamayacak.
Cuma akşamının “Şabat”ı başlamıştı ve dolayısıyla Yahudi olduğunu hemen anladım.
Hiçbir zaman uluslararası arenada bu kadar tecrit olmamıştı. Hiçbir zaman dostlarını bu denli yitirmemişti. Hiçbir zaman da böylesine imaj erozyonuna uğramamıştı.
Ve meheldir diyorum, çünkü bütün her şeyin yegâne sorumlusu bizzat kendisidir!
İLKİN, Davudî yıldızlı ülkenin pazartesi sabahı uluslararası sularda insani yardım teknelerine saldırması ve refakatçi sivilleri katletmesi aslında bardağı taşıran son damla oldu.
Zira, hadi daha eskilere çıkmayalım ama yukarıdaki “tecrit-yalnızlık-çirkinlik” sürecinin daha da evveliyatı var ki, bunu Obama’nın iktidara gelmesiyle başlatabiliriz.
Şu kesin, yeni Beyaz Saray kiracısı Ortadoğu’yu hâlâ esas gündeme dönüştürmemiş ve Kudüs’e yönelik ciddi uyarılarda bulunmamış olsa bile yine de, İsrail’le külahları değişti.
Manzara ortada, Bush dönemi Washington’unda at koşturan o “neo-con” ve ultra-Siyonist akıldâneler artık ıskartaya çekildi. Boruları yönetim kademesinde ötmemeye başladı.
Nitekim unutmayalım, aynı Barack Obama’dan “fırça yediği” içindir ki Binyamin Netanyahu şu kadar zamandır Birleşik Amerika başkentine gitmiyordu veya gidemiyordu.
ALINTIYI Tevrat’taki “İkinci Kitab”ın 15. bab’ından yaptım. Bu bölüm en baştaki “Tekvin”i izler. Türkçe çevirilerdeki “Çıkış” başlığı yanlıştır. Çünkü her iki Ahit’in de evrensellik kazanması onların Homeros diline tercümesinden sonra gerçekleştiği için İbranicedeki “Şemot” deyimi pek bilinmez ama, Yunanî kökenden inen “Exodus” kelimesi esas tanımı oluşturur ve bunun da lisanımızdaki karşılığı “hicret”tir.
ZATEN “Exodus” Mısır’da köle İsrailoğullarının Rabb’ın himmeti ve Hazreti Musa‘nın himayesiyle “Arz-ı Mevut”a, yani vaat edilmiş topraklara göçünü hikaye eder. Gerçi arkeolojik bulgular Ahit-i Atik’de zikredilen tarihleri ve referansları doğrulamıyor ama, olsun! Her kutsal iman dogmalar üzerine inşa edildiğinden bunu kurcalamanın âlemi yok! Ve işte, yukarıdaki 9. ayette “düşman böbürlendi” denilirken Firavun kastedilir. “Yelinle üfürdün, deniz onları örttü. Engin sulara kurşun gibi battılar” tasviriyle de, Yahudi mağdurlar Kızıl Deniz’den Sina’ya geçerken onlara saldıran mağrur Firavun ordusunun nasıl gazaba uğradığı anlatılır.
İMDİİ, ey bugünkü mağrur İsrail, bugünkü mağdurlar adına şimdi sana sesleniyorum!
SEN ki Kitab-ı Mukaddes’in “Exodus”ünü sırf imanî, dinî, ahlâki falan değil, aynı zamanda siyasi ve ideolojik bir dürtüye dönüştürdün. Haniyse teolojik bir devlet inşa ettin. Oysa yakın geçmişini hatırla! Tam o kuruluş arifesinde, yani 1947’de, soykırımdan kurtulabilen Avrupa Yahudilerinin İngiliz mandası altındaki Filistin’e girebilmesi için, onları taşıyan gemiyi Tevrat’a atfen ve propaganda amacıyla yine “Exodus” diye vaftiz ettin. Arapları kızdırmak istemeyen Majesteleri hükümeti izin vermedi. “Hicret”i tekrar ta Hamburg’lara döndürerek yolcuları rıhtımda derdest etti ama operasyonda tek insan ölmedi. Bu gelişme Batı kamuoyunu çok sarstı ve Siyonizm değirmenine gürül gürül su taşıdı. Dolayısıyla da “Exodus” kelimesinin modern kolektif hafızaya girmesi, daha doğrusu tazelenmesi, İncil’deki aslından ziyade yukarıdaki hazin olayla birlikte gerçekleşti. Daha öncesi, Nazilerden kaçan mülteciler 1939’da “Saint Louis” vapuruyla Küba’ya palamar atmak istediğinde, Hitler’in diplomatik baskısından ötürü kavimdaşların geri dönmek zorunda kaldılar. Sonsuz masum kurbanlar olarak zebanilerin ateşinde can verdiler. Yani ey bugünkü mağrur İsrail, geçmişteki mağdur İsrailoğullarının “Exodus”ünü sen herkesten daha iyi bilirsin ve de mutlaka bilmen gerekir!
EY mağrur İsrail, dün sabah senin tıpkı İngilizler gibi ve de tam 1947’deki coğrafi mıntıkada ama onlardan farklı olarak insan kat-le-de-rek derdest ettiğin gemiler; dün sabah senin tıpkı Naziler gibi Gazze’ye varmasını önlediğin tekneler ne İbranicedeki “Şemot”, ne Yunancadaki “Exodus”, ne Türkçe ve Arapçadaki gibi “Hicret” adını taşıyorlardı. Onların hepsinin pruvalarındaki gerçek isim m-a-ğ-d-u-r kelimesine tekabül ediyordu. Ve, tartışılmaz hakkın olan varlığınla değil, o varlığını idame tarzınla insanlığın başına belâ kesilen ve biline ki, dün sabahki vukuat ertesinde de paçayı artık kolay kurtaramayacak olan ey mağrur İsrail, önce Eski Ahit “Exodus”ünün 9. ayetindeki böbürlenmeyi; hemen sonra da 10. ayetteki Firavun’un ve ordusunun akibeti oku, oku, oku ve de tekrar oku!
EVET, bugün 50’nci yıldönümünü lânet ve bedduayla idrak ettiğimiz 27 Mayıs 1960 darbesi benim dokuz yaşındaki çocukluk hafızama en önce yukarıdaki anons kaydedildi.
Çünkü radyoların her akşam zoraki dinlettiği “Yassıada Saati” daima, silahla derdest edilmiş meşru iktidarı “yargılayan” (!) kukla hakim Salim Başol’un bu girizgâhıyla başlardı.
İkinci hatıram ise darbe sabahına uzanıyor. Babam bir aparatta İstanbul, diğer aparatta da Ankara istasyonunu aynı anda dinlemektedir. İkisi de marşlar çalıyor.
Ve destekten değil “başımıza bela gelmesin” endişesinden pencereye bayrak asılıyor.
Hayır, tevekkül tû Allah diyerek ve elime kazma, alnıma fener, ayağıma da potin kuşanarak toprağın karnına inmedim. O yürek bende yoktu, ecel yoldaşlığı paylaşmadım.
Ama yine de insanı yutan kuyuları ve o kuyuların yuttuğu o insanları yakından tanırım
Fakat doğru, Zonguldak’takileri değil!
BEN şimaldekileri tanırım. Garptakileri bilirim. Sisli Fransa kuzeyindeki, yassı Belçika Flamanya’sındaki, helezoni Almanya Ruhr’undaki kömürü solumuşluğum vardır. Oralarda çok yatıp kalktım. Oraları çok mekân tuttum. Oralarda çok dolandım.
Öyle ki, “kara suratlar” vardiya bitimi salimen ak huzmelere kavuştuğunda, onların tezgâhına çok dirsek dayadım. Toz beni de susatmış gibi, onların sarı biralarından çok içtim.
Bazı cumartesi akşamları da “Madenciler Lokali”ndeki hüzünlü akordeon eşliğinde ve ebeveynlerin hoşgörülü bakışları altında, aynı madencilerin neşeli kızlarıyla flört ettim.
Zira oralarda siyaset yaptım, oralarda isyana kışkırttım, oralarda zaptiyeyle dövüştüm.
“CİNNET yılları”mdı ve henüz 22 yaşındaydım. Kömür işçilerini asi kılabilmek için “Madenci Birliği” adlı dergiyi tek başıma ve Türkçe olarak yayınlıyordum.
Yahut bir dairede sıra bekliyorum, mübaşir hazretleri bendenizi yine “Mehmet” diye gişeye çağırıyor. Veya adresime gelen posta ya da fatura zarfında tekrar aynı isim yazıyor.
Yetti yahu ve de elinizin körü!
EVET elinizin körü, çünkü sizler bu kadar mı kör cahilsiniz?
Milletinizin, ülkenizin, hatta dininizin kültür referanslarına bu denli mi yabancısınız?
Yalnız ön vaftiz isminin geçerli olduğu İsevî toplumlarda mı yaşıyorsunuz ki, oralarda çekmiş olduğum “gavur eziyeti”ni (!) kendi öz vatanımda da aynısıyla reva görüyorsunuz?
Zira şehirli gelenekten inen önemli bir bölüm Türk gibi ben de göbek adı taşıyorum.
Yani nüfus kâğıdında ilk zikredilen o “Mehmet” hiçbir kıymet-i harbiye ifade etmiyor Çocuklarının gelecekteki çilesini umursamaz ebeveynlerin bir kaprisi olarak duruyor.