Paylaş
Hayır, tevekkül tû Allah diyerek ve elime kazma, alnıma fener, ayağıma da potin kuşanarak toprağın karnına inmedim. O yürek bende yoktu, ecel yoldaşlığı paylaşmadım.
Ama yine de insanı yutan kuyuları ve o kuyuların yuttuğu o insanları yakından tanırım
Fakat doğru, Zonguldak’takileri değil!
BEN şimaldekileri tanırım. Garptakileri bilirim. Sisli Fransa kuzeyindeki, yassı Belçika Flamanya’sındaki, helezoni Almanya Ruhr’undaki kömürü solumuşluğum vardır. Oralarda çok yatıp kalktım. Oraları çok mekân tuttum. Oralarda çok dolandım.
Öyle ki, “kara suratlar” vardiya bitimi salimen ak huzmelere kavuştuğunda, onların tezgâhına çok dirsek dayadım. Toz beni de susatmış gibi, onların sarı biralarından çok içtim.
Bazı cumartesi akşamları da “Madenciler Lokali”ndeki hüzünlü akordeon eşliğinde ve ebeveynlerin hoşgörülü bakışları altında, aynı madencilerin neşeli kızlarıyla flört ettim.
Zira oralarda siyaset yaptım, oralarda isyana kışkırttım, oralarda zaptiyeyle dövüştüm.
“CİNNET yılları”mdı ve henüz 22 yaşındaydım. Kömür işçilerini asi kılabilmek için “Madenci Birliği” adlı dergiyi tek başıma ve Türkçe olarak yayınlıyordum.
Zolder, Masmachelen, Seraing kuyularında çalışan Yozgatlı, Konyalı, veya Emirdağlı “gurbetçilere”, “silikoz faturasını patron ödesin” manşetini attığım gazeteyi dağıtırdım.
Tozdan oluşan o sinsi silikoz ki, ciğerleri doldurması ve tıknefes etmesi bir yana, kısa süre sonra ellere, kollara, gözaltlarına da mor lekeler olarak yapışır. Dövmeymiş gibi durur.
Grizu ve göçükten sonra, toprağın karnını deşenlerin üçüncü büyük korkusudur.
Nitekim bölge hastaneleri, suni teneffüs aparatlarına bağlanmış insanlarla dolup taşar.
ONLARLA dolup taşar ve maden işçiliği en rizikolu el emeği uğraşına tekabül eder ama yine de, aynı madenciler sonsuz haklı olarak kendilerini “işçi aristokratı” addederler.
Gerçekten de öyledir! Öyledir, zira hem modern proletarya ilkin onlarla doğmuştur; hem madenciler diğer işkolu çalışanlarıyla kıyaslanmayacak ölçüde mücadele ve dayanışma sergilemişlerdir; hem de daima hayatla ölüm arasındaki çizgide kazma sallamışlardır.
Zaten bu “aristoktrat” kimliği “kızıl tekel”e bırakmamak içindir ki 20. asır başının “sosyal Katolisizm”i “işçi papazlar” vasıtasıyla kuyulara da sızmıştır. Ve o madenci tanımı yine “kızıl” çağrışım yaptığından “kömürcü” deyimini icat etmiştir. Zerre kadar tutmamıştır.
Zola’nın “Jerminal”, Llewellyn’nin “Vadim O Kadar Yeşildi ki” veya Orwell’in “Wigan Rıhtımı” romanlarındaki “kara surat” kahramanlar, Avrupa’daki bütün kuyuların hemen tümden kapandığı güne kadar madenci namus ve ahlakından hiç taviz vermemişlerdir.
ÖTE yandan, Zonguldak faciası ertesinde Başbakan’ın “kader, kısmet, tevekkül” edebiyatı yapması asla ve asla onaylanamaz ama yine de bunda kısmi doğruluk payı yatıyor.
Çünkü dünyanın neresinde olursa olsun ve güvenlik tedbirleri ne derece sıkı tutulursa tutulsun, madencilik mesleğinde “sıfır riziko” diye bir şey yoktur. Kelle hep koltuktadır.
Nitekim Çin’de, Hint’te, Rusya’da sayısız ölüme yol açan kazaları insan hayatının ucuzluğuna bağlayarak örnek göstermesek bile, aklıma ilk gelenleri sayıyorum, kılı kırk yaran bir Almanya’daki Luisenthal, bir ABD’deki Virjinya, bir Belçika’daki Marcinelle veya bir Polonya’daki Halemba facialarının yine sayısız kurban götürdüğü de birer vakıa oluşturuyor.
Yani madenciler aslanın ağzından ekmek kapmak için her yerde ve her zaman toprağın karnına ölüme meydan okuyarak iniyorlar ki, işte bu yiğitlik de onları “aristokrat” kılıyor.
Yitirdiğimiz Zonguldak “aristokrat”larının ruhu şad ve mekânı cennet olsun.
Paylaş