BİR” yerine “iki” dedim ama yine de farkındayım. İntihal yaptım. Başlığı Mussorski’nin “allegro guisyo” girizgâhlı “Bir sergiden tablolar” adlı bestesinden aşırdım.
Ben orkestrasyonunu değil, Stiatoslav Richter’in piyanosundan ilk varyantı yeğlerim. Her neyse, şimdi sizi Arzu’nun dünyasına götüreceğim. Yani Arzu Başaran’ın “Mac Art Galeri”de “Maduniyet” serlevhasıyla sunduğu sergiyi kastediyorum ki, mutlaka görün!
ZATEN ben de iki defa gördüm. Önce açılışa gittim. Ama mahşeri kalabalıklardan ve “ben burdayım, görsene” züppeliklerden nefret ettiğim için, birer selâmün aleyküm, “İngiliz usûlü” denilen tarzda ve kimseye çaktırmadan, acilen savıştum. Sergiye yalap şalap baktım. Fakat üç hafta sonra el ayak çekildiğinde tekrar gittim. Arzu’nun hem büyük sanatçı maharetiyle, hem de sonsuz duyarlılıkla yansıttığı “Maduniyet” objelerine doya doya baktım. Zaten sırf bu “maduniyet” (bazı kör cahil eleştirmenler “mağduriyet” yazıyorlar ki Allah onlara dilbilgisi ihsan eylesin) başlığı bile Başaran’ın derinliğini vurgulamaya yetiyor. O “maduniyet” sözcüğü ki, “üst”e çıkamamış olmak hal ve durumunu tanımlar. Hatta geri geri planında da “altta kalanın canı çıksın” çağrışımı yatar. İşte Başaran da ne resim, ne heykel olan, ama aslında ikisi de olan çalışmalarında bu “alta kalma” durumunu slogancı bir isyankârlıkla değil, bir parçalanmışlık ruhuyla yansıtıyor. Can yoldaşımız Hrant’ın katli ertesindeki travmadan da hareketle, “eşikte durma”nın endişe ve tedirginliklerini tasvir ediyor ki, tekrarlıyorum Başaran’ın sergisini mutlaka görün!
SONRA, yukarıdaki “iki sergiden tablolar”da bu ikincisini, altı sene okuyup arka kapısından atıldığım Saint Joseph Lisesi’nde gezeceğiz. Aslında tablo falan da görmeyeceğiz. O tabloları, yani enva-i çeşit ve sayısız Atatürk portresini eski mektebin sınıflarında, koridorlarında, salonlarında, müdür, yar-müdür, öğretmen odalarında gördüm ki, yetti breeee! Anlaşılan, bizim mübarek okul artık “Atatürkçü Düşünce Derneği”ne dönüşmüş. Tüm ekalliyetler gibi Fransız biraderler de kraldan fazla kralcı kesilip liseyi minyatür bir Anıtkabir yapmışlar ki, eh girişteki Aziz Yusuf heykeli de onlara akıl fikir ihsan eylesin! Ama düşünüyorum da, zaten fi tarihinde 27 Mayıs törenine katılmayınca üç gün tart cezası yediğime göre, demek SJ’nin bir “ADD” şubesi olması ta o vakitlerden mukaddermiş.
NEYSE, sabık mektebimin putperestliğini dert edinecek değilim. Ne hali varsa görsün. Benim orada damadımla beraber gezdiğim sergi ise “Cafe-Croissant” adını taşıyordu. Kahveyi ve muhtemelen de kruvasanı anladınız. Ancak dikkat, bu sonuncusu ne bizim alaturka ayçöreğine benzer, ne de şimdi alafranga pastanelerde peydahlanan şekerlisini andırır Her sabah sütlü kahveye batırılan bu tuzlu kruvasan kesin Fransızlık simgesi addedilir. Ve, Kahve Viyana kuşatmasına, kruvasan ise hilâle uzanır. İkisi de bizimle ilgilidir. Zaten bunun içindir ki Çağlar Şavkay’ın göz nuru, Mesut Tufan’ın da göz objektifiyle hazırladığı sergi Osmanlı ve Fransız devletleri arasındaki etkileşimi ele alıyor. Nitekim sözümona okumuş sayılırım ama yine öylesine yeni şey öğrendim ki! Hadi Kanuni dönemi ittifaklarını ve harcıâlem adaşlıkları hepimiz biliyoruz, geçelim. Ama mesela ben kendi hesabıma, “tülbent”in Villon dilinde “türban”a dönüştükten sonra anlam kaymasıyla tekrar bize geri döndüğünü; veya “yelek”i “gilet” yapan Freklerden bunu alıp “jile” diye lûgate yazdığımızı; yahut en baba sürrealistlerden olan Antonin Artaud ’un İzmirli, kellesi giyotinde gitmiş dev şair André Chénier’in ve şimdiki tv animatörlerinin şehin şahı sayılan o sululuk Stephan Collaro’sunun İstanbullu olduklarını bilmiyordum. Aslında, bilmediğim veya unuttuğum daha nice şeyler öğrendim ki, eski mektebimdeki putperestliğe tınmadan “Kahve?Ayçöreği” sergisine giderseniz, siz de öğrenebilirsiniz.