Hadi Uluengin

Batı nedir (II)

8 Temmuz 2010
“Avrupa’nın tek bir sınırı vardır: demokrasi”<br>Jürgen Habermas DÜN de aynı soruyla başlamıştım.

Fakat hemen ertesinde, buradaki batı sözcüğüyle güneşin ufukta kaybolduğu ve dünya yuvarlak olduğuna göre de daima izafi olan bir coğrafi yönü kastetmediğimi vurgulamıştım.

Felsefi, beşeri ve siyasi bir değerler bütünü oluşturan Batı’yı kastettiğimi eklemiştim

Ancak dikkat, aslında bu “Batı”nın bile bir “esas coğrafyası” vardır.

Artı, yukarıdaki görecelilik kavramı onun için de geçerlilik taşımaktadır.

* * *

ÖYLEDİR, çünkü her şeyden “Batı”, Avrupa’dır! Yaşlı Kıta’dır! Tartışma götürmez.

Zira tarihi çevrede incelediğimiz takdirde, pırıltısı Eski Yunan’a uzanır.

Zaten de dini İseviliğin helenizasyonu, yani “batılılaşması” temelinde yükselir.

Dili ise aynı kadim lisanda nüve bulur. Ekonomisi de Akdeniz’den Baltık’a tırmanır.

Sosyal coğrafyası da İrlanda Denizi’nde başlar ve en kabadayısı Elbe nehrinde biter. Dolayısıyla, velev ki Avrupa ABD’nin, Kanada’nın veya Şili’nin doğu yönünde kalsın, onların Batılılığı ancak yeni ahalinin yine Eski Kıta muhaciri olmasından kaynaklanır.

Ancak bu “avro-merkezçi” yaklaşım “Batı nedir” sorusunu yine tam cevaplamıyor.

* * *

CEVAPLAMIYOR, çünkü “Batı” tanımını etno?kültürel bir coğrafyayla sınırlamak hem yanıtı eksik bırakıyor, hem de bizzat Kıta sakinlerinin bazıları tarafından kabul görmüyor.

Zira meselâ, 1789 arifesindeki ilk “karşı-devrimci” teorisyen Herder’i veya 1. Savaş ertesindeki “muhafazar devrimci” akımın öncülerinden Spengler veya Jünger’i okursanız, bu çok önemli Alman düşünürlerin Avrupa’yla “Batı” arasına set çektiğini görürsünüz.

Onlar Batı kavramını “aydınlanma”yla özdeşleştirirler. “Hakiki Avrupa” saymazlar.

Nitekim de, bu fikirlerden etkilenen Naziler kendilerini yine “Avrupa kurtarıcısı” ilân etmişlerdir ama, Hitler’in nutuklarında, Rosenberg’in zırvalarında yahut Goebbels’in propagandalarında “Batı” sözcüğü daima küfür, beddua ve aşağılama niyetine kullanılır.

Artı, zaten ne Batı’ya, ne Kıta’ya ait olan Rusya’daki komünist nefreti geçelim, aynı kin Mussolini İtalya’sında da, Franco İspanya’sında da, Salazar Portekiz’inde de vardır.

Hatta düşünün ki bu sonuncu ülke kıtanın en batı ucunda yer almasına rağmen, söz konusu Salazar “biz Batı’nın demokrasi tuzağına düşmeyeceğiz” diye ter ter tepinmiştir.

* * *

VE işte demokrasi! İşte yukarıdaki “gerici Avrupa”yı çileden çıkartan sihirli sözcük!

İşte bütün birikimi, bütün evrimi ve bütün çetrefilliğiyle Batı’yı “Batı” yapan tek şey!

Zaten de bunun içindir ki, en başta yine Alman Jürgen Habermas’tan alıntı yaptım.

Çünkü filozof önce “Batı” yerine “Avrupa” demekle ikisini tekrar yekpare kılıyor.

Böylelikle de, yönü ve kıtayı ayrıştıran o “gerici gelenek”in hezimetini müjdeliyor.

Sınırı demokrasiye genişletmekle de “Batı nedir” sorusuna esas yanıtı vermiş oluyor.

Aynı soruya Türkiye açısından daha somut bir cevabı cumartesi günü arayacağım.
Yazının Devamını Oku

Batı nedir (I)

7 Temmuz 2010
TABİİ ki güneşin ufukta kaybolduğu yerdir. Dünya yuvarlak olduğu için de izafidir. Ama yukarıdaki soruyu sorarken coğrafi yönü kastetmedim.
Felsefi, beşeri, siyasi boyuttaki genel bir “değerler manzumesi”ni kastettim.
Ve malûm, böylesine bir “Batı” kavramını kasten büyük harfli imlâyla yazıyoruz.
Zaten bunu yapmakla da bütün o geri planı çağrıştırmış oluyoruz.
Çok zor cevabı yarın aramaya çalışacağım, önce niçin bu soruyla başladığıma geleyim.
* * *
ÇÜNKÜ dış politika son gelişmelerinden ötürü Türkiye’nin eksen kayması yaşayıp yaşamadığı tartışılıyor. Üstelik konu yalnız iç bünyede değil bizzat o Batı’da güncelleşiyor.
Nitekim en prestijli gazetelerin fikir sayfalarında veya Avrupa Parlemantosu grup toplantılarına yahut Amerikan “think tank” kurumlarının beyin fırtınalarına bakın, Ankara’nın o “eksen”den çıkıp çıkmadığına dair makaleler, incelemeler, öngörüler gırla gidiyor.
Yani Batı’nın kendisi de Türkiye’nin Batı’dan uzaklaşabileceği endişesine kapılıyor.
* * *
FAKAT doğru, bunların hepsinde de jeo-stratejik kaygıları ağır basıyor.
Ayrıntıya girmeyeceğim, farklı bir Ankara’nın yaratacağı zararlar falan hesaplanıyor. Üstelik bizim açımızdan da, “haspalar Türkiye’yi ne zaman gerçek anlamda kendilerinden addetmişlerdi de şimdi tasalanıyorlar” demek belirli bir haklılık arzediyor. 
Ama dikkat, hiç unutmayalım ki burada ta-lep-kar taraf biziz! Daima da biz olduk!
Zira, aslında aidiyetini taşımadığımız bir Batı’ya dahil olmak iradesini beyan ediyoruz.
Dolayısıyla da kaçınılmaz olarak bir “eşitsizlik ilişkisi” yaşıyoruz.
Turan Güneş’in meşhur benzetmesiyle pişpirik oynarken briç masasında yer talep ettiğimiz içindir ki, ister istemez o briçin kural koyucularına uymak zorunda kalıyoruz. 
Ancak tekrar dikkat, bunu bir yakınma ve sızlanma şeklinde söylemiyorum.
* * *
EVET evet, yukarıdaki durumdan dolayı ne yakınmak, ne de sızlanmak gerekiyor.
Çünkü o briçin o piştiye oranla çok daha çetrefil bir oyun olduğunu hepimiz biliyoruz.
Böyle bir çetrefillik ise beyin melekelerini harekete geçirmek; dolayısıyla hem manevi varlığı farklı düşünmek, hem de maddi hayatı daha iyi yaşamak açısından avantajlar sağlıyor.
Zaten Batı’nın hâlâ ve hâlâ “eksen referansı” oluşturması da buradan kaynaklanıyor. 
Bu takdirde de, son Osmanlı döneminde yapılmış olan ve ilk Cumhuriyet döneminde mutlaklığı tekrar teyit edilen “Batı tercihi” doğru, makul ve gerçekçi bir seçim oluşturuyor.    
Bütün mesele briç kurallarına hakkıyla öğrenmekten, onlara kesinkes uymaktan ve kartları en mahir biçimde kullanacak seviyeye ulaşmaktan geçiyor.
Ve işte, hanidir yaşadığımız bu süreci de kâh “Garplılaşmak”, kâh “muasırlaşmak”, kâh da “çağdaşlamak” olarak tanımlıyoruz ki, son tahlilde hepsi aynı Batı
kapısına çıkıyor.
* * *
EVET oraya, yani o “değerler bütünü” Batı’sına çıkıyor! Aşağılık komplekslerine kapılarak ve “öteki” korkularına sürüklenerek söz konusu Batı’yla “çağdaşlık” arasına set çekmek ve bunların ikisini farklı şeylermiş gibi sunmak ise yalanın daniskasını oluşturuyor.
Zira ister itiraf edilsin, ister edilmesin, en baştan beri dünyadaki ve Türkiye’deki tüm teori ve pratiklerinde “muasırlaşmak” özünde daima “Garplılaşmak” durumuna tekabül etti
Gerisi lâf-ı güzaftır, çünkü bizzat o “çağdaşlık” kavramının mucidi Batı’dır!
“Asrilik” veya “modernlik” atılımı benimsendiği an, bilinçaltı muhtemelen kendine rağmen Batı düşünce sistematiğinin parametrelerini kabullenmiş demektir. İnkârı da komiktir! 
Yukarıdaki zor denklemi çözümlemek için cevaplamak zorunda olduğumuz ve benim de en baştan sorduğum “Batı nedir” sorusuna az – çok bir yanıtı yarın aramaya çalışacağım.  
Yazının Devamını Oku

Yorumsuz bir internet alıntısı

6 Temmuz 2010
AŞAĞIDAKİ haberi dünkü “Milliyet” gazetesinin internet baskısından aktarıyorum.<br><br>Virgülüne dahi dokunmadım. Uydurduğum sanılmasın diye de Web adresini vereyim “http://www.milliyet.com.tr/ataturk-silueti-alkislar-esliginde”
* * *
“ATATÜRK silueti alkışlar eşliğinde izlendi. Ardahan’ın Damal ilçesindeki Karadağ sırtlarına yine Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün silueti vurdu.
Türkiye’nin dört bir yanından Ardahan’a gelenler mucizeyi alkışlarla izledi. Bu yıl 14. düzenlenen ‘Atatürk’ün Gölgesinde ve İzinde Damal Şenlikleri’ Damal’ın Ata mahallesinde düzenlendi.
Mucize şenliğe Vali Yardımcısı Ali Fuat Atik, Kaymakam Kadir Eser, Ardahan AK Parti Belediye Başkanı Faruk Köksoy, Damal Belediye Başkanı CHP’li
Gülcemal Fidan, Tugay Komutanı Tuğgeneral Cengiz Demircihazır ve yaklaşık üç bin kişi katıldı. 
 Askeri bando konserinin ardından her yıl 15 Haziran- 15 Temmuz arasında olduğu gibi Atatürk’ün silueti yine saat 18.00 sıralarında belirdi.
Vatandaşlar ’doğa mucizesi’ olarak nitelendirdikleri bu olayı alkışlarla izlediler.
Belediye Başkanı Fidan ‘Atamızın dünyada bir eşi daha olmayan bu doğa harikası siluetini kutlamak için tüm imkanlarımızı seferber ettik. Bu milli ve manevi güç bizlere şunu ifade ediyor: Atatürk gölgesi halkımızın önderi ve zaman dilimi olmuştu. Saat yerine Atatürk’ün gölgesinin çıktığı zaman esas alınmıştı’ dedi.”
* * *
EFENDİM sonra aynı internet baskısında yamaç sırtına düşen ve Mustafa Kemal’e benzediği öne sürülen gölgenin hem sekiz adet fotoğrafı, hem de törenin videosu vardı.
İn cin geçmez bir bayırın ortasına dikilmiş koca bayrak direğinde sancak dalgalanıyor.
Askeri mızıka marş çalıyor ve katılanlar hatıra fotoğrafı çektirtiyor. Şimdi bir de, habere ilişkin “okuyucu yorumları”ndan (!) birkaç örnek vereceğim:.
* * *
“MÜKEMMEL” başlığını atan ve “Ysfack” rumuzuyla yazan şahıs:
“Bu kadarı da tesadüf olamaz. Her yıl bu bulutlar ATATÜRK’ün portresini yansıtıyor. Çok mübarek insanmış, çok!”
* * *
“ATATÜRK aşığı buse” diyerek “İzmirli Karakartal” rumuzunu kullanan kişi:
“Bu resmi görünce sen düştün aklıma aniden. Rahat uyu ey Atatürk!
Yaktığın meşale artarak büyüyor. Arkandan niceleri geliyorlar”.
* * *
“DOĞA bile vazgeçmiyor” diye diyalektik yapan “Erkutum” rumuzlu kimse:
“Hayatta hiçbir şeyin tesadüf olmadığından yola çıkarsak bu da tesadüf değildir.
Atatürk, gelmiş geçmiş en akıllı, en çağdaş, en güçlü liderdir. Onu sevmeyen, kendini dindar zanneden, ama aslında din-i- dar olanlara duyurulur”.
* * *
YUKARIDAKİ haberden ve yorumlardan sonra ben bugün tek satır yazmayacağım.
Zaten, güneşin mevsim açısına göre binlerce yıldır aynı dağa vuran bir gölge bu. Bunu bir mucize olarak yorumlamadığınız zaman Mustafa Kemal Atatürk’ü ancak o zaman hakkıyla anlayacaksın ve ona ancak böylelikle lâyık olacaksın.
Yazının Devamını Oku

Oturarak ya da ayakta fark etmez yeter ki şiddet dursun

5 Temmuz 2010
CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, Çukurca’nın sıfır noktasındaki siperlerde ayakta durmuş, hâlbuki Başbakan Erdoğan, Gediktepe’de çömelmiş. Şiddetin pençesinde kıvranan bir toplumda tartışmanın bu noktaya kadar gerilemesi bana göre topyekün bir cinnet halidir.
Türkiye’nin son otuz yılını karartan bu savaşı ancak bilgisayar oyunu sanallığında izleyenlerin kafaları böyle çalışabilir.
Genç ölümlerin ve sakat kalan bedenlerin üzerimize attığı derin çiziklerin acılarını hissetmeyenler ancak böyle bir denklem kurabilirler.
Terörle mücadele siperlerinde kim daha cesur, oturan mı, ayakta duran mı?
Sorumlu gazetecilik çok tartışmalı bir kavram. Bu bahane ile medyayı kendilerine göre biçimlendirmek isteyenlerden hiç hoşlanmam ama öte yandan bu mesleğin gerçekten de püf noktaları var.
Üstelik yazılı, çizili, uluslar arası kabul görmüş kriterler bunlar.
Şiddeti, çatışmayı teşvik etmeyeceksin. Kavgayı derinleştirmeye değil, barıştan, çözümden yana olan dinamiklere çevireceksin projektörlerini. 
* * * 
CHP Lideri Kılıçdaroğlu’nun Çukurca’da ayakta durup durmadığı önemli değil. Ziyaretten sonra yaptığı açıklamalar manşetlik bana göre.
“Terörün çözümü hep askere havale edilmiş. Asker işini iyi yapıyor, orada da bunu gördüm. Oysa bu kadar köklü bir sorunun çözümü tümüyle askere havale edilemez. Siyasetin çözüm üretmesi lazım. Çözümün zor olduğunu biliyorum. Ama bu çözüm ancak kamuoyunun desteği alınarak sağlanır ve terör sonlandırılabilir. Cesur ve kararlı olmak lazım. Sorunun çözümü bir partiye bırakılamaz, başarı bir partinin başarısı olarak görülemez. Terör sorununun iç politika malzemesi yapılmaması lazım.”
CHP lideri, asker işini iyi yapsa da bu işin bitmeyeceğini açıkça söylüyor. “Siyasetin çözüm üretmesi lazım” diyor. Bana göre manşetlik bir çağrı.
Şiddetin tırmandığı bu dönemde ana muhalefet lideri siyaseti tekrar gündeme getirmişse bu her şeyden önemli değil mi?
Kılıçdaroğlu’nun, siyasi çözümün zorluğuna dikkat çekmesi de mi önemli değil mi? AKP’ye laf yetiştirmeye çalışmıyor. Yapabilirdi. Siperlerde ucuz siyaset yapabilirdi. CHP hiç mi yapmadı bunu?
Siyasi çözümün kamuoyunun desteği alınarak sonlandırılabileceğini söylüyor.
Kılıçdaroğlu’nun dediği gibi, sorunun çözümü ne bir tek partiden beklenmeli ne de süreç siyasi malzeme haline dönüştürülmeli.
Düne kadar AKP’nin çözüm çağrılarına, şekil gerekçeleri göstererek karşı çıkan CHP’nin, AKP ile siyasi çözüm arayışı için masaya oturacağını söylemek için erken ama herkesi bu yönde birlikte çaba harcamaya teşvik etmek için geç bile. 
* * * 
KÜRT meselesi, herkes tarafından iç siyaset malzemesi haline dönüştürüldüğü için, şiddete karşı mücadele sadece daha fazla şiddet üretti.
Şiddet kimseye “haddini bildirmedi.” Kimsenin taleplerini kabul ettirmedi.
Hele artık, etrafımızdaki bunca savaştan, şiddetin yol açtığı bunca yıkımdan sonra bu yolla hiçbir mücadelenin kazanılamayacağı daha iyi anlaşıldı.
Siyasilerin siperlerde ayakta durup durmadıkları beni hiç ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren şiddetin durdurulması. Bunun ortak sorumluluk olduğunun bir an önce bilincine varılması.
Yazının Devamını Oku

İsrail-Türkiye: Gizli temastan sonra

3 Temmuz 2010
TÜRKİYE ve İsrail taraflarının Çarşamba günü Brüksel’de gerçekleştirdiği “gizli görüşme” son derece olumlu bir adımdır. Ülke ve halklarımızın dostluğu adına selamlıyoruz.

Çünkü bu sürpriz temas hem uluslararası ilişkiler açısından realpolitik bir gelişme oluşturdu, hem de zararın neresinden dönülse kârdır ilkesine uygun bir atılıma tekabül etti.
Şu an buz kesmiş ilişkilerin yeniden “normalleşmesi” şansını yarattı.
Dolayısıyla her şeyden önce, yukarıdaki insiyatifi almak becerisini gösterdikleri için iki ülke “karar vericileri”ne; veya iddia edildiği gibi “telkin”(‘!) ABD lideri Barack Obama’dan geldiyse de, söz konusu “çöpçatanlığı” reddetmedikleri için hem yine aynı iki ülke yöneticilerine, hem de girişimin mimarı Washington’a şükran belirtmeyi borç biliyoruz.

AMA doğru, ilk olumluluğa saptasak bile ihtiyatı elden bırakmamak  gerekiyor.
Zira, nasıl ki erkenci bir kırlangıç zemheri ayında yuva yaptı diye baharın geldiği zehabına kapılmak hayal kırıklığı yaratır, Davutoğlu ? Bin Eliezer temasıyla birlikte her şeyin tekrardan süt liman olacağını söylemek de aynı ölçüde yanılgıya sürükleyebilir.
Böylesine mutlakiyetçi bir varsayım kehanetten öteye gitmez.
Ancak, tabii ki önce iyimserinden başlayalım ve zaten de temennimizi o oluşturuyor, Çarşamba günü Brüksel’de ve kapılı kapılar arkasında yapılan mahrem temas belki de şu an ilişlilerde hüküm süren kutup buzullarını tedricen eritecektir.

Yazının Devamını Oku

Berabere bir savaştan, savaş teorisinde bir çözüme

1 Temmuz 2010
KÜRT sorununda askeri çözüm yoktur. Bin defa açıkladığım nedenlerden ötürü mümkün değildir.

Peki, daha en baştan ve  en kestirmeden bunu söylemekle kendimle çelişkiye düşmüş olmuyor muyum?
Zira hatırlarsanız dünkü yazımda, PKK’nın Türkiye Cumhuriyeti devletini hasım addettiğini vurgulamış ve dolayısıyla da, aynı devletin savaş strateji ve taktiklerine başvurmasının kaçınılmazlık arzettiğini belirtmiştim.
Eh, şimdi çok doğal olarak bana şu soru yöneltilebilir:
Hem askeri çözüm yoktur diyorsun, hem de savaştan söz ediyorsun, bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu? 
Hayır, yukarıdaki zahiri çelişki yanıltıcıdır ve perhiz de, turşu da birbirlerinin tamamlayıcıdır!

ÖYLEDİR, çünkü yine dün üstü kapalı bir biçimde değindiğim gibi, Prusyalı general Carl von Clausewitz’in öğretisinden yola çıktığımız takdirde savaş sadece ve sadece siyasetin uzantısıdır.
Başka bir deyişle, harp tekrardan sulha ulaşmak için şiddetin kullanıldığı geçici bir yöntemdir.

Yazının Devamını Oku

Dost, düşman ve PKK

30 Haziran 2010
DOSTUNUZU siz seçersiniz.

Ama hasmınızı her zaman siz seçemezsiniz!

* * *


ŞÖYLE ki, muhatabın da aynı duyguları paylaşması kaydıyla dost, ahbap, arkadaş belirlemek sadece ve sadece sizin kendi iradenize bağlıdır. Öznel bir tercihtir.
Zoraki ve oportünist olanlarını bir kenara bırakırsak, keyfinize, hissiyatınıza, meşrebinize veya moda tabirle “mood”unuza göre, o tercihi yalnız ve yalnız siz yaparsınız.

Yazının Devamını Oku

G-20’nin düşündürdükleri

29 Haziran 2010
MAAZALLAH, eskiden uluslararası zirve denildi miydi yer yerinden oynardı. İlgili başkentler haftalar, hatta aylar öncesinden hemen sırf bu toplantıya odaklanırdı.
Kabineler, diplomatlar, kançılaryalar harıl harıl seferberlik düzenine geçerdi.
Medya ise yerel muhabirleriyle yetinmez, en krema gazetecilerini oturum mekanına gönderirdi.
Sonrasında da tahliller, sentezler, hesaplar, öngörüler gırla giderdi.
Evet evet, eskiden uluslararası zirve demek, Himalayalar’ı aşıp Everest zirvesine tırmanmak demekti.

NİTEKİM, hadi 2. Savaş ertesinde Avrupa’nın paylaşıldığı bir Yalta veya bir Postdam konferanslarıyla karşılaştıracak kadar ileri gitmeyeyim ama, kendim de izlediğim için şunlardan örnek vereyim:
Malta’daki bir Gorbaçov-Bush (“W” rumuzlunun babası) buluşması, Londra’daki bir NATO doruk toplantısı, yahut Paris’teki AGIT zirvesi gerçekleştiğinde, söz konusu oturumların her biri dünyanın gidişatına yön verecek nitelik taşıdığından, başta kullandığım deyimle gerçekten de yer yerinden oynamıştı.
Bunlar 20. yüzyıl tarihine yazıldılar ve yaşadığımız yüzyılın ilk parametrelerini belirlediler.
Ya şimdi?

VALLAHİ, dün bu satırları yazdığım öğleden sonra başlarında gerek yerli, gerek yabancı medyayı iyicene hatmetmiştim ama, cumartesi ve pazar günleri Kanada Toronto’sunda toplanan ve dünyanın en kalantor yirmi ülke liderini buluşturan “G-20” zirvenin haberlerine her iki tarafta da, ancak kıyıda köşede rastladım.
Düşünün ki, yedi düvelin en üst yöneticileri bir araya gelmiştir; üstelik bunlar krizdeki yerküre ekonomisinin nasıl hale yola sokulabileceğini tartışmıştır; daha üstelik de bir alay ikili temas gerçekleşmiştir, fakat tüm bunlara rağmen konu lâf olsun kabilinden geçiştirilmiştir.
“G-20” İngiltere-Almanya maçının ya da her hangi bir yerel haberin tahtını sarsamamıştır.
Acaba bu durum okyanusun iki yakası arasındaki saat farkından ve dolayısıyla, kesinleşmiş ortak bildirinin henüz redaksiyonlara ulaşmamasından mı kaynaklanıyor?
Sanmıyorum!

SANMIYORUM, çünkü bu tür toplantıların hemen hepsinde olduğu gibi Toronto öncesinde de kimin ne diyeceği daha baştan biliniyordu.
“Cadı” (!) durumundaki Alman Şansölye Angela Merkel’in bütçe açıkları konusunda ısrarla “sıkı kemer” isteyeceği, buna karşılık Barack Obama’nın “gevşek”ten yana tavır alacağı, dolayısıyla da nihayetinde “çevir kazı, yanmasın” cinsi bir ortayolda karar kılınacağı, gelişmeleri az biraz izleyen herkesin malûmuydu.
Nitekim aynen öyle oldu ki, Erdal Sağlam da bunu dünkü “Hürriyet”te zaten yazmıştı.
Bu takdirde, Kanada’daki doruk toplantısının dünya medyasında böylesine “sudan geçiştirilmesi”ni saat farkından kaynaklanan bir “teknik sorun”la açıklayamayız.
Peki neyle açıklayabiliriz?

ŞUNLA açıklayabiliriz ki, Soğuk Savaş bitimiyle birlikte tedricen yumuşayan ve “uzlaşmaz çelişki” olmaktan çıkan uluslararası ilişkilerde böylesine zirveler giderek sıradanlaştı. Vaka-ı adiyeye dönüştü.
Diplomatik açıdan “hayati olay”, dolayısıyla da medyatik açıdan “manşet haber” olmaktan çıktı.
Artı, gerek yukarıdaki “normalleşme”ye paralel olarak, gerekse de küreselleşme ve iletişim sayesinde farklı ülkelerin farklı temsilcileri her an, her düzeyde ve her konu için haberleşir duruma geldiler.
Zaten dikkat edersiniz, yine yukarıdaki “içiçelik”ten ötürü gerek başkentlerdeki büyükelçilerin, gerekse yine buralardaki diplomatik muhabirlerin işlevi giderek sınırlanıyor. Veya birincilerde lobiciliğe kayıyor.
Nitekim geçmişte tahayyül edilemeyecek şey, bakan sefirini, redaksiyon da muhabirini “atlayarak” en üst kaynaklarla direk temasa geçiyor ve dolayısıyla da yepyeni, bugüne dek bilinmeyen bir “teamül” oluşuyor.
O halde de, en azından daha munis, daha yumuşak, daha yakın, moda tabirle daha “soft” uluslararası ilişkilerin tezahürünü yansıttığı için, “G-20” zirvesinin yeri göğü oynatmamasına aslında sevinmek gerekiyor.
Yazının Devamını Oku