DAHA Metro Han’da her yer cıvıl cıvıldı. Rengarenkti. Pırıl pırıldı. Yakamozluydu. “Erasmus” projesinin bir öğrenci değiş tokuşuna mı rastgeldik nedir bilemiyorum, yerli - yabancı, kız - erkek, mini - türban gençler oraya öbek öbek toplanmışlardı. Enva-i çeşit dilden şarkı söylüyorlardı.
Halep Pasajı önüne doğru seğirttik ki, kanun, gitar, darbuka vs., zaten o civarda her zaman gördüğüm ve Fatih Akın’ın enfes filminden beri de daha çok hayran olduğum aynı sokak çalgıcıları musikiye başlamışlardı. Kalabalığa karıştık ve uzun uzun, doya doya, sindire sindire notaları teneffüs ettik. Yuttuk ve hazmettik. Bir beşlik attım, kesem elverseydi ellilik de atardım.
İLERLEDİK. “Karanlıkçı Maocular”un kıytırık televizyonu Rumlardan gasp binada ya, zahir daha öteye gitmeye cesaret edemediklerinden olacak, işte tam o hizada bu “Ergenekoncular”dan üçü beşi sanki yol kesen eşkıya gibi “karanlık, karanlık” diye provokatör varakpareyi millete kakalamaya yelteniyordu. Tabii ki tek bir kulun da ne metelik verdiği, ne suratlarına baktığı vardı! Zaten birisi bana da niyetlenince “Silivri’ye” diye öyle bir tersledim ki, “ulusalcı” kopil apışıverdi.
ADAKULE’ye vardığımızda, muhtemelen Doğu veya Merkezi Avrupa kökenli yaşlı bir çift boşlukta kendine yer bulmuştu. Tabureye oturmuş erkek flüt çalıyordu, kadın da Verdi aryası söyleme çalışıyordu. “Çalışıyordu” diyorum, çünkü itiraf etmem gerekir ki hatuncağız bu ses kabiliyetiyle en kabadayısı, en kıytırık bir operanın abdesthanesinde ancak “madam pipi” olabilirdi.
Üstelik tefle tempo tutmasına da anlam veremedim. Acaba İtalyan tınılara “oryantalizm” ekleyerek daha çok mu bahşiş kopartacağını sanıyor diye düşündüm. Zaten demin önünden geçtiğimiz ve Filipinlilerin akşam ayininden çıktığı Aziz Meryem Klisesi’nin kapısına çöreklenmiş yine ecnebi “beatnik” de öyle berbat tıngırdatıyordu ki, burada yazmaya değmez. Biraz daha ilerledik ve artık haniyse Galatasaray’a varacağız. Doğru, şimdi cumartesi kalabalığı tamamen mahşeri bir hal aldı ama sağdan yükselen rebetikoya soldan yükselen caz öylesine uyumlu biçimde karışıyor ki, bir şehirli için bunun yegâne adı “haz”dır!
KAVŞAK ana baba günü, zira en az iki yılldır İstanbul’da dolanan o Güney Amerika yerlileri mikrofon, amplifikatör, hoparlör falan, tam teşkilat orkestra olarak köşeyi tutmuşlar. Her şey kekâ! Bir yandan müzik yapıyorlar, bir yandan da raks ediyorlar. Millet mayışmış, zevkten uçuyor.
Perulu mudurlar, Kolombiyalı mıdırlar, yoksa başka bir mıntıkalı mıdırlar bilmiyorum ama şu Beyoğlu cumartesisinde sonsuz kesin olarak biliyorum ki, tıpkı diğer yabancı sokak mızıkacıları gibi onların da burayı mekân tutması, yedi tepeli şehrimizin artık bir “dünya kent” dönüştüğünün en somut ispatını sunuyor. Fakat kalabalıktan baş uzatacak yer yok, çaresiz yürüdük ve iki adımda musiki değişiverdi.
MEKTEB-İ Sultani’nin önünde öyle uzak And Dağları’nın tınıları değil bizzat bu caddenin, bizzat bu sokakların, bizzat bu çıkmazların eski notaları uçuşuyor. Kâh postanenin, kâh Tokatlıyan’ın damına konuyor. Başına yan yatırılmış külhanbey kasketi ve yanağına ben kondurulmuş Galata dilberiyle dekor tamdır. Buradaki laternanın manivelası Levanten bir Pera nostaljiyası döndürmektedir.
Çünkü meğersem, bu defa resmen teknik takibe takılan telefon kayıtlarına göre altı oklu parti mensubu şu an dahi Yüksek Yargı’yı parmağında oynatıyormuş.
Nitekim de ahizedeki konuşmalarda kumpasın ve entrikanın bini bir paraya gidiyor.
Oktay açık açık, halen bakanlık bünyesinde bulunan “müritler”e kimin nereye tayin edilmesi gerektiği konusunda akıldanelik yapıyor. Şu şuraya, bu buraya diye post dağıtıyor.
Yani o lafta “bağımsızlık” ve “tarafsızlık” bir defa daha iğfal edilmiş oluyor.
PEKİİ, eski adalet bakanı foyası meydana çıkınca kendisini nasıl savundu?
Özrü kabahatinden büyük, “Alevi olduğum için üzerime yükleniyorlar” deyiverdi.
Bütün bir inanç camiasını kendisiyle özdeşleştirerek onları da töhmet altında bıraktı.
BİLİNE ki belirli bir “mağduriyet” kullanarak karşısındakini “mahcubiyet psikozu”na ve “siyaseten doğru” riyakârlığına iten demagojiler artık kabak tadı verdi. Yetti!
Özetle de bu ülkenin orta-uzun vadede dağılmasını mukadder addettiğimi söylemiştim.
Hatta tevellüdü ta 1830’a uzansa bile, Benelüks krallığının 2030 senesine denk gelecek 200. kuruluş yıldönümünü kutlayabileceğine dahi ihtimal vermediğimi kaydetmiştim.
Gerekçeyi de, aradan geçen uzun süreye rağmen o “ulus” kavramında en temel öğeyi oluşturan “kader birliği” dürtüsünün Belçika’da yerleşiklik kazanamamasına bağlamıştım.
YUKARIDAKİ saptamaları yaptım ya, anlayış kabiliyeti münasip yerleriyle sınırlı bir bölüm “neo-ittihatçı – ulusalcı” taife küplere bindi. Elektronik postam kutum dolup taştı.
“Alçak vatan haini” diye başlayan ve, “lâfı yuvarlayıp kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla demeye getirerek Benelüks ülkesinden çok daha genç bir Türkiye ulus-devletinin de parçalanacağını çağrıştırıyorsun” diye devam eden küfürlerden gına geldi.
Neyse, onların bu dangalaklığını cehaletlerine yorayım ama diğerlerine ne demeli?
Çünkü o sıra Brüksel’de yaşadığımdan, dışişleri kanalıyla makale tercümesini okumuş olan bir dizi Belçika ricali bana “amma da kötümsersin! Şu kadar senede hâlâ, bizlerin hep ‘son an mucizesi’ yarattığımızı öğrenemedin mi” diye serzenişte bulunmuştu.
Ne Ankara’nın BM’de ABD ve Batılı ülkelerin aksine İran’a yaptırım konusunda ret oyu kullanması, ne de diğer gelişmeler Türk dış politikasının raydan çıktığı anlamına geliyor.
Şöyle ki, çağımız dünyasını tahlil ederken kendimizi tekil bir ağaçla sınırlamayalım.
Mümkün mertebe ormanın bütününü kapsayacak geniş ufukla bakmaya çalışalım.
Ve o orman, yani o yaşadığımız dünya, Berlin Duvarı’nın yıkıldığı ve komünizmin çöktüğü tarihten beri, aşağı yukarı yirmi yıldır hâlâ bir “geçiş dönemi”nde çalkalanıyor.
ÖYLE, çünkü Doğu-Batı çelişkisi üzerine kurulu eski uluslararası statüko sona erdi.
Fakat henüz yenisi oluşmadı. Mazideki gibi net ve berrak saflaşmalar ortaya çıkmadı.
Veya, bugünkü “hercümerç durumu”nun bizzat kendisi bir statükoya dönüştü.
EVET evet, meğersem PKK’ya “hadi saldır” komutunu Tel Aviv vermişmiş. Çünkü böylelikle İsrail hem Ankara’dan “öç” (!) almışmış, hem de Davudi yıldızlı ülke Türkiye’yi doğu Akdeniz’den “püskürtmek” (!) stratejisinde yeni adım atmışmış. Hatta “İslamcı - ulusalcı” kalemşörü olduğu gazetede “Batı Müslüman Soykırımına Hazırlanıyor” kışkırtmacılığı yapan malûm provokatörün “ifşaat”ına (!) göre, aynı İsrail bir de Alman üretimi “nükleer denizaltılar”la devriye gezerek ülkemize “ihtar” (!) çakıyormuş. Hazretin pervasız yalanları bir değil, üç değil, on değil, Irak Savaşı’nda da ABD’nin Mersin’den atom bombası taşıdığını; Amerika kıtasını Çinlilerin keşfettiğini veya Somali’deki Etiyopya işgalini yine ABD’nin emrettiğini uyduran ve her şişişinde de havaya bakıp ıslık çalan bu tehlikeli yüzsüzün son atmasyonunu açığa çıkartmak için önce şunu vurgulayayım:
BİLİNE ki ne Berlin şimdiye dek tek bir atom reaktörlü denizaltı inşa etmiştir, ne de Siyonist devletin su altı füzesi teknolojisine sahip olduğuna dair en ufak bir kanıt mevcuttur! Üstelik biraz askeri aktüaliten haberdar olan herkes İsrail donanmasının kara ve hava ordusuyla kıyaslanmayacak oranda zayıf olduğunu mimlemiştir. Sahil muhafaza işlevlidir. Türk Deniz Kuvvetleri de hem nicelik, hem nitelik olarak ondan kat be kat üstündür. Fakat doğru, Tel Aviv yukarıdaki tür spekülasyonları kasten muğlak bırakır. Bırakır ki, aslında çok ödlek olan “İslamcı – ulusalcı” komplo teorisyenleri tongaya bassın ve İskenderun’daki PKK baskınını bile “her şeye kadir” (!) Siyonist devlete yorsun! O halde hadi ben de işkembe-i kübradan atayım: Efendim İsrail sırf baskını değil, aynı zamanda aynı İskenderun’daki Katolik Piskopos cinayetini de emretti ki, hem Türkiye’ye “ihtar” sertleşsin, hem de ülkemiz prestij yitirsin! Var mı yan bakan, yutan yutar ve de afiyet şeker olsun!
İMDİİ, Allah rızası için söyleyin, daha ilk çıktığı günden beri bizler şu PKK’yı kimin “maşası” (!) addetmedik ki? Kimin “oyuncağı” (!) diye tanımlamadık ki? Şimdi can ciğer dost kesildiğimiz Suriye zaten malûm da, İran’la ilişkiler limoniyken uzun süre “molla parmağı” keşfetmemiş miydik? Saddam Irak’ından da şüphelenmedik mi? Ardından, kullandığı silahlar Rus malıdır diye Moskova “güdümünde” saymadık mı? Sonra, çuval muval derken, armut piş ağzıma düş Apo’yu bizzat ABD’nin teslim etmiş olmasına rağmen yine de “PKK Amerikan himayesindedir” diye yeri göğü inletmedik mi? Tabii bilumum AB ülkelerini de teker teker geçelim ki, belki Patagonya hariç yedi düvelde hangi ülke varsa, bizler onların her birini Kürt şiddet örgütünün arkasında gördük. Ve de şimdi geldi sıra İsrail’e, zira meğer İskenderun baskınını o “emretmişmiş” (!).
BUNLAR akıl değil! Bunlar gülüp geçilecek şeyler hiç değil! Bunlar dehşet tragedya! Bunlar, muazzam bir “öteki” korkusuyla, dolayısıyla nefretiyle yatıp kalkan ve kendi iç bünyesindeki Kürt sorununu yine kendi çözümlenmediği müddetçe de PKK’nın veya PKK’ların bitmeyeceğini anlamayan sonsuz paranoyak zihniyetlerin habis tezahürleri ki, işte “laik ulusalcı”sından “İslami ulusalcı”sına dek onların hastalıklı ruhunu kemirmeye devam ediyor. Ve bu hasta ruhlar komplo teorisi üstüne komplo teorisi uydurarak, İskenderun’daki baskını ciddi ciddi İsrail’in Türkiye’yi Akdeniz’den püskürtmek hamlesi olarak sunabiliyor. Ne diyeyim, akıl akıl, gel de korkakların, nefretlerin ve meczupların beynine takıl!
Pazardan beri sürdüğüne göre demek ki iki gündür hiç aralıksız boşanıyor.
Oysa bahar zaten gayet limoni geçti. Çileğin bile mis rayihalısını koklayamadık.
Üstelik meteorolojik yaza da şunun şurasında iki hafta kaldı. Ama işte yine de yağıyor.
Her halükarda, “iklim değişiyor” diye ortalığı vaveylaya veren ve bunun suçunu da insanlığa fatura eden ekolojist mürtecilerin şimdiden el ovuşturduğunu görür gibi oluyorum.
Yukarıdaki yağmurları fırsat bilip yeni bir kampanya başlatacaklarından eminim
Başlatsınlar umurumda değil, çünkü kırksekiz saattir akan sellere rağmen “havaların gidişatı” aslında öyle sıradandışı falan değil ve de nokta!
HAYIR, bu tezimi doğrulamak için uzun istatistikler, tarihi evrimler ve geniş dilimler, sıralayarak o ekolojist yobazlarla polemiğe girişecek değilim. Tenezzüle değmez.
Yukarıdaki “de”yi kasten edat olarak kullandım. Yani çoğulluğu bilhassa vurguladım.
Zira İskenderun’daki son cinayet ülkemizdeki Hıristiyanlara yönelik kaçıncı vukuattır?
Bu kaçıncı saldırıdır, bu kaçıncı darptır, bu kaçıncı tacizdir? Hatırlayan beri gelsin!
Vakıa zanlı İseviliğe ihtidâ ettiğinden dini boyut yokmuş ama onu külâhıma anlatın!
EVET külâhıma anlatın, çünkü sözümona en “laik”i, en “hoşgörülüsü”, en “çokkültürlüsü” geçinen Türkiye dâhil, genel olarak bütün Muhammedi Âlem “öteki”ne karşı tahammülsüzlükte diğer hiçbir din kültürüyle kıyaslanmayacak ölçüde başı çekiyor.
Müslüman aidiyeti “militan kimlik”e dönüştürenler dışında başka hiçbir inanç kitlesi o “öteki”ye karşı Dar-ûl İslam’daki kadar saldırgan, dışlayıcı ve yalnızlaştırıcı davranmıyor.
Nitekim “Filistin, Filistin” diye popomuzu yırtınıyoruz ya, işte sorarım size!