FUTBOLLA aram yoktur. Zaten genel olarak sporla yoktur ama futbolla hiç yoktur.
Nitekim de şu yaşıma geldim, gerçek anlamda takım tuttuğum asla vaki olmadı. Daha doğrusu tutacak heyecanı bir türlü hissedemedim. O kan damarlarımdan akmadı. Gerçi doğru, “cinnet yılları”na nokta koyduğumdan beri meşin yuvarlak oyununu “kitlelerin afyonu” diye tanımlamaktan vazgeçtim. Artık böyle gafletlere düşmüyorum. Hatta pek pek nadiren de olsa bazen televizyon önünde maç bile seyrediyorum. Lâkin Güney Afrika’daki kupa karşılaşmalarını henüz izlemedim ve de daha ziyade, futbolun tarihçesiyle o kitleler arasındaki sosyo-psikolojik ilişki konusunda kafa yordum. Birazını sizinle de paylaşayım.
MALÛM mucizevî biçimde İngiltere’yle berabere kaldı ama bakmayın, aslında onbir kişilik oyun ABD’de hiç mi hiç rağbet görmez. Dolayısıyla, kasten bu eksiklikten başlayalım. Öyle ya, şu “yankee”ler her yerde varlar, fakat bir tek cim sahada yoklar. Neden? Efendim şundan ki, eski anavatan ilk futbol ligini kurmadan epey önce, yani ta 1876 yılında Yeni Dünya “milli spor” addettiği beyzbol ligini zaten faaliyete geçirmişti. Üstelik yok İrlandalısı, yok İtalyanı, yok Almanı derken, futbol baştan beri orada bir “muhacir oyunu” yahut bir “avam eğlencesi” addedildi. Küçük ve hakir görüldü. Daha önemlisi, meşin yuvarlak “Amerikan futbolu” denilen o eşek şakası eşkıyalığın yanında pek “hanım evlâdı” kalıyordu ve de kıta ölçeklerine göre çok yeknesak sayılıyordu. Unutmayalım ki, dünyanın her yerinde 0?0 veya 1?0 bir skor pekâlâ da onaylanır. Oysa Birleşik Devletler’de aynı skor tabelâsının tıpkı obur bir hamburger köftesi yahut tombul bir dondurma külahı gibi dolu dolu, kat be kat, tıka basa sonuç yazması gerekir. Kaldı ki, futbol maçlarında tek ara verildiğinden ve bu süre de ne statta, ne ekranda reklâmlara yettiğinden, ABD federasyonu kuralın değiştirilmesi için başvurusu yapmıştı. FİFA da “yok, devenin nalı” deyince şut hiçbir zaman Atlantik ötesi kaleye ulaşmadı.
ÖTE yandan, yukarıdakinin aksine, Yaşlı Kıta ülkelerinde futbolun hastalık raddesine varması, başta değindiğim sosyal ve ruhi etkenlerle iç içedir. Artı, bal gibi de siyaset doludur. Meselâ İtalya’yı ele alırsak, faşizmin kuruluşunda Mussolini de tıpkı komünistler gibi meşin yuvarlak oyununu ulus bütünlüğünü bölen bir “kitlesel afyon” addediyordu. 1934 Kupası’nın Çizme Yarımadası’nda düzenlenmesinden de önce hiç hoşlanmamıştı Fakat ne zaman ki aynı kitleleri futbol sayesinde ve kendi ideoloji yönünde seferber edebileceğini; üstelik böylelikle uluslararası prestij kazanabileceğini anladı, en iyi antrenörler, Arjantin’den takviyeler, devasa stadyumlar derken o Kupa’yı bir “milli dava”ya dönüştürdü. Şampiyon olmakla da hem Roma’daki iktidarı pekiştirdi, hem de aynı faşizmi Avrupa’da cazibeli kıldı. “Kara gömlekli” rejim en çok bu dönemeçte taraftar ve övgü kazandı. Zıt kutup Rusya’da ise kızıl ricalin, gizli polisin, bürokratların ekibi Dinamo’ya karşı işçilerin ve ezilmişlerin takımı Spartak’ın kazandığı her maç varoşlarda bayram havası estirdi. Öyle ki, Stalin klüp yöneticisi Starostin biraderleri acilen Sibirya zindanına postaladı.
VE tabii, futbol ? siyaset ilişkisini hakkıyla irdelemek için Nijerya’daki, Kongo’daki, Gana’daki yerli takımların sömürgeciliğe karşı mücadelede nasıl olumlu rol oynadığına; ama buna karşılık aynı Kongo’yla Gabon’un veya Honduras’la Salvador’un savaşa tutuşmasına yol açacak ölçüde nasıl bir “kitlesel afyon” işlevi gördüğüne de değinmek gerekir. Hatta Barcelona klubünün Katalan ayrılıkçılığındaki yerinden tutun da, rock kültürüyle stadyum ve “holigan” arasındaki irtibata dek, konuyu daha çok ve daha çok deşmek gerekir. Fakat yerim kalmadı, size Dünya Kupası’nda iyi maç seyirleri dilemekle yetiniyorum.