Paylaş
Çünkü meğersem, bu defa resmen teknik takibe takılan telefon kayıtlarına göre altı oklu parti mensubu şu an dahi Yüksek Yargı’yı parmağında oynatıyormuş.
Nitekim de ahizedeki konuşmalarda kumpasın ve entrikanın bini bir paraya gidiyor.
Oktay açık açık, halen bakanlık bünyesinde bulunan “müritler”e kimin nereye tayin edilmesi gerektiği konusunda akıldanelik yapıyor. Şu şuraya, bu buraya diye post dağıtıyor.
Yani o lafta “bağımsızlık” ve “tarafsızlık” bir defa daha iğfal edilmiş oluyor.
PEKİİ, eski adalet bakanı foyası meydana çıkınca kendisini nasıl savundu?
Özrü kabahatinden büyük, “Alevi olduğum için üzerime yükleniyorlar” deyiverdi.
Bütün bir inanç camiasını kendisiyle özdeşleştirerek onları da töhmet altında bıraktı.
BİLİNE ki belirli bir “mağduriyet” kullanarak karşısındakini “mahcubiyet psikozu”na ve “siyaseten doğru” riyakârlığına iten demagojiler artık kabak tadı verdi. Yetti!
Meselâ Kürt kimliği inkâr ediliyor ve dolayısıyla da onlar “mazlum” addediliyor.
Doğru da, ama eğer gaflete düşer ve kan davası ve namus cinayetlerinin esas itibariyle aynı Kürtlerde yoğunlaştığını dobra dobra söylerseniz, “ırkçı” damgası yiyeceğiniz resmidir!
İşte, CHP’li eski adalet bakanı da şimdi Alevi kimliğini öne çıkartarak aynı ikircikli manevraya ve aynı “en iyi savunma hücumdur” taktiğine başvuruyor.
Diğer bir örnekle, nasıl ki İsrail Yahudi soykırımını yukarıdaki “siyaseten doğru” arenaya itekleyerek Siyonist politikayı eleştirenlere anında “anti-semit” yaftasını yapıştırıyor, Seyfi Oktay da Ehl-i Beyt inancı mensuplarının Sünni çoğunluk tarafından baskıya maruz bırakılmış olmasını bir karşı silaha dönüştürerek, işi mezhebi platforma kaydırmaya çalıyor.
EĞRİ oturalım, doğru konuşalım ve o “siyaseten doğru” ikiyüzlülüğü çöpe atalım.
Şimdi soruyorum: Her ne hikmetse ve sanki Alevilerin özel bir “hukuk istidadı”(!) varmış gibi, bilhassa Yüksek Yargı’daki aynı mezhep kökenli hâkim ve savcı yoğunluğu göz çıkartırken; artı, onların ceberut statükoyu idame ettirmek amacıyla vermiş olduğu pek çok karar da kamuoyu vicdanını sızım sızım sızlatırken, siz hiç okka altına gitmiş olanlar birisinin “çünkü ben Sünniyim, onun için yüklendiler” diye sızlandığını duydunuz mu?
Hatta dediğim gibi, aynı adli bünyedeki aynı yapılanma asla bir sır değilken, Oktay’ın tayin talimatlarıyla Alevi aidiyet arasında ilişki kurmaya cesaret edene rastladınız mı?
Yukarıdaki “mahcubiyet psikozu” bizi korkutuyor ve utandırıyor ya, tabii ki hayır!
Bırakın bunları, başlarına kurdele sarıp “solculuk”(!) adına “ölüm orucu”na yatanların aslında düpedüz “Kerbela kültürü”nün uzantısı olduğunu, çünkü Marksizmde “intihar mücadelesi”(!) diye bir şey bulunmadığını açık açık söyleyenini gördünüz mü?
O solculuğun ne olup olmadığını bilen ve metafizik bir köylü inancıyla materyalist bir şehirli ideolojisi arasındaki farkın bilincinde olan birkaç istisna hariç, tabii ki yine hayır!
Aksi takdirde “çantada keklik” Alevilerden “müşteri kaybedileceğinin” resmidir.
ZATEN de temel mesele buradan, yani Alevilerin, Seyfi Oktay’ın kendisini bütün bir inanç camiasıyla özdeşleştirmesine imkân sağlayan ve onların statüko tarafından hep böyle bir “çantada keklik” olarak addedilmesine yol açan bir yekparelik sunmasından kaynaklanıyor.
Semavi iman tek bir dünyevi ideolojiye dönüşüyor ve “biat bloğu” olarak şekilleniyor.
Ne laik, ne de demokrat olan bu arkaik tablo giderek “mağdur”u “mağrur” kılıyor.
Ve Yunus Emre “Nice gaflet ile mağrur olursun / Kervan geçer, yolda kalırsın / Billahi sonra çok pişman olursun / Uyan ey gözlerim, gafletten uyan ” diye sesleniyor.
Paylaş