Şu ordu şu rejim

"ŞU prens, şu din"! Yani, hükümdar hangi imándansa, tebásı da ondan olacak.

Yukarıdaki formül, Katoliklerle Protestanlar arasındaki uzun ve kanlı arbedeler ertesi imzalanan 1648 Vestfalya Antlaşması’nın özetine tekabül eder.

Tabii, bırakın demokrasi ve sekülarizmi falan, "vicdani seçim"den bile söz edilemez.

Eh, fáni dünyada pazısı güçlü ve kılıcı keskin olan, ulvi ahiret tercihini de dayatacak.

*Ê*Ê*

BUNDAN tam üç asır sonra, sırf tarih bilincine değil, eski rahip çömezliğinden dolayı ciddi bir teoloji bilgisine de sahip olan Jozef Stalin, yukarıdaki zorbalığı "laikleştirdi"!

Yugoslav partizanların önderi Josip Broz, nam-ı diğer Tito 1944 Eylül’ünde Moskova’ya geldiğinde, 2. Savaş sonrasına ilişkin olarak Hırvat lidere şu kesin "kehánet"te bulundu:

"Bir ülkeyi hangi ordu işgal ederse, orada onun rejimi yerleşecek". Nokta !

Breh, breh, breh, "halk iradesi" edebiyatını ağzından düşürmeyen "ateist proletarya anavatanı" böylelikle, tá 17. Yüzyıl ortasının o "monarşik iman"ına bile rahmet okutuverdi.

*Ê*Ê*

HARFİ
harfine de öyle oldu. Kızıl Ordu nerede durduysa, Yaşlı Kıta orada bölündü.

Zaten aynı Stalin aynı Moskova’da, kağıt parçalarına "yüzdeli nüfuz alanları" yazıp, İngiliz Başbakanı Winston Churchill’e "paylaşım"ı daha 1944 Ekim’inde empoze etmişti.

Uzak görülü o Büyük Churchill stratejik gelişmeyi çok önceden kavramış ve 1942’den itibaren, "aman Ruslardan hızlı ilerleyelim; aman Balkan cephesi açıp Kızıl Ordu’ dan evvel yetişelim. Yoksa gitti gider, dahi gider" diye Amerikalı müttefikleri ha bre iteklemişti ama, nahif ve saftirik Yeni Dünya yöneticilerini buna bir türlü ikna edememişti.

Dolayısıyla, yaygın kanının aksine, ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in de katıldığı Şubat 1945 Yalta Konferansı aslında yukarıdaki "fiili durumun" teyidini oluşturur.

Kırım sayfiye şehrindeki "tarihi Üçlü Zirve"ye gelene kadar, iş zaten çoktan bitmişti.

"Şu ordu, şu rejim" sistemi pratik açıdan "yeni Avrupa gerçeği"ne dönüşmüştü ki, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılacağı güne dek hayatımıza ve alnımıza damgasını vurdu.

*Ê*Ê*

PEKİ, Savaş’ın hasımları arasında yer almayan Türkiye bu tablonun neresindedir?

Dün belirttiğim gibi, malûm, Moskova’nın Kátil Gürcü’sü Berlin’in Cáni Bavyeralı’sıyla gerdeğe girip 1939 Stalin - Hitler Paktı’nı oluşturduktan sonra, Nazilerle paylaştığı Polonya, Finlandiya ve Baltık ganimetlerine ek olarak bizim boğazlarımızı da istemişti.

1941 Mayıs’ında ittifaklar alabora olunca, acaba obur "iştah"ını dizginledi mi?

Ani Alman saldırısından sonra ister istemez ABD ve İngiltere’yle müttefik konumuna geçen Rusya, onların yüzü suyu hürmetine, Türkiye üzerindeki açgözlülüğüne verdi mi?

*Ê*Ê*

YOKSA, en başta Attila İlhan, çağdaş tarihi bilmeyen veya tahrif eden "ulusalcı" zevatın "Atatürk - Lenin dostluğu" hezeyanıyla öne sürdüğü iddia doğru muydu?

Yani, Ankara’nın en az o hayati 1939 dönemecinden beri "Sovyet umacısı"yla hop oturup, hop kalkması ve bütün Savaş boyunca dış politika eksenini tamamen bu kabusun bertaraf edilmesi üzerine oturtması, devlet adamlığında ve diplomat kıvraklığında çok büyük bir İsmet İnönü’nün "ilkel anti komünist" (!) saplantısından mı kaynaklandı?

Dolayısıyla, Bush West Point Askeri Akademisi’nde yaptığı konuşmada "Türkiye ve Yunanistan’ı komünizmden ABD kurtardı" dediğinde yalan mı söyledi? Abarttı mı?

Hayır, hayır, hayır!

Eğer içeride "Milli Şef"in diplomatik mahareti; dışarıda da o ABD’nin stratejik varlığı olmasaydı, Stalin’in "şu ordu, şu rejim" sistemi bizi hazmediverecekti ki, Ocak 1943 Adana’sındaki çok gizli İnönü - Churcill Konferansı’ndan itibaren, nedenlerini yarına bırakıyorum.
Yazarın Tüm Yazıları