DENİLEBİLİR ki, Türkiye’nin 2. Dünya Savaşı sırasındaki politikası oportünisttir.
Háttá, daha dobra dobra söylemek gerekirse, iyiden iyiye "kaypaktır" (!).
Doğru ve bunu inkára kalkışmak, gerçeğe gözlerini kapamak olur.
* * *
DOĞRU, çünkü sen ki hem Balkan ülkeleriyle, hem de İngiltere ve Fransa’yla pakt yükümlülüğü altına girmişsin. Üstelik, bu sayede Hatay’ı topraklarına katmışsın.
Ama Nazi saldırısı karşısında onlar "yetiş" dediğinde, havaya bakıp ıslık çalıyorsun.
Hitler ilerlediğinde ise onunla da antlaşma imzalıyor ve vagon vagon krom satıyorsun.
Anadolu Ajansı Yahudilerini kovmaktan Turancıları kayırmaya da, Berlin’in suyuna gidiyorsun. Devrán değişince de, ikincileri bu kez Sansaryan Hanıtabutluğuna tıkıyorsun.
Aynı Almanya’ya perişan düştükten sonra ise ona göstermelik savaş ilán ediyorsun.
Açıkçası, bunun tazıya tuz, tavşana kaç cinsi bir "kaypaklık" içerdiği göz çıkartıyor.
* * *
KABUL de, dış politikaların; hele hele savaş dönemi politikalarının "namus" (!) üzerine inşa edildiği nerede görülmüş ki? "Ahlákiyat"ı kim bulmuş da tasası bize düşmüş?
Üstelik, öteki tarafsız ülkelerle kıyaslandığında, Türkiye, demokrasilerde İsviçre ve İsveç’in; otoritarizmlerde ise İspanya ve Portekiz’in yanında zemzem suyuyla yıkanmış kalır.
Böylesine hayati durumlarda devletler en önce temel stratejiyi çizerler.
Ardından da, taktik ve diplomatik manevralar üreterek hep aynı hedefi kollarlar.
İşte, Ankara’nın baştan itibaren saptamış olduğu o strateji birinci olarak, ne yapıp yapıp savaş dışı kalmak; ikinci olarak ise "Rus ayısı"sını dizginlemek üzerine oturtulmuştu.
Büyük Kemal’e meşrû mirasçı İsmet İnönü’nün diğer büyüklüğü de zaten buradadır.
İnönü, "ulusalcı" yaftalı "neo-İttihatçı" bezirgánların şimdilerde yine baş tácı ettiği o cahil Enver ve Talát komitacısı değildi ki, onların 1914 cürmünü 1939’da da tekrarlasın.
Sırf bu becerisi dahi, aslında konjonktür içinde değerlendirmek gereken "Milli Şef"in "günáhlar"ını (!) affettirmeye ve onu modern tarihimizin "İkinci Adam"ı kılmaya yeter.
* * *
ÖTE yandan, bugün mesafeli bir açıdan baktığımızda, yukarıdaki zahiri "kaypaklık" ve "yalpalamaya" rağmen aslında çok istikrarlı bir çizgi izlemiş olan Türk politikasının, 2. Savaş’ın en başından en son sonuna kadar "demokrasi cephesi"yle özdeşleştiğini görüyoruz.
Bu, yine Mustafa Kemal’in Cumhuriyet’le yaptığı "kesin tercih"in uzantısıdır.
Savaş’ın "dış dinamikler"i ise o tercihin artık siyasi kültüre dönüşmesini sağladı.
Buradaki "hızlandırıcı" unsuru ise, iki gündür değindiğim gibi, Stalin’in daha 1939 Alman-Rus Paktı’ndan itibaren ulus egemenliğimize "sulanması" oluşturdu.
* * *
DÜŞÜNÜN ki, Ankara derin bir öngörüyle zaten ilk an, iki stratejik hedeften birisinin Rusya’dan korunmak olduğunu saptamıştı ama, işte "ayı"nın ağzı giderek daha çok sulanıyor.
Burada,bir varoluş refleksi olarak, "kızıl iştah"a karşı hem savaş boyu tedbir aramak; hem de onun bitiminde "Batı kampı"ndayer almak en doğal sonuçtur. Tersi, intihar olurdu.
Nitekim hatırlayalım ki, Türkiye daha 1943 Ocak’ında, Nazi istihbaratı koku alamadan Adana’da çok gizli gerçekleştirilen Churchill - İnönü buluşmasında, İngiliz lidere ısrarla, artık Stalingrad’ı savmış bir SSCB’nin "aşağı kayması"danduyduğu endişeyi tekrarlamıştı.
Artı, sırf harp dengesini değil İttifak içi çelişkiyi de sezip, kendisine gönderilmiş ABD ve İngiliz uçakları arasında kasten ilkini seçen "Milli Şef", aynı yılın sonunda Churchill’e ek olarak Başkan Roosevelt’in de katılımıyla toplanan ve Türk- Amerikan yakınlaşmasında bir viraj oluşturan üçlü Kahire Konferansı’nda, döne dolaşa, yine yukarıdaki kaygıyı dile getirdi.
Kaygıların neden haklı ve politikanın neden doğru olduğunu cumartesiye bırakıyorum.