EĞER AB sürecinin en başından beri "dış dinamikler, dış dinamikler" diye yırtınıyorsam, bunu ne babamın hayrına, ne de dejenere bir "Batı budalalığı"ndan yapıyorum.
Çünkü o "dış dinamikler",evrensel modernleşme tarihinin diğer pek çok ülkesinde olduğu gibi, yakın dönem Osmanlı - Türk çağdaşlaşmasında da daima belirleyicilik arzetti.
Nitekim, Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet konuma girmiyor, fakat Türkiye’nin 1946’dan itibaren çoğulcu rejime yönelmesi dahi uluslararası konjonktürden kaynaklandı.
Nedenlerini ve gelişmeleri, kronolojik sıraya göre teker teker sıralayalım:
* * *
BİR; işte hep biliyoruz, 2.Dünya Savaş’ından muzaffer çıkan taraf bir yandan ABD eksenli "demokrasi cephesi",diğer yandan da SSCB mihraklı yeni "komünist álem"dir.
Henüz çelişkiler su yüzüne çıkmamıştır ama sükûnet geçici, fırtına ise mukadderdir.
İki; daha 1939 Alman - RusPaktı’yla egemenliğimize "sulanmaya" başlayan Stalin, Yalta Konferansı’nın 10 Şubat 1945 oturumunda Churchill ve Roosevelt’e; 15 Mart’ta tek taraflı olarak feshettiği Türk - Sovyet Anlaşması’ndan sonra da, Dışişleri Bakanı Molotov’unMoskova Büyükelçimiz Selim Sarper’e verdiği 7 Haziran notasıyla, baklayı ağzından çıkartı.
Hazret, boğazlardan üs ve denetim hakkı; doğuda ise Kars ve Ardahan’ı istiyor.
Artı, sınıra ordu yığarak ve Türkiye’ye karşı kampanya yürüterek, açıkça sopa sallıyor.
* * *
OYSA, eyvah ki üç; İnönü - Menemencioğlu - Saraçoğlu satranç üstádlarının savaş boyu tavşana kaç, tazıya tut stratejisiyle oynadığı o mükemmel "aktif tarafsızlık" siyaseti, harbin bitiş süreciyle birlikte, ister istemez, artık ne Musa’ya, ne İsa’ya yaranır oldu.
Ankara, şimdi "demokrasi cephesi" açısından da eni konu tecrit durumdadır.
En azından, o çok kritik 1944 - 1947 yılları döneminde "ikincil" konuma düşmüştür.
Ama bereket dört; Rusya’nın "kızıl iştahı" sırf Türkiye’yi yutmak için değil, başta komşu Yunanistan olmak üzere her yerde tam bir oburluğa dönüştü ki, yetenekli ve öngörülü ABD Başkanı Harry Truman kendi adını taşıyacak olan doktrini 1947 Mart’ında açıkladı.
"Yatıştırma"yı bırakıp SSCB’ye karşı "sakin dizginleme" siyasetini benimsedi ve 22 Mayıs’taki Kongre kararıyla da Ankara’nın imdádına Hızır Aleyhisselám gibi yetişti.
İşte, ülkemizi çoğulcu rejime adım attıran "dış dinamik" de tüm bu süreç bütünüdür.
* * *
ÖYLEDİR, zira Milli Şef eğer Bahar 1945 San Francisco Konferansı’na katılabilmek ve Rusya’yı frenlemek için "demokrasi cephesi"ne yakınlaşmak ihtiyacını bir dış politika zorunluluğu olarak hissetmeseydi, çok büyük ihtimalle, iç politika da farklı seyir izleyecekti.
Yani, eski hamam, eski tas, CHP içindeki muhalif milletvekiller tam aynı tarihte, siyasi hayatımızda bir viraj oluşturan "Dörtlü Tahrir isyanı"na cesaret edemeyeceklerdi.
Oluşturacakları DP de "yeter, söz milletin" şiarıyla 1946 seçimlerine katılamayacaktı.
"Harici" olaylarla kesin bir kronolojik uyum arz eden daha sonraki "dahili" tabloyutekrarlamıyorum ama, burada "şerde hayır vardır" diyerek şöyle bir sonuç da çıkartabiliriz.
* * *
RUSYA’nın stratejik bir Türkiye’ye duyduğu "kızıl iştah" ve bundan korunmak için alınan tedbirler, aynı zamanda o Türkiye’nin demokrasiye geçişinde ana faktörü oluşturdular.
Uluslararası konjonktür "ulus içi" yeni bir yapılanma yarattı. En azından, rota çizdi.
Nitekim, Milli Şef otoritarizmiyle kısmen benzeşen ve savaş sırasında yine bizim gibi tazıya tut, tavşana kaç tarafsızlığı sürdürmüş bir İspanya ve Portekiz aynı tehdidi; dolayısıyla da aynı "dış dinamik"i yaşamadıkları içindir ki, o demokrasiyi bir otuz yıl daha beklediler.
Ve işte tüm bunlardan ötürüdür ki, "itici güçler"i ve "çekim merkezler"i farklı olsa dahi, dün olduğu gibi bugün de söz konusu "dış dinamikler" kaderimizi belirliyor ve belirleyecek.