Kim tahmin ederdi ki, "Duvar"ın yıkılması ertesinde, "sebeb-i hikmeti" kalmayan ve dolayısıyla ruhuna alelacele mevlit okunan şu yarım küsur asırlık Atlantik Paktı, önce misyon yenileyecek; sonra da eski coğrafi sahayla ilgisi olmayan alanlarda kolluk görevi üstlenecek?
Çünkü, Afganistan’ın ardından o yeni "misyon" bugün de Lübnan’a doğru kayıyor.
* * *
ŞU an, söz konusu ülkeye ilişkin olarak çok önemli bir denklemin önündeyiz.
Muhtemel gelişmeler de Türkiye’yi çok, çok yakından ilgilendiriyor ve ilgilendirecek.
Zira, Lübnan’a onu işgal etmek için değil dengeleri iyice kendi lehine çevirmek için saldıran ve beklenmedik bir direnişle karşılaşan İsrail, Pazar akşamı baklayı ağzından çıkarttı.
Savunma Bakanı Amir Peretz, "tercihen" NATO bayrağı altında olması kaydıyla, uluslararası bir barış kuvvetinin sınır boyuna yerleşmesi projesine "yeşil ışık" yaktı.
Hemen ardından da, Birleşik Amerika’nın BM Daimi Temsilcisi John Bolton, New York örgütü tarafından "görevlendirilecek" bir Atlantik Paktı gücüne sıcak baktığını belirtti.
Artı, dün ben tam bu satırları yazarken, ajans bültenlerinden yukarıdaki "sinyal"leri doğrulayan ve Beyrut, Gazze, Kudüs turundaki ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’nin önceki akşam Lübnanlı yetkililere, 60, 90 günlük bir geçici süre için, İsrail sınırına Kuzey Atlantik Paktı birliklerinin yerleştirilmesini önerdiğini duyuran haber düştü.
Zaten, Ankara diplomasisi lideri Abdullah Gül’ün de katılımıyla, bugün Roma’da gerçekleşecek olan Ortadoğu Konferansı’nda sorun mutlaka masa başına gelecek.
Dolayısıyla, en geç yarından itibaren konu Türkiye’nin de gündemine oturmuş olacak ki, "nabız yoklamaları ve temaslar" ışığında, durum şimdilik şöyle şekilleniyor:
* * *
ASLINA bakarsanız, "acil kolluk kuvveti" projesinin arkasında kendisini ezelden beri Lübnan’ın "hámi"si addeden Fransa var ki, esas olarak Türkiye’ye güvenmek istiyor. Yani, İsrail’i "incitmemeye" çalışarak "pro-Arap" politikalara yakın duran Paris, hemen hemen kendisiyle aynı özelliklere sahip ve üstelik Müslüman kimlikli bir "bölge gücü" olan Ankara’dan "daha mükemmel partöner bulunamayacağı"nı düşünüyor.
Washington ve Tel Aviv’in ise "prensip olarak" ne "kolluk kuvveti"ne, ne yoğun TSK mevcudiyetine itirazları var ama, her iki başkent de birliklerin BM değil, NATO komutası altında "jandarmalık" görevi üstlenmesinden yana tutum takınıyorlar.
Oysa, zaten Kuzey Atlantik Paktı’na "alerji" duyan Fransa, Brüksel merkezli askeri kurumun bir de Arap kitleler nezdinde tümüyle ABD’yle özdeşleştiğini vurgulayarak, muhtemel "barış gücü"nün New York örgütü şapkası altında bulunmasını savunuyor.
Dolayısıyla, bugün Roma’da ortaya çıkabilecek yeni formül ve alternatifleri bir kenara bırakırsak, yarı sorulu yarı cevaplı tablo aşağıdaki gibi şekilleniyor:
* * *
EN önce, Lübnan’a asker göndermek için irademiz var mıdır ve olacak mıdır?
Bunun hem bölge barışına, hem de ülkemizin etkinliğine hizmet edeceği kesindir.
Somali’den Bosna’ya ve Afganistan’dan Kongo’ya, yedi Kıta’da bayrak gösteren bir TSK, küresel Türkiye’yi temsil eder ve ediyor ki, zaten "emperyal açı" da işte biraz budur.
Ancak, geçmiş tecrübeler ve Lübnan kaypaklığı hesaba katılırsa, ihtiyat da elzemdir.Söz konusu "ihtiyat" kapsamına ise, başta "BM şapkası mı, NATO şapkası mı" denklemi olmak üzere, İran ve Suriye dahil tarafların tutumu; ABD’nin "mükáfat" jesti; askerlerin kalış süresi gibi bir dizi faktör girmektedir ki, yanıtlarını bugün henüz bilmiyoruz.
Muhtemelen, yarın sabahtan itibaren biraz daha fazlasını bileceğiz ve "ordu Lübnan’a mı" sorusunu yeni cevaplar çerçevesinde tartışacağız.