ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice Hanım "yeni bir Ortadoğu için zaman geldi ve biz kazanacağız" buyurdu ya, ben de bu kerámet hakkında yazmayı düşünüyordum.
Özet olarak da, "Miss, yanlış ata oynuyorsunuz ve kazanamayacaksınız. Ha, ama eğer ’kazanmak’tan Irak ’zaferi’ni anlıyorsanız, o takdirde láfımı geri aldım" diyecektim.
Tabii bunu açıklamak için de, bölgedeki temel sorun Filistin’den, Washington’daki "yeni-muhafazakár Jakobenizm"in iflásına, bir dizi unsur sıralayacaktım. Fakat vazgeçtim.
Çünkü, içeriğe tam katılmasam bile, Ali Bulaç’ın dün kaleme aldığı ve "Ortadoğu" kavramını sosyo-etimolojik çerçevede irdelediği makale bana çok daha cazip geldi.
"Zaman" Gazetesi yazarının iznine sığınarak konuyu ben de biraz deşeceğim.
* * *
GİRİŞTE,"her isimlendirme bir tanımlama, her tanımlama ise bir müdahaledir" gibi çok mükemmel saptama yapan Bulaç daha sonra, "Ortadoğu" teriminin ilk kez 1902 yılında ve İngiliz Amiral Sir Alfred Thayer Mahan tarafından kullanıldığını kaydediyordu.
Öyledir ve Anglo-Sakson deyim, zirvedeki Britanya emperyalizmiyle lügáte girmiştir.
Çünkü, Fransa başta bütün Latin Avrupa kısa bir süre öncesine kadar, Mağrip Afrika’sından başlayıp İran’a uzanan "geniş Akdeniz" çevresini "Yakındoğu" diye adlandırıyordu.
Bu "yakın" zaten aynı dili kullanan ABD’nin hükümranlığıyla "orta"ya dönüştü.
Eh, içdenizin batı sahillerinden bakarsanız Mısır kıyısı "yakın"; ama Manş, hele hele Atlantik limanlarından bakarsanız, o "doğu" çok daha uzakta, dolayısıyla "orta"da gözükür.
Yani, mekán mesafeleri göreceli; bu yüzden, onların isimlendirilmelerini de izafi kılar.
* * *
FAKAT, ister "yakın"ı, ister "orta"sı olsun, her iki tanım da aslında çok, çok yenidir.
Modern zamanlar ertesinde yerleşiklik kazanan jeopolitik kavramlar içinde yer alırlar.
Zira, Ortaçağ’dan itibaren "Batı" o "Doğu"yu daima, güneşin doğduğu yer anlamına gelen "levant" kelimesiyle olmuştur. Fransızca haliyle yerleşmiştir ama aslında Latince’dir.
Muhtemelen de, doğumları kutsayan Roma tanrıçası Levena’nın isminden türemiştir.
Uzak Haçlı seferlerinden 20. asrın "Napoli Lövan Tarifeli Vapur Kumpanyası" tabelásına kadar da, "O"nun "BEN"i gördüğü yer hep budoğumun "levant"ı olmuştur.
Ve hiç şüphesiz, tıpkı "ışık doğudan yükselir" anlamındaki "ex oriente lux" deyimi gibi, buradaki "doğuş" bir olumlulukla, bir arayışla, hattá bir hayranlıkla bütünleşir.
O halde demek ki, tanımlar sırf mekánlarda değil, zamanlarda da görecelilik taşıyor.
* * *
ÇÜNKÜ, gel zaman, git zaman, kendisinin artık "ileri"; buna karşılık "öteki"nin "geri" olduğunu keşfeden "Batı" yukarıdaki "olumlama"yı "olumsuzlama"ya dönüştürdü.
Latin Katolik, Ortodoks, hátta Protestan İseviler dahil, söz konusu "Doğu"da ikámet edenleri genel bir "levanten" kelimesiyle sıfatlandırırken, bu sözcüğe mecázi anlam kattı.
Bizim sırf "Avrupaileşmiş" olanlarını kastederek "tatlı su Frengi" diyeceğimiz o "levantenler" bizzat Avrupa’daki "gerçek Frenkler" nezdinde tümüyle grado yitirdi.
Zaten bunu, ancak "Doğu’ya yetecek kapasitede" (!) olduğu varsayılan öğrencilerin diplomalarına vurulan "Şark’ta muteber" damgasıyla tamamlarsak, değişim göz çıkartır.
* * *
ANCAK, ne "yakın"ı veya "orta"sıyla "Doğu"; ne de, onu "olumlayan" yahut "karalayan" (!) "Batı", zamanda ve mekánda göreceli olan bu tanımlamalara indirgenemez.
Hele hele, Edvard Said türü kompleksli "Doğu münevverleri"nin "suç ve cürüm"ü (!) "Batı"ya yıkmaya kalkıştığı "Şarkiyatçılık" uydurmasyonlarına hiç indirgenemezler.
O "Doğu"nun o "Batı"yı isimlendirmek göreceliğini ise bir başka yazıya bırakıyorum.