Hadi Uluengin

Taksici gözüyle

27 Mayıs 2007
Eski bir profesyonel olarak alıcı gözüyle baktım ve "beğenmedum evladum" ki, eğer ez káza New York’ta şoförlüğe yeniden başlayacak olsaydım, böylesine sákil bir taksinin direksiyonuna oturmak istemezdim. Taksi deyince akan sular durur. Kimse de elime su dökemez. Evet evet, sanmıyorum ki şu Türk basınında bu konuya ilişkin benden daha çok ve daha kıvrak kalem oynatmak hak ve seláhiyetine sahip tek bir gazeteci bulunsun.

O halde, "döktürebilirim" (!).

Öyle tabii, çünkü şaka değil, velev ki ecnebi memlekette ve otuz küsur yıl önce olmuş olsun, ekmeği aslanın ağzından kaptığım o çıraklık döneminde ve aşağı yukarı üç sene boyunca, profesyonel kimlikle direksiyon tutmuşluğum var.

Dolayısıyla da, işin ıcığını ve cıcığını hakkıyla bilirim.

Zaten, yukarıdaki zenaatimi dobra dobra ve de iftiharla açıkladığım için, bunu bana "silah" olarak kullanmaya kalkışanlar bile çıkmıştı.

Örneğin, burnundan kıl aldırmayan Hilmi Yavuz, benim gibi biçáre bir şoför bozuntusu haddini bilmeyip manyak ve totaliter filozof Louis Althusser’e láf dokundurmak cüretkárlığına yeltenince, "Efendi efendi, felsefe kim, sen kim? Boyundan büyük işlere kalkışma ve de taksimetreni ayarla" türünden sözlerle kulunuzu bir güzel haşlamıştı.

Eh n’apalım, boynum kıldan ince, o halde yine eski mesleğime ilişkin bir konuya değineceğim.

KÖŞELİ DİZAYNA KARŞIYIM

O da şu ki, "Karsan" firması tarafından ABD için üretilecek olan ve geçen hafta tanıtımı yapılan taksileri beğenmedim. Zerre kadar beğenmedim.

Háttá öyle ki, geçmişte Groucho Marx’ın o harikuláde filmlerini Türkçe’ye bir o kadar harikuláde Ermeni şivesiyle ve "Arşak Palabıyıkyan" adı altında adapte eden Ferdi Tayfur olsaydım, aynı şiveyi kullanarak otomobilin tasarımcısına "beğenmedum evladum" derdim.

Ancak bunu söylerken, ilkin bir parantez açmam gerekiyor.

Sanılmasın ki, "Karsan"ın Yeni Dünya’ya ihraç edeceği taksileri beğenmemem, görgüsüz ve şımarık bir züppelikle onlara "yerli malı" diye burun kıvırmamdan kaynaklanıyor.

Asla ve haşa! Tam tersine!

Evet tabii ki milliyetçi değilim ama sonsuz bir yurtseverim ve dolayısıyla da, fi tarihinde "montaj sanayii" diye küçümsenen Türk otomotiv sektörünün nereden nerelere geldiğini ve Türkiye’nin bugün Avrupa’nın en belli başlı binek ve yük vasıtası ihracatçıları arasına girdiğini gördükçe, koltuklarım kabarıyor.

Hele hele, ABD gibi bir "baba" devletin dahi taksi ihtiyacını karşılayacak seviyeye ulaşmış olmak beni daha da çok böbürlendiriyor.

Üstelik dediğim gibi, gazetede fotoğraflarında gördüğüm kadarıyla, ben söz konusu taşıtların tasarımına, yani harici manzarasına itiraz ediyorum.

Zaten de adamakıllı bilmiyorum ama, motor hacmine, müşteri kapasitesine, bagaj genişliğine, özürlü girişine, manevra kábiliyetine falan öyle ukalaca bir eleştiri getirmiyorum.

Yakındığım noktayı, Londra taksilerinden kopya edildiği göz çıkartan fakat "İngiliz asaleti"nin eline su dökemeyecek ölçüde sakálet arzeden o köşeli, o açılı, o kareli dizayn oluşturuyor.

ÇİRKİN ÇİRKİNDİR

Oysa şunu da tahmin ediyorum ki, eh iç pazarda tekel ve dış zevksizlikte şampiyon bir TCDD’nin Eskişehir fabrikasında ürettiği o gudubet lokomotifler ve o kaknem vagonlar değil ya, yukarıdaki dizayn büyük ihtimalle sırf Türk mühendisler tarafından çizilmemiştir.

Sanırım, potansiyel müşteri durumundaki devletlerin tasarımcılarıyla birlikte ortak bir proje masası oluşturulmuş ve hatlar da uzun çalışmalardan sonra belirlenmiştir.

Ve yine tahmin ediyorum ki, o köşelilik, o açılılık, o karelilik, preslerin kolay çalışması ve parçaların çabuk değiştirilmesi için, pratik bir kaygıyla öyle saptanmıştır.

Eh n’apim yani, bütün bu pratik kaygılar zerre kadar umurumda değil!

Çirkin çirkindir ve dolayısıyla da, beğenmedim.

Eski bir profesyonel olarak alıcı gözüyle baktım ve "beğenmedum evladum" ki, eğer ez káza New York’ta şoförlüğe yeniden başlayacak olsaydım, böylesine sákil bir taksinin direksiyonuna oturmak istemezdim.

Zaten, oturduktan sonra yine "haddini bilmezlik" edip bu defa da Hegel veya Lukacs’tan dem vurarak estetik hakkında iki çift laf söylemeye yeltenseydim, Hilmi Yavuz da derhal "sen sus, o gudubet taksi ne, estetik kıstas ne" diye yine kalayı basardı ki, tabii yerden göğe kadar haklı olurdu.

Şoför efendi, işte aldın mı ağzının payını!
Yazının Devamını Oku

Cinnetin komplosu

26 Mayıs 2007
İNANILMAYACAK şey, Ankara’daki melûn katliamdan sonra komplo teorileri yine gırla gidiyor. Yine öküz altında buzağı ve yine bomba fünyesinde kumpas keşfediliyor. Sağcı, solcu; laikçi, İslamcı; ulusalcı ve háttá "liberalci" kalemler, kendi meşreplerine göre, meczûp bir fanatik tarafından gerçekleştirilen saldırıyı şuna veya buna bağlıyorlar .

Kimine sorarsanız, saldırı Batı, yani aslında ABD güdümlüdür.

Seçim öncesi kaos yaratmak ve uzun vadede de ülkemizi bölmek amacına yöneliktir.

Nitekim, cingöz hafiyeler eylemde Portekiz imalátı patlayıcı kullanılmış; teröristin Hollanda’da ikámet etmiş ve Kuzey Irak’ta eğitim görmüş olmasını "delil" diye sunuyorlar.

* * *

FAKAT ötekilerine sorarsanız, evet, tabii ki seçim arifesi kargaşa çıkartmak gibi bir hedef vardır ama, bunun arkasındaki ipleri aslında "derin devlet" çekmektedir.

Meğersem, provokasyon bir yandan ordunun Kuzey Irak’a girmesine zemin yaratmak; diğer yandan şovenizmi körükleyerek bağımsız Kürt adayların önünü kesmek; öte yandan da, Ankara’yı dış dünyadan tecrit ederek AKP’nin ufkunu karartmak amacını güdüyormuş.

Falan filan!

* * *

İLKİN, her defasında temcit pilavı gibi öne sürülen şu silah konusundan başlayayım.

İmdii, bana parayı bastırın ve diş doldurur komisyonumu verin, zırhlı otosundan ağır makinelisine ve plastik patlayıcısından güdümlü uçaksavarına, önünüze cephanelik yığacağım.

Artı, istediğiniz ülkeden ve istediğiniz markadan patenti siz seçeceksiniz.

İnsaf, bazukanın bile işportada satıldığı bir Ortadoğu’da yaşıyoruz ve silah ticareti denilen olgu insanlık tarihinin en eski ve en sınır tanımaz uğraşlarından birisi oluşturuyor.

O halde, Ankara’daki alçağın Portekiz mamulátı dinamit; dağdaki PKK’lının Alman yapımı tüfek; Sinagog baskınındaki teröristin de Çin üretimi mayın kullanmış olması, bunların arkasında Lizbon, Berlin yahut Pekin’in bulunduğu şeklinde yorumlanabilir mi?

Yani şimdi, Seylan’daki Tamil Kaplanları devlet havaalanlarını Çek "L-159" uçağıyla bombaladılar; Kenya’daki "El Kaide" teröristleri İsrail yolcu jetini Rus "SAM-7" füzesiyle düşürmeye kalkıştılar; yahut "ETA" desperadosları İspanyol polisleri İtalyan "Beretta" mitralyözle taradılar diye, Kolombo Prag’ı; Mombassa Moskova’yı ve Madrid de Roma’yı "teröre ve bölücülüğe destek vermekle" mi suçlayacak?

Oraların komplo teorisyenleri de, aslında tüm bunların "her şeye kádir" (!) bir gözünmez el tarafından gayet ince ince planlandığı doğrultusunda láf ebeliği yapacak?

* * *

HAYIR, hayır, hayır!

Saldırıyı hayali bir Batı, afáki bir ABD veya palavra bir "derin devlet" düzenlemedi!

Tıpkı, zıt doğrultudaki Yargıtay, Dink ve misyoner cinayetlerinin de arkasında da herhangi bir "dış" veya "iç" komplo olmadığı gibi, intihar eyleminin de saklı ve gizli yok!

İntihar eylemi yüzde doksan dokuz virgül doksan dokuz ihtimalle PKK; yahut onun taşeron olarak kullandığı ultra marjinal birileri tarafından gerçekleştirildi.

Ve işte, zaten adı üstünde "intihar eylemi", fanatik tedhişçileri ölüme atlamaya razı edecek bir "gizli servis" ve bir "derin mekanizma" daha anasının karnından doğmadı.

Nitekim de, her şey buradaki "fa-na-tizm" kelimesinde odaklanıyor.

Düşünün ki, materyalizm yaladığını öne süren Kürt terör örgütü ve onun taşeronu bile işi bir "imáni intihar"a (!) vardırmaktadır. Buradan itibaren artık rasyonel mantık aranamaz.

Buradan itibaren sonsuz vahim ve sonsuz ortak bir cinnet arázından söz etmek gerekir.

Çarşı katliamının zıddı olanlar da dahil, ruhi ve kolektif bir travma ortaya çıkmaktadır.

İşte, her cinayet ertesi üretilen komplo teorileri de bu cinnetin doğal uzantılarındandır.
Yazının Devamını Oku

Nasıl bir bağımsızlık?

24 Mayıs 2007
"AZILI azınlıklar"ın "Cumhuriyet mitingleri"ne empoze etmeye çalıştığı "Ne AB, ne ABD; Bağımsız Türkiye" şiarından yola çıkarak "bağımsızlık nedir" sorusunu soralım. Çok özetlersek, ulus-devletler çağında bu bağımsızlık, söz konusu devletlerin iç ve dış politikayı "yabancı müdahil" olmadan saptaması ve uygulaması anlamına gelir.

Ve aslına bakarsanız da, sömürge niteliği taşımayan her ülke bu serbestiye sahiptir.

Ama doğru, siyasi ve iktisadi açılardan ne kadar zafiyet arzediyorsanız; yani ne kadar "harice medyûn"sanız, o serbestinin sınırları da aynı ölçüde daralır.

Nitekim, daha düne dek Varşova Paktı başkentleri Moskova’ya; "muz cumhuriyeti" diye tanımlanan bazı Latin Amerika ülkeleri de Washington’a "dizginli" sayılırlardı.

Zaten yukarıdaki tablo da "soğuk savaş" döneminde statükoya tekabül ediyordu.

* * *

FAKAT o statüko nihayete erdi. Kabul, henüz yenisi inşa edilmedi ama, "Duvar"ın ve çöktüğü günden beri de eskisi hüküm sürmüyor. Yerinde yeller esiyor.

Bu açıdan da, daha "Gorbaçov’lu yıllardan" beri dünyanız bir geçiş dönemi yaşıyor.

Müneccimbaşı değiliz ve bu kaos devrinin de nasıl ve ne zaman biteceğini bilmiyoruz.

Háttá, şimdiki "muallak dönem"in bile yeni statüko addedilmesi pekálá mümkündür.

* * *

ÖTE tandan, siyasiye paralel olarak eski iktisadi statüko da bitti. Esamesi okunmuyor.

Ancak, bu ikinci unsur diğerine oranla sonsuz büyük bir farklılık arzediyor.

O da şu ki, söz konusu ekonomik öge kendi yeni statükosunu çabucak inşa etti.

Bilgiç lûgatte "homo economicus" denilen "iktisadi insan" ilişkileri, başta ABD, tüm ulus devletlerin en "bağımsız"larına (!) dahi "küreselleşme"yi söke söke empoze etti.

Çoğu defa da onların karşı iradesine rağmen ve arzusu hiláfına empoze etti.

Eski sözlüğümüzde, geçmiş değerlerimizde ve kollektif hafızamızda yer almadıkları için belki çok yadırgıyoruz ama, "global köy", "evrensel para", "vatansız sermaye" diye tanımlanan olgular bütünü ne bir tatsız şaka, ne de gelip geçiçi bir moda oluşturuyor.

Muazzam ölçüde somut ve muazzam ölçüde nesnel, kalıcı bir gerçeği yansıtıyorlar.

* * *

ÖYLE ki, işte Fransız "Renault" firması Belçikalı işçilerin göz yaşına bakmadan oradaki fabrikasını kapatıyor ve üretimi Bursa’ya kaydırarak Türkiye’de istihdam yaratıyor.

Öyle ki, işte hafızası Amerikan patentli bilgisayarları tekrar ABD’ye satan Çin kazandığı parayla, aynı zamanda o ABD’nin kamu borcunu çok büyük ölçüde finanse ediyor.

Ve nihayet öyle ki, işte benim patronum Rusya’da medya devi satın alıyor.

* * *

İMDİİ, yeni Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy Ankara’nın AB üyeliğine karşıymış!

Washington ve Pekin de Pasifik havzasının denetimi konusunda dalaşıyormuş!

Türk insanı ise Rus baskısına karşı kendisini Çeçen halkına yakın hissediyormuş!

Eee, sonra? Quo vadis?

Bunların hiçbiri küreselleşmenin inşa ettiği ve pekiştirdiği yeni statükoyu yıkamaz.

Yani, yine bilgiç lûgatin "homo politicus" dediği "siyasi insan", yukarıdaki "iktisadi insan"ın an be an yaşadığı somut ve midevi "karşılıklık bağımlılık" gerçeğini değiştiremez.

O somutu ve o mideviyi, kendi soyut ve havai "bağımsızlık" iradesiyle sıfırlayamaz.

Zira, Bursalı işçinin Fransız kapitale bağımlılığı Paris tahvilinin Türk otoya; Şanghaylı montajcının Seattle bilgisayarına bağımlılığı Nasdaq borsasının Çin bankasına; DGM’nin Rus pazarına bağımlılığı da Yaltalı editörün patronuma olan bağımlılığından az veya çok değildir!

Biri olmadan diğeri olamaz. Hepsi birden de, kendi varlıkları için ötekine bağımlıdır.

Eh, "Ne AB, ne ABD; Bağımsız Türkiye" hamasetindeki yorumu size bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku

Neo-con ulusalcılık

23 Mayıs 2007
VİRGÜLÜNE dahi dokunmuyorum, Amerikan "Yeni Muhafazakárlar"ının o pek meşhur akıldánesi ve Bush’un kovboy tabancası Daniel Pipes, 15 Mayıs günü "Türkiye İçin Hayati An" başlığıyla "New York Sun" gazetesinde yayınladığı makaleyi şöyle bitiriyordu: "Washington AKP’yi desteklemekten vazgeçmeli ve daha ziyade, doğal müttefiki olan seküler güçlere dönmelidir".

Artı, asker muhtırasından sonra demokrasiyi savundu diye de Dışişleri Bakanı Rice’ı "AKP’nin Türk - Amerikan ilişkilerine verdiği zararı bilmemekle" suçluyordu.

* * *

HATIRLATAYIM ki, Siyonist lobiye mensup olması bir yana, bu ünlü Mister Pipes "BOP" diye vaftiz edilen ve daha beşikte ölen hayali projenin de en temel mimarlarındandır.

Fakat belki en önemlisi, "Ilımlı İslam" denilen diğer projenin de esas teorisyenidir.

"Fanatik Müslümanlığın ilácı mutedil Müslümanlıktır" formülünün mucidir.

Rice bunların ikisini birden tû kaka ettiği için de, kuyruk acısıyla ona yüklenmektedir.

Her neyse ama şu kesin ki, "neo-con" ideolog Daniel Pipes kendi açısından haklıdır.

* * *

EVET evet, sırf demokratik rejimi sahiplendi diye Dışişleri Bakanı’na attığı "AKP’yi destekliyor" çamurunu es geçelim ama, ABD bu defa gerçekten darbeye icázet vermedi.

Ve, görünür gelecekte de vermeyeceği içindir ki, hazret kendi açısından gayet haklıdır.

Tıpkı, darbe yardakçısı "azılı azınlıklar"ın son mitinglerde "Ne AB, ne ABD" diye hançere yırtarken, aslında kendi açılarından yine son derece haklı olmaları gibi!

Veya, "Radikal" gazetesinde kışla emri tebliğ eden ve soyadıyla müsemma olan yazarın "ABD TSK’yı anlayamıyor" diye hayıflanırken, kendi açısından haklı olması gibi!

Çünkü, zıt, háttá düşman kutupta gözükseler dahi aslında aynı gemide olan ora "neo-con"larıyla bura "ulusalcılar"ı tabii ki "ortak kader" paylaşmaktadır.

Zira biri dünya genelinde, diğeri ise Türkiye yerelinde toplum mühendisi kesilmiştir.

Dolayısıyla, oradakiler "liberal jakoben", bizdekiler "klasik jakoben" sayılsa bile, ikisi de şablon biçtiği içindir ki, makas addettikleri darbelerin arkasında buluşmaktadırlar.

* * *

VE, ABD göz kırpmadığı müddetçe Türkiye’de darbe o-l-m-a-z! O-la-maz!

Fi kázá buna yeltenecek sergüzeştler çıkarsa da, maceranın barutu anında tükeniverir.

Yukarıdaki nesnel olgu ise jeo - stratejinin ve iktisadi gerçeklerin ötesine taşmaktadır.

Çünkü muhtemel müdahil güçler, en minik silah teferruatından "OYAK"ın "First National Bank Of Boston"la ortaklığına, aynı ABD’yle eklemleşmiş bir yapılanma içindedir.

Hiçbir general de kendi ayağına ateş edecek kadar ufuksuz değildir!

Zaten, 27 Mayıs 1960 sabahı radyoda en önce "NATO’ya ve CENTO’ya bağlıyız" anonsunun yapılması; "Batıcı" 12 Mart 1971 cuntasının "Nasırcı" 9 Mart cuntasını tasfiye etmesi; 12 Eylül 1980’in ABD müttefik kuvvetler komutanı Haig tarafından "Guardian" gazetesi muhabirini "sus" diye haşlayacak ölçüde desteklenmesi ve nihayet, 28 Şubat 1997’ deki "post modern" darbenin "Pentagon temasları" ertesine raslaması da tesadüf değildir!

* * *

OYSA, bin şükür, o devir artık bitti. Devrán değişti. Yakın gelecekte de görülmüyor.

Ve işte, nasıl ki bunu öfkeyle saptayan "Ilımlı İslam" ve "BOP" mimarı "neo-con" ideolog "demokrasiyi es geçelim ve Türkiye’deki doğal müttefiki destekleyelim" diye akıl veriyor, eh o kadar da aptal değiller ya, bizim darbe yardakçıları da aynı durumu saptıyorlar.

Kılıç atmak adetine artık cevaz çıkmıyor diye "ne AB, ne ABD" şamatası yapıyorlar.

Tabii, es kázá Brüksel ve Washington’un "sinyaller"i değişse, süt liman kesilecekler.

Yarın, o sinyallerin değişmeyeceği ve neden değişemeyeceği konusuna değineceğim.
Yazının Devamını Oku

Sloganların arkası

22 Mayıs 2007
AYNI şiarı taşıyan pankartlara ek olarak, "Cumhuriyet mitingi" diye vaftiz edilen gösterilerde "Ne AB, ne de ABD / Bağımsız Türkiye" sloganı da atılıyor. Ancak tabii, sosyolojiye az biraz vakıf olan herkes şunu derhal fark ediyor ki, yukarıdaki talep, son tahlilde bir "hayat kıvamı" endişesinden dolayı meydanlara toplanan geniş kalabalıkların görüşlerini yansıtmamaktadır. Bir nebze bile yansıtmamaktadır.

Bu pankartlar ve sloganlar, "azılı azınlık" denilen ve kitle psikolojisini "ajitasyon - propaganda" yöntemiyle manipüle eden grupçukların "marifetidir".

Dün Apo’ya secde eden ve devir değişince "ulusalcı" kesilen "karanlıkçı Maocular"dan, "ordu göreve" ve "Kürt bakkala gitme" provokatörlüğüyle "müşteri" cezbetmeye çalışan "ulusal solcular"a, toplumda tortu ve siyasette fasulye marjinal gürûhların işidir.

Zaten de, "becerdikleri" (!) şey o kadar da atla deve bir şey değildir.

* * *

EVET değildir, çünkü "cinnet yılları"nda aynı haltı belki bin defa yediğim ve de işin "profesyonel"i sayıldığım için, geri perdede dönen dolapların ıcığını cıcığını biliyorum.

Şöyle ki, tabii en önce siyasetinizi yansıtacak olan sloganları belirlersiniz.

Sonra da, káh kartona, káh beze, şablon ve boyayla bunların pankartlarını yazarsınız.

Ardından, fotoğraf veya kamera açısına en iyi girecek; kitleyi kendinize en çok mal edecek; kalabalık tarafından en fazla seçilecek "stratejik mevkileri" hesaplarsınız.

Nihayetinde ise o şiarları hákim kılabilmek için, elinizdeki adam sayısınıza göre, militanlarınızı ikili, üçlü, beşli gruplar halinde kalabalığın içine yaymak taktiğini belirlersiniz.

Üstelik, gerektiğinde imdáda koşacak "seyyar komando" da oluşturursunuz.

Artı unutmayın ki, kelle hesabında ne kadar devede kulak kalsanız dahi siz "profesyonel" bir çatı altındasınız ve de bas bas bağıracak megafondan "Hızır gibi yetişecek" (!) sopaya, bütün álet ve edevat sizin örgütünüzde alestá beklemektedir.

* * *

GÖSTERİ vakti geldiğinde ise yukarıdaki taktik uyarınca herkes "görev"ine gider.

Ve, aynen "Cumhuriyet mitingleri"nde olduğu gibi, eğer büyük çoğunluk "hayat kıvamı"nı korumak kaygısı dışında "apolitik" bir kimlik taşıyorsa, işiniz daha da kolaylaşır.

Kızıl yıldızlı örgüt pankartlarınızı açar ve düzenleyicilerin "ama kurum adı yer almayacaktı" ihtarına aldırmazsınız. "Çeneni kapat" diye de o sopayla tehdit edersiniz.

Háttá, meydana akan kalabalığın eline kendi pankartlarınızı bile tutuşturabilirsiniz.

Meselá, sevgilisiyle öpüştüğünde yan bakılmasından duyduğu rahatsızlığı ifade etmek isteyen ve bırakın AB karşıtlığını, Avrupa sermayeli bir firmada sekreterlik yapan; dolayısıyla da ekmek parasını oradan kazanan bir genç kıza "AB’yi istemezük" şiarını taşıttırabilirsiniz

Yahut, işin "tatavasında olan" ve ebeveynleri yine yabancı sermayeli şirketlerde çalışan diğer bir genç kızı grubuna "bağımsız Türkiye" sloganı attırtabilirsiniz.

Ne birincisi, ne ikinciler, fi káza yukarıdaki talepler gerçekleşecek olsa başlarına nelerin geleceğine dair derin düşüncelere dalacaktır.

* * *

ÖYLE, çünkü kitle psikolojisi anlıktır ve "azılı azınlıklar"ın manipülasyona açıktır.

Bundan yararlanmak için ise ne Stalin Moskova’sındaki Komintern’in "Ajit- Prop Okulu"nda, ne de Hitler Berlin’indeki Goebbels rahlesinde tedris görmüş olmak gerekir.

Eğer kararlı, disiplinli, fanatikseniz, rahatlıkla, örneğin elli bin kişinin toplandığı bir kalabalığa topu topu elli kişiyle damga vurabilirsiniz. En azından kendinize yontabilirsiniz.

Ezici çoğunluk olarak sırf hayat tarzı sahiplenmesi için buluşan kalabalıklara "Ne AB, ne ABD / Bağımsız Türkiye" gibi bir kábus ideolojinin sloganını empoze edebilirsiniz.

Bu sloganın neden "k-á-b-u-s" oluşturduğu konusunu yarına bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku

Oğullar ve makamlar

20 Mayıs 2007
Canım oğulcağızımın haniyse bebeklikten beri deli diváne biçimde dinlediği "hard rock"tan, şüphesiz onu bırakmasa dahi yine de "serefnûma semaii"ye geçmesi kadar mutlu bir şey olabilir mi? "Çok insan anlayamaz eski musikimizden

Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden"

Yahya Kemal Beyatlı

Oğlum alaturka musikiye merak sardı. Bu tutku aniden zuhur etti.

Düşünün, daha düne kadar "hard rock" tınıların en kulak tırmalayanıyla uyanmakta ve bunların en zar patlatanıyla zıbarmaktaydık ki, durum birdenbire değişiverdi.

Şimdi, sabah gözümüzün çapağını Münir Nurettin Selçuk’un "Çıkar Yücelerden"iyle açıyoruz. Akşam da rüyalar yatağımıza Udi Hrant’in "Kürdilihicazkár Taksimi"yle yatıyoruz.

Gün boyu ise Deniz Kızı Eftelya Hanım’ın sesinden Kanûni Artaki Efendi’nin "Daktilo"sunu yahut Mahmut Celálettin Bey’in "Nevá Cicaz Gazel" dinliyoruz.

Ve tabii arada bir de aşka gelip, Şükrü Tınar’ın klarnetini kastederek "Varol Dramalı" veya Kemani Nubar Bey’in enstrümanına atıfta bulunarak "yaşşa Ermeni" türünden naralar atıyoruz.

Yani, mahdum beyim atıyor demek istiyorum.

Oysa, "Aman oğlucuğum, canım oğlucuğum, gözünü seveyim, dur! Hem aşağıdakiler hışımla yukarıya çıkıp ikimizi de benzetecek; hem de ekmek paramızı kazanmak zorunda olan babacığın ancak ve ancak konsantrasyonla yazı yazabiliyor" diye yalvarıyorum ama, işiten beri gelsin.

Sanki duvara konuşmuşum, iki saniye geçmiyor ki kendisini Hanende Ağyazar Garebetyan Efendi sanıp "Kesik Kerem"e eşlik etmeye kalkışıyor. Be evládım, bari git kendi odanda dinle!

Eh işte talihli çocuk sayılırsın, şu kadar para bayılıp oraya da bir CD aleti almıştım.

Yook, hazret kılını kıpırdatmıyor.

Oturma ve yemek odası işlevine ek olarak aynı zamanda tek çalışma mekánımı oluşturan salondaki müzik seti nispeten daha alengirliymiş de, beyefendi nağmelerin hakkına ancak onunla varabiliyormuş.

Artı, özrü kabahatinden büyük, "Baba, senin taş plak kopyası koleksiyonun tam antika ve hepsi dehşet cızırtı çıkartıyor. Bu set bile çok kıtıpiyoz kalıyor" diye ekliyor.

Buyrun bakalım!

Evet buyrun bakalım, çünkü mahdum beyin nazik kulağına hoparlör beğendiremediğimiz gibi, hazret bir de "koleksiyonun antika" diye burun kıvırmaya kalkışıyor.

Efendi efendi, her ne kadar pederinin öyle ciddi bir alaturka kültürü yoksa da, bilesin ki o mırın kırın ettiğin koleksiyon az kişide vardır.

Hepsi teker teker ve yıllar içinde toplanmıştır.

Hatta, "eskiye rağbet olsa bit pazarına nimet yağardı" ahmaklığının hálá hüküm sürdüğü o görgüsüzlük döneminde, babacığın ta New York’lardan İstanbul-Constantinople kayıtlı hicáz makamlarını, saz semailerini, ud taksimlerini gerisin geri buraya taşımıştır.

Kıymetini ve de haddini bil!

HARD ROCK’I BIRAKIR MI

Her halükárda, dediğim gibi, özellikle birayı çektiği vakitler, bizimkisi kendisini icrácı yerine koyup arada bir nára atmayı sürdürüyor.

Böyle giderse ben de, Ara Güler Usta’nın sihirli objektife düşürmüş olduğu o fasıl heyeti sahnesindeki tabeláyı asacağım.

Müzik setinin bulunduğu yere kalın ispirtolu kalemle, "Háriçten gazel okumak ve şarkı terennüm etmek zabıta kararıyla yasaklanmıştır? Direksiyon" diye yazacağım.

Ve bazen cinlerim öylesine başıma üşüşüyor ki, "sana da, yörük makamına da" diye söylenerek dizüstü bilgisayarımı kapıyor ve ara kapıları kasten hışımla çarparak, en son sükûnet ve mahremiyet mekánım olan yatak odama sığınıyorum.

Neymiş, paşazademiz alaturka musikiye merak sarmışmış.

Allah bilir, yakında Osmanlıcaya da merak sarar ki, bu defa da hát öğreneceğim diye gözüm gibi sakladığım eski yazı kitaplarımın canına okur.

Ah ah, işte evlát çilesi!

Tabii ki şaka söylüyorum! Tabii ki látife ediyorum!

Tabii ki bire bin katarak ve pireyi deve yaparak abartıyorum!

Çünkü, canım oğulcağızımın haniyse bebeklikten beri deli diváne biçimde dinlediği "hard rock"tan, şüphesiz onu bırakmasa dahi yine de "serefnûma semaii"ye geçmesi kadar mutlu bir şey olabilir mi?

Bir baba için bundan daha büyük bahtiyarlık düşünebilir?

Çünkü, dev Yahya Kemal’in en başta zikrettiğim beytine tekrar dönüyorum:

"Çok insan anlayamaz eski musikimizden.

Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden"

Ve yaş on sekiz, işte canım oğlum, can-ı canánım oğlum da şimdi o kendi "b-i-z"ini anlamak irádesini beyan ve talep ediyor!
Yazının Devamını Oku

Cehalet uçakları

19 Mayıs 2007
GEÇEN hafta bugün ve öğleden sonra başlarında, "havada sıcak dakikalar" "başlığı" ve "flaş" ibaresiyle, "Hürriyet" internet sayfasında şu haber yayınlandı: "Dün sabah Yunanistan’dan kalkan bir jetin Türk hava sahasını ihlal etmesi üzerine silah yüklü F-4 Fantom savaş uçaklarıyla önleme yapıldı. Akşam saatlerinde ise yine Yunanistan’dan kalkan uçak, rotayı şaşırınca İstanbul yerine Bursa’ya indi".

* * *

ERTESİ
günkü gazetelerde ilk özel uçağa ilişkin yeni bir ayrıntı yoktu.

Ancak, tıpkı havacılık işlerinde üstád-ı ázamı Uğur Cebeci’ninki gibi bendenizin de náçizane tahmini odur ki, bir ihtimal, Batı komşumuz klasik bir "deneme hamlesi" yapmıştı.

Yani, Türk radarlarının "kilitlenme süresi"ni ölçmek için özel bir jet kaldırmış ve Ege üzerindeki yakalanmanın saniyesini saydıktan sonra da bunu tekrar geri Atina’ya çağırdı.

Zaten Bursa’daki sağır sultan bile biliyor ki, aynı tür "deneme"ler Ankara tarafından da aynen gerçekleştirmektedir. Bu, karşılıklı bir danışıklı döğüşe tekabül ediyor.

Öte yandan, yine ertesi günkü gazeteler, söz konusu Bursa’ya inen diğer özel uçağın bir Çek pilota ait olduğunu ve yakıt hesaplamasından ötürü menzile varamadığını yazıyordu.

Alarga pilotun pistte gülümserken çekilmiş fotoğrafları da çarşaf çarşaf basılmıştı.

Bunda da yadırganacak bir durum yok, çünkü özellikle hava seyrüsefain kurallarına yeterince uymayan amatör havacıların böyle olaylara imza atması bütün dünyada vakka-ı adiye sayılır.

* * *

NEYSE
, yukarıdaki ilk haberler "Hürriyet"in internet sayfasında yayınlandı dedim ya, aman efendim aman, saat geçmedi ki "yorumlar" (!) makinalı tüfek mermisi gibi yağdı.

Ve de breh breh, ne "yorumlar" (!), ne "öngörüler" (!), ne "tavsiyeler" (!)!

Bana inanmayan bakabilir, yüzde doksan dokuz virgül doksan dokuzu; hadi abarttım, biraz daha azı, her ikisinin de casus uçağı olduğunu ve düşürülmesi gerektiğini buyuruyordu.

Ancak, ABD ve AB’den korktuğumuz için buna cesaret edemediğimiz ekleniyordu.

Artı, bu müthiş "yorumcular"ın çoğu son noktayı bir "ulusalcı" sloganla koyuyordu.

* * *

SONRA
, Trabzon’dan Tebriz’e giderken çakılan bir de küçük İngiliz özel uçağı oldu ya, işte "Yeni Şafak" gazetesinin dışpolitika "yorumcusu" (!) ve melûn komploların dehşet hafiyesi onu kastederek dün, "CIA ve MOSSAD o uçağı neden düşürdü" diye soruyordu.

Meğersem, içinde emekli Pakistan generali olduğu ve aslında İran’a nükleer bir şeyler götürdüğü için, Amerikan ve İsrail gizli istihbaratı o pırpırı Türkiye üzerinde düşürmüşmüş.

Ya Rabb, sen web "yorumcusu" gibi gazete "yorumcusu"na da akıl fikir ihsan eyle!

* * *

YUKARIDA
kasten pırpır dedim, çünkü havacılıktan biraz anlayan herkes bilir ki, düşen "Sky Arrow 650" tipi uçak planör bozmasıdır. En fazla da "1-0-7" fersah hızı vardır.

Artı, çakılma sebebi olarak pilotun otomobil yakıtıyla ikmál yapmasını gösteren bizim medyaya insaf, yahu bu tek pervaneli oyuncağın vosvos motoru zaten yalnız benzinle çalışır.

İmdii, düşünebiliyor musunuz ki, kocca İran devleti kendisi için hayatiyet arzeden ve mümkün olsa füzeyle Tahran’a yollayacağı "nükleer sırları", iki amatörün levye tuttuğu ve ancak çekirge sıçramasıyla, o da geze geze ve siga siga gidebilen bir pırpıra emanet etmiştir.

Ama bir "İslamcı ulusalcı" komplo teorisyeni ortaya çıkıp, tıpkı "Yunanistan’dan gelen ’casus’ uçakları düşürülmeliydi, ama ABD’den korktuk" diye internet "yorum"u buyuran "laikçi ulusalcılar" gibi, Trabzon kalkışlı planörün topraklarımız üzerinde CİA ve MOSSAD tarafından düşürüldüğünü bu kez gazete "yorum"u diye yumurtlayabilmektedir.

Allah cümlemizi ceháletten ve bilhassa da internet ve gazete okuyucularını, o ceháletin cüreti ve kuyruk acısıyla üretilen komplo teorilerinin tongasına basmaktan korusun, amin!
Yazının Devamını Oku

Mitinglerin kıvamı

17 Mayıs 2007
SANKİ 1923 rejimimiz tehdit altındaymış gibi son gösterilerin "Cumhuriyet mitingi" diye vaftiz edilmesini sonsuz abes buluyorum ama, bu şeklilik özü asla değiştirmez. Yani, meydanlara toplanan kalabalıkların ezici çoğunluğu, Ece Temelkuran’ın o hariká deyimiyle, "hayatın kıvamı"nın kaçmasına karşı bir sivil tepki olarak oralara gitti.

Yine onun ifadesiyle, muhafazakárlaşma gidişatına karşı "yeter yahu" demek istedi.

Yukarıdaki ana gerçeği saptayalım ve nalıncı keseriyle, şu veya bu yöne yontmayalım.

* * *

NİTEKİM, şimdi de "web muhtıra"sı çakmış olan cihet-i askeriyenin o mitinglere katılım sağlamak için el altından seferberlik düzenlediği dedikodularını ciddiye almıyorum.

Çünkü, doğru olduğunu varsaysak dahi, yukarıdaki öz yine değişmez.

Zaten "generalden fazla generalci" olan ve kürsülere ve sloganlara damga vuran "azgın azınlıklar"ı hariç tutarsak, hiçbir "iradi itekleme", ne kalabalıkların sivil kaygı ve kimliğini; ne de onların sayısal yoğunluğunu açıklamaya yeter.

Dolayısıyla da, tekrar evet, Tandoğan, Çağlayan ve Gündoğdu mitingleri ezici çoğunluk açısından bir "hayat tarzı" sahiplenmesine ve bir "yeter yahu" ünlemine tekabül etmektedir.

* * *

O
halde, velev ki yasalara son derece riayet eden seküler ve cumhuriyetçi AKP hükümetine "hu-ku-ki" açıdan gözünün üstünde, kaşın var demek gibi hakkımız olmasın.

Gündelik hayatın hukukla sınırlanamayacağını bilmek zorunda olan iktidar partisinin yukarıdaki çok "in-sa-ni" kaygıyı görmesi ve "yeter yahu"ları ciddiye alması gerekmektedir.

Başka bir deyişle, kozmetik dahi olsa, "muhafazakár demokrat" kurumun o muhafazakárlığın dozunda yeni bir "kıvam ayarlaması"na gitmesi gündeme gelmektedir.

AKP buna muktedirdir ve yukarıdaki "hayat tarzı"nın da zaten esas itibarıyla bir "kozmetik unsurlar bütünü"nden oluştuğunu saptayacak kurmaylara sahiptir.

Ve bunu söyledikten sonra tekrar "Cumhuriyet mitingleri"ne dönersek, kullandığı abes vaftiz adına ve kürsü ve sloganları belirleyen "azgın azınlıklar"a ek olarak, sivilliğe gölge düşüren diğer iki unsuru da saptamamız gerekiyor.

* * *

BUNLARDAN birincisi yine biçimsellik arz ediyor ve bayrak fetişizmini kapsıyor.

Zira her ülkede her bayrak bütün bir ulusun sembolüdür. Hiçbir siyasi, dini ve felsefi grup veya eğilimin de bayrağı kendi "tekel"indeymiş gibi sunmak hak ve seláhiyeti yoktur.

Bu tür bir tekelcilik ve teşhircilik hem "öteki"ni reddetmek, hem de "kutsalın arkasında dokunulmazlık edinmek" dürtüsünde hayat bulur. Zaten öz itibarıyla da, kaçak inşaatı yıkılmasın diye çatıya bayrak çekmek "uyanıklığıyla" tamamen paralellik arzeder.

Bayrak ayağa düşürülemeyecek bir simgedir ve nesnesiyle haz alınan bir fetiş değildir.

* * *

"CUMHURİYET mitingleri"ne ilişkin ikinci gölge ise bu kez tümüyle özü kapsıyor.

O da şu ki, katılımcıların "káhir ekseriyet"i istediği kadar sivil kaygılar dile getirsin; istediği kadar bunu da "ne şeriat, ne darbe" şiarıyla özetlesin, gösterilerin sivillikle asla alákası bulunmayan "derin egemenler"in rotasına uygun yeke tutturduğu kesin bir vakıadır.

Her halükárda da, zaten bayrak sembolizminin arkasında aranan dokunulmazlığı bir de "iyi saatte olsunlar"ın koltukları altında pekiştirmekte ve garantiye almaktadır.

Dolayısıyla, hayır, yukarıda belirttiğim gibi cihet-i askeriyenin katılım seferberliği düzenlediği türünden komplo teorilerine hiç tınmıyorum ama, eğer mitingler aynı cihet-i askeriyenin muhtıra dayatmasıyla zamanda ve talepte koşutluk arz ediyorsa, eh orada istop!

Yani, AKP iktidarıyla tıpkı "hayat kıvamı"nın kaçmasındaki gibi, bu defa da sivil seferberlikte "süngü kıvamı"nın kaçmasından dolayı istop ki, ben her ikisinde de yokum.
Yazının Devamını Oku