KÖROĞLU "delik demir icád oldu, mertlik bozuldu" der ya, işte ben de hiç tereddütsüz "hoparlör çıktı, ezán bozuldu" diyeceğim.
Zaten, günde beş defa şerefe merdiveni tırmanmaya üşenen imam efendiler amplifikatörü kasten sonuna kadar açıp o sıtma görmemiş sesle "yayın"a (!) başlamıyorlar mı, ben de anında Tophaneli lûgatimin bütün sayfalarını açmaya başlıyorum.
Háşa, günáha falan da girmiyorum.
Girmiyorum, zira Hazreti Bilál Müslümanları Mescid-i Nebi’de namaza çağırırken şu kadar bin vat kullanmamıştı. Kuran’da da, hadiste de, tefsirde de desibele dair tek cüz yoktur.
Sonra, kendi hesabıma, Yahya Kemal’in "Emr-i bülendsin ey ezán-ı Muhamedi / Káfi değil sadána cihán-ı Muhammedi" beytini öylesine sonsuz severim ki!
Ama ben o ezán-ı Muhammedideki uhreviliği yalnız ve yalnız insan sesinde severim.
Dolayısıyla, madeni dünyeviliğin kulak terbiyeme, estetik kıstasıma ve özellikle de kamusal alanıma tecavüz ettiği konusunda zerre kadar tereddüt taşımam ve taşımıyorum.
***
KASTEN verdiğim yukarıdaki örneğe şimdilik mim koyalım, çünkü desibel skalasının "dindarlık tezahürü" (!) addedilmesi ne düne, ne de AKP iktidarına uzanıyor.
Bu uygulama tá atmışlı yıllarda ve ilk "teknolojik devrim"le başlamıştı.
Ve öte yandan, ezánın kulak zarı tırmalayan hoparlörlerde okunmasını ne kadar tecávüzkár addediyorsam, diskoteklerin, lokallerin, gece kulüplerinin, hatta kafelerin dahi yine kamusal alanı taciz eden "ses iğfali"ni de en az o kadar tecavüzkár addediyorum.
İsterse oralardaki gibi merkep anırtısı değil de Dede Efendi semáisi yahut Schubert konçertosu olsun, tatil beldeleri dahil, kimseye şu veya bu "müzik" (!) zorla dinletilemez.
Özel hayat dışına taşan dünyevi bir eğlencenin dışavurumu kamuya empoze edilemez.
Ve sonsuz defa daha önemlisi, böyle bir rezalet "laiklik" (!) adına savunulamaz!
Ama Türkiye’de olan budur ve Ece Temelkuran’ın İzmir protestocularını tanımlarken kullandığı harikuláde deyimle de, "hayat kıvamı"nın kaçması buradan kaynaklanmaktadır.
Her şeyi, birinci örnekle ikinci örnek arasındaki çelişki belirlemektedir.
***
ÖYLE, çünkü nasıl ki ezán hoparlörü ne kadar çok ve ne kadar yoğun bağırtılıyorsa bu bir "imáni simge"; háttá, onu benimseyenler tarafından bir hayat tarzının dayatılması; daha háttá, bilinçaltında bir "intikam" olarak algılanıyorsa, tersi de aynen geçerlilik taşıyor.
Diskotek anırtısı, aslında bundan kendileri de rahatsızlık duysa bile, "laik" olduğunu öne süren bir kesim tarafından yukarıdakine zıt diğer hayat tarzının sembolü sayılıyor.
Bir "anti" denge, garanti ve yine bilinçaltında ve yine bir dayatma addediliyor.
Başka bir deyişle, "hayatın kıvamı", yukarıdaki örneklerini sayısızlaştırabileceğim bir didişme sürecinde, tarafların kamusal alanı fethetmek çabasından dolayı kaçıyor.
Zamana, mekána, konjonktüre, semte, sosyolojiye vs. göre, káh imani, káh da dünyevi oldukları varsayılan kodlar kendi tahakkümlerini kurmak ve ötekini dışlamak istiyor.
***
BUNLARI saptadım ama yine de çok iyi biliyorum ki, sonsuz çetrefillik arzeden "hayatın kıvamı"nı tutturmak, mayonez kıvamını tutturmak kadar kolay değildir ve olamaz.
Ancak yine de, hayali değil nesnel bir iyimserlik içinde olmamız gerekiyor.
Çünkü gerek diniliği, gerekse laikliğiyle Müslüman álemde başka örneği bulunmayan bir Türkiye’de o kıvamı korumak diğer bütün İslam ülkelerine oranla çok daha kolaydır.
Seküler ve sivil AKP gibi, İzmir’in yine sivil ve yine seküler tepkisi de buna delildir.
Yeter ki, "hayatın kıvamı"nı korumak için camii ve diskotek hoparlörlerini kapatmak konusunda uzlaşalım ve her halükárda da, o hayata desibel ölçeğiyle tarz dayatmayalım.