"AZILI azınlıklar"ın "Cumhuriyet mitingleri"ne empoze etmeye çalıştığı "Ne AB, ne ABD; Bağımsız Türkiye" şiarından yola çıkarak "bağımsızlık nedir" sorusunu soralım.
Çoközetlersek, ulus-devletler çağında bu bağımsızlık, söz konusu devletlerin iç ve dış politikayı "yabancı müdahil" olmadan saptaması ve uygulaması anlamına gelir.
Ve aslına bakarsanız da, sömürge niteliği taşımayan her ülke bu serbestiye sahiptir.
Ama doğru, siyasi ve iktisadi açılardan ne kadar zafiyet arzediyorsanız; yani ne kadar "harice medyûn"sanız, o serbestinin sınırları da aynı ölçüde daralır.
Nitekim, daha düne dek Varşova Paktı başkentleri Moskova’ya; "muz cumhuriyeti" diye tanımlanan bazı Latin Amerika ülkeleri de Washington’a "dizginli" sayılırlardı.
Zaten yukarıdaki tablo da "soğuk savaş" döneminde statükoya tekabül ediyordu.
* * *
FAKAT o statüko nihayete erdi. Kabul, henüz yenisi inşa edilmedi ama, "Duvar"ın ve çöktüğü günden beri de eskisi hüküm sürmüyor. Yerinde yeller esiyor.
Bu açıdan da, daha "Gorbaçov’lu yıllardan" beri dünyanız birgeçiş dönemi yaşıyor.
Müneccimbaşı değiliz ve bu kaos devrinin de nasıl ve ne zaman biteceğini bilmiyoruz.
Háttá, şimdiki "muallak dönem"in bile yeni statüko addedilmesi pekálá mümkündür.
* * *
ÖTE tandan, siyasiye paralel olarak eski iktisadi statüko da bitti. Esamesi okunmuyor.
Ancak, bu ikinci unsur diğerine oranla sonsuz büyük bir farklılık arzediyor.
O da şu ki, söz konusu ekonomik öge kendi yeni statükosunu çabucak inşa etti.
Bilgiç lûgatte "homo economicus" denilen "iktisadi insan" ilişkileri, başta ABD, tüm ulus devletlerin en "bağımsız"larına (!) dahi "küreselleşme"yi söke söke empoze etti.
Çoğu defa da onların karşı iradesine rağmen ve arzusu hiláfına empoze etti.
Eski sözlüğümüzde, geçmiş değerlerimizde ve kollektif hafızamızda yer almadıkları için belki çok yadırgıyoruz ama, "global köy", "evrensel para", "vatansız sermaye" diye tanımlanan olgular bütünü ne bir tatsız şaka, ne de gelip geçiçi bir moda oluşturuyor.
Muazzam ölçüde somut ve muazzam ölçüde nesnel, kalıcı bir gerçeği yansıtıyorlar.
* * *
ÖYLE ki, işte Fransız "Renault" firması Belçikalı işçilerin göz yaşına bakmadan oradaki fabrikasını kapatıyor ve üretimi Bursa’ya kaydırarak Türkiye’de istihdam yaratıyor.
Öyle ki, işte hafızası Amerikan patentli bilgisayarları tekrar ABD’ye satan Çin kazandığı parayla, aynı zamanda o ABD’nin kamu borcunu çok büyük ölçüde finanse ediyor.
Ve nihayet öyle ki, işte benim patronum Rusya’da medya devi satın alıyor.
* * *
İMDİİ, yeni Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy Ankara’nın AB üyeliğine karşıymış!
Washington ve Pekin de Pasifik havzasının denetimi konusunda dalaşıyormuş!
Türk insanı ise Rus baskısına karşı kendisini Çeçen halkına yakın hissediyormuş!
Eee, sonra? Quo vadis?
Bunların hiçbiri küreselleşmenin inşa ettiği ve pekiştirdiği yeni statükoyu yıkamaz.
Yani, yine bilgiç lûgatin "homo politicus" dediği "siyasi insan", yukarıdaki "iktisadi insan"ın an be an yaşadığı somut ve midevi "karşılıklık bağımlılık" gerçeğini değiştiremez.
O somutu ve o mideviyi, kendi soyut ve havai "bağımsızlık" iradesiyle sıfırlayamaz.
Zira, Bursalı işçinin Fransız kapitale bağımlılığı Paris tahvilinin Türk otoya; Şanghaylı montajcının Seattle bilgisayarına bağımlılığı Nasdaq borsasının Çin bankasına; DGM’nin Rus pazarına bağımlılığı da Yaltalı editörün patronuma olan bağımlılığından az veya çok değildir!
Biri olmadan diğeri olamaz. Hepsi birden de, kendi varlıkları için ötekine bağımlıdır.
Eh, "Ne AB, ne ABD; Bağımsız Türkiye" hamasetindeki yorumu size bırakıyorum.