Ekmek tramvayı

Yağmurun, ırmağın, salapuryanın ve tramvayın sükûnetleri arasından işittim ki, ekmeği aslanın ağzından ve gençliği Mefistofeles’in iksirinden kaptığım "çıraklık yılları"ydı.

Rahip önce ellerini çırptı ve sonra ışıkları söndürdü. Yüksek sesle de, "Rabb hepinizi takdis etsin, hayırlı istiráhatler evlatlarım" dedi.

Bir tek, yatakhaneden tuvalete giden koridoru belli belirsiz aydınlatan ve Protestan ahlákçılığın cimri huzmelerini saçan küçük ampul yanık kaldı. Rahip gitti ve sükûnet indi.

O sükûnete alıştıktan sonra, aslında tam bir sessizliğin hüküm sürmediğini fark ettim.

Pejmürde kıyafetinden ziyade, sığır kuyruğuna bezelye çorbasını garip bir şapırtıyla kaşıkladığı için demin yemekhanede dikkatimi çekmiş olan ve hangi milletten olduğunu çıkartamadığım berduş, düzenli tempoyla horulduyordu.

Muhtemelen, bütün gün kaldırım kenarında içtiği biraların etkisiyle çoktan sızmıştı.

Bir de, dışarıda belli belirsiz çiseleyen yağmurun yeknesak tıkırtısına, seyrek aralıklarla geçen tramvayın köprü kavisinde çıkarttığı ray gıcırtısı karışıyordu. Sonra, nehirden geçmekte olan salapuryanın uskur sesi duyuldu.

Irmak gemisi büyük ihtimalle akıntıya ters yönde seyrediyordu ki, zorlandığı anlaşılan dizel motorun gürültüsü tam rıhtımdaki binamızın camlarında da hissedilecek ölçüde arttı.

Nitekim, ışıklar yatakhane perdelerine vurup koğuşu kat etmeye başlayınca, teknenin gerçekten de kuzeyden, sınır tarafından, belki de tá sisler deltasından geldiği kesinlik kazandı.

Gölgeler uzadı, duvarları yavaşça kat etti ve ardından, gürültüyle birlikte kayboldu.

Yine sessizlik inmişti ki, uzaktan, çok uzaktan, yağmurun, tramvayın, nehrin ve salapuryanın ötesinden, gece dokuz buçuğu vuran katedralin çanı işitildi.

Bir de, bir an için, tramvayın arşında çakan kıvılcımın şavkı seçildi.

ÇIRAKLIK YILLARIM

Ekmeği aslanın ağzından ve gençliği Mefistofeles’in iksirinden kaptığım "çıraklık yılları"mın en başındaydı ki, ara sıra İsviçre’nin Basel şehrini mekán tutuyordum. Káh otostopla, káh trenle Ren kentine iniyor ve iş arıyordum. O kadar da zorlandığımı söyleyemem.

Çünkü, tabelásında "Settelen Biraderler ve Mahdumları-Dahili ve Beynelmilel Bilûmum Nakliyat" yazan firma öyle fazla ince eleyip, sık dokumuyordu.

Hamaliye şirketin ne oturma, ne de çalışma izni aradığı vardı.

Sabah beşte kapıya dikilmek ve "acaba kuyruklu piyanoyu da omuzlayabilir mi" diye cüsseye bakarak adam seçen ustabaşının gözüne girmek kaydıyla, günü kurtarabilirdiniz.

Dolayısıyla, parmağıyla "sen de gel" diye işaretledi miydi, dünyalar benim olurdu.

Benim olurdu, çünkü biliyorsunuz ki, birazdan Helvet imalátı o hariká "Saurer" marka kamyonlardan birisinin kasasına oturacaksınız. Belki "Ciba-Geigy" kimya fabrikasının fıçılarını, belki de herhangi bir evin eşyalarını taşımak için yola düzüleceksiniz.

Kabul, yükten, balyadan, ağırlıktan canınız çıkacağı gibi bir de aman şu antika ayna kırılmasın, aman bu hassas alet bozulmasın diye tasalanacaksınız ama, sonra paydos gelecek.

Paydos gelecek ve o vaktin parasıyla 70-80; háttá bahşiş verilirse, belki çil çil 100 İsviçre frangını "bin bereket" diye çenenize sürteceksiniz. Bu rakam benim için bir Karun serveti oluşturuyordu.

İSTASYONDA GECELEME

Servet oluşturuyordu ama, dediğim gibi, her gün iş yok ki!

Bırakın her günü, haftada iki, en kabadayısı üç defa çalışabilsem, bayram edeceğim.

Ustabaşı "bu sabah mafiş" dedi miydi; yahut tersten kalktığı için sizi seçmedi miydi, çapaklı gözle amele pazarına dikildiğinize yanın. Fakirin ekmeği bir ihtimal ertesi güne?

Dolayısıyla, dişimle, tırnağımla, bilhassa da sırtımla kazandığım parayı gıdım gıdım artırmak ve masrafımı en aza indirmek zorundayım.

Daha dolayısıyla, oteli, hanı, yurdu falan zaten hayal dahi edemem, Basel’de kaldığım müddetçe ya istasyonun bekleme odasında gecelemeye çalışarak polislerle köşe kapmaca oynayacağım; ya da, yukarıda sözünü ettiğim ve Protestan rahipler tarafından işletilen "düşkünler yurdu"nda bir káse sıcak çorba ve bir adet yataklı karyola bulacağım.

Burası çok iyi ve çok güzel ve yemekhanesindeki o sığır kuyruğuna bezelye çorbasına ek olarak bir de yatakhanesinde çift battaniye veriyorlar ama, işte "ama"sı var! Yani, tıpkı amele pazarındaki gibi, her gece yer bulamıyorsunuz.

Sınır bitişik ve İsviçre zengin ya, Fransa ve Almanya’dan "kral gecesi" (!) geçirmeye gelen ora berduşları bir yandan; Türkü, Macarı, Portekizlisi, benim gibi izinsiz çalışabilmek için burada dolanan kaçaklar diğer yandan, "düşkünler yurdu" çabucak doluveriyor.

Rahip kapıda, "Heyhat, bu akşam yerimiz kalmadı evládım, Rabb’im seni takdis etsin" dedi miydi, çare yok, beni ve uyku tulumumu önce Basel tren istasyonunun gürgen, sonra da polis nezarethanesinin meşe bankları bekliyor.

İşte, demek o akşam Rabb bu günáhkár kulunu takdis etmekle yetinmemiş ve bir de sefaletine acıyarak ihsan buyurmuş olmalı ki, midem sığır kuyruğuna bezelye çorbasıyla tok ve sırtım kuş tüyüne değilse bile sünger yatakla pek, Ren Nehri rıhtımındaki Protestan "düşkünler yurdu"nun koğuşunda, uzaktan uzağa, dokuz buçuğu vuran çan sesini işittim.

Yağmurun, ırmağın, salapuryanın ve tramvayın sükûnetleri arasından işittim ki, ekmeği aslanın ağzından ve gençliği Mefistofeles’in iksirinden kaptığım "çıraklık yılları"ydı.

Sonra, hiç farkında olmadım, o tramvayın arşında hep sonsuzluk kıvılcımı çaktı.
Yazarın Tüm Yazıları