Bu yüzden 2021 yılının, 2020’den daha iyi olacağını söylemek, iyi niyet temennisinden başka bir şey değildir. Zira perşembenin gelişi çarşambadan bellidir!
Uzatmaları oynayan yaşlı dünyamızın bugünlerine, boşuna ‘yevmülbeter’ (öncekilerini aratacak günler) dememişler.
Dünyanın bir noktasında, gözle görülmeyen bir virüs (COVID-19) çıktı, çok kısa bir zamanda dünyanın her tarafına yayıldı ve hemen her şeyi altüst etti.
Bu altüst oluş, rastgele söylenen bir kelime değildir. Dünyayı saran bu illetten sonra, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
İnsanoğlu arzı endam etmeden dünya sahnesi çok sakindi. Yaratılışı itibarıyla, cehaletiyle ve zalimliğiyle öne çıkan insanoğlu, dünyaya iskân ettirilince, kızılca kıyametin kopacağı belliydi.
Çünkü daha işin başında Allahü Teala, böyle bir mahlûkunu dünyaya göndereceğini meleklere söyleyince, onlar “(...) Orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” dediler.
Yaratılacak bu kişinin (insan) ‘halife’ (ilahi iradeyi temsil eden, uygulayan ve uygulatan) olacağı kendilerine bildirildiği halde, melekler “Niçin?” diye sormaktan kendilerini alamadılar.
Zira her an tesbih (Allah’ı eksik sıfatlardan uzak tutmak, şanını, yüceliğini anmak) etmekte olan melekler, bu hallerini yeterli zannettiler.
“711 yılında İberik Yarımadası’nın alınmasıyla, İslam dünyası ile Avrupa’nın batısı arasında köprü kurulmuştu. İslam dünyasının merkez ve doğusunda keşifler çağına geçen bilimler, gecikmeden İberik Yarımadası’na ulaşıyordu. Bu bilimler onuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren bazı tercümelerle ve aletlerle Fransa’ya, oradan İngiltere’ye yol almaya başladı ve Orta Avrupa’ya geçti...”
“İkinci yol 11. yüzyılın ikinci yarısında başladı, Güney İtalya üzerinden oldu. İlk ziyaretinde İtalya’daki tıp bilgisinin sefaletini gören Cezayirli bir tacir, Afrika’ya dönüp birçok tıp kitabıyla Güney İtalya’ya geldi. Böylece 25 kitap Latinceye çevrildi. Bu güney yolu çok kısa bir zaman sonra, Kuzey Afrika’dan, özellikle Suriye’den Arapça kitapları ve İslam dünyasında süratle gelişmekte olan teknolojiyi, bu arada kâğıdı ve kâğıt teknolojisini Avrupa’ya taşıdı...”
“Üçüncü ana yol, İslam dünyasının doğusunu Tebriz, Erzurum, Trabzon üzerinden Bizans’ın başkenti İstanbul’a, oradan da İtalya’ya, Doğu ve Orta Avrupa’ya bağlıyordu.”
“Hem İtalyan papazlar ve hem de Bizanslılar Arapçadan tercüme ettikleri bilim kitaplarına kendi adlarını veya eski Yunan bilginlerinin isimlerini veriyorlardı.
İbn-i Sina, ‘Avicenna’ adıyla Avrupa’ya 700 yıl boyunca tıp hocalığı yapmıştır. Yani Avrupa üniversitelerinde, asırlar boyu onun kitabı okutulmuştur.”
“Miladi 9. yüzyılın ikinci yarısında Sabit bin Kurra, Arşimet’in çözümlerini tanımadan, entegral çözümün tamamıyla ayrı ve ilginç misallerini bize bırakmıştır...”
“Yine aynı yıllarda Ebu Cafer el-Hazin 3. dereceden bir denklemi ilk defa çözdü. 11. yüzyılın ikinci yarısında bu denklemlerin sunumunu Ömer Hayyam sağladı (Oysa Ömer Hayyam’ın bu yönü bize hiç okutulmadı). Dördüncü derecede denklemlerin sunumunu ise, 15. yüzyılda Gıyaseddin Kaşi yaptı.”
“Düzlem trigonometrisi, bir açının sinüsü, kosinüsü veya tanjantı anlamında, İslam dünyasında 9. yüzyıldan itibaren kesin ifadesini ve gelişmesini bulmuş, bu süreçte küresel trigonometri miladi 11. yüzyılda tam yapısını kazanmıştı.”
En büyük yanlışı dinimiz hususunda yapıyoruz. Çünkü aldığımız çarpık eğitimle, dinimizi bilmediğimizden hem ona düşman oluyoruz ve hem de onu başka dinler gibi zannediyor ve hafife alıyoruz.
Bu yüzden “Din bizi geri bıraktı” diyoruz. Halbuki din (İslamiyet) bizi ilerletti ve her daim ilerletir. Zira İslamiyet’te iki günü müsavi (eşit) olan ziyandadır.
Bugünün dünden ileri olmasını şart koşan bir din, ‘irtica-gericilik’ ile anılabilir mi?
Bizde ise bir kesim için din gericilikle anıldı ve anılmakta. Çünkü biz hâlâ ‘orta çağ karanlığı’ deyip duruyoruz! Ne dediğimizi kendimiz de bilmiyoruz. Tarih hususundaki cehaletimiz paçalarımızdan akıyor.
Evet, orta çağda Avrupa karanlıktaydı; hem de zifiri karanlıktaydı. Ama aynı orta çağda İslamiyet, bir güneş gibi doğmuş; doğudan başlayarak tüm dünyayı aydınlatıyordu.
Şu ana kadar Batı’daki tüm aydınlanmalarının temelinde İslam’ın aydınlığı (nuru) vardır.
Ama bize bu öğretilmedi; Batı’nın engizisyon karanlığında, Hıristiyanlıkla beraber İslamiyet de mahkûm edildi.
Kilise (Papalık), dünyayı tepsi gibi düz sandı, yuvarlaktır ve dönüyor diyenleri astı. Papa ve papazlar, Tanrı’nın vekilliğine soyundu ve daha dünyada iken insanları (krallar dahil) yaktı; dünyayı insanlara yaşanmaz kıldılar, hayatı cehenneme çevirdiler.
Sözde dini bir ritüeli, dinin yasakladığı ve asla hoş görmediği şekillerle bezeyerek icra ettiler.
Akılları sıra Türkçeleştirdiler, böylece anlaşılmasını sağlamış oldular! Daha önemlisi, kızlı-erkekli (karma) sema gösterisi yaparak, aynı dinin haram dediği eylemi ibadet diye sunarak, zaten çığırından çıkarılmış olan Mevlevi ayinine, adına da ‘Mevlevi mukabelesi’ diyerek tüy dikmiş oldular.
Dini ayrı tutarak soralım: Beethoven’in 5. senfonisini icra ederken, bu denli bir kepazeliği sergileyebiliyor musunuz? Onun anlaşılmasını(!) sağlamak için Türkçeleştiriyor musunuz?
Geçen haftaki makalede de izaha çalıştık: Laiklik, devlet işleriyle dinin ayrı tutulması ve bunların her ikisinin de (devlet ve din) birbirinin işine karışmamasıdır, müdahale etmemesidir.
Bakınız: Vaktiyle CHP, ezanı metazori olarak (dayatarak) Türkçe okuttu, halk bundan çok rahatsız oldu.
Menderes (DP) çıkardığı kanunla ezanın asli lisanıyla da okunabileceğini düzenledi. Dikkat edin, asli lisanı ile (Arapça) okunsun diye dayatmadı, demokrasinin gereği olarak serbest bıraktı, Arapça da okunabilir dedi.
Ama halkın özlem ve beklentisine bakın ki o günden beri ezan asli lisanıyla okunuyor.
CHP (iktidar olduğu dönemlerde) devleti din işlerine bulaştırdı hatta dine yeni bir şekil vermeye kalkıştı. CHP bu yüzden ilk serbest seçimin yapıldığı günden (1950) beri iktidar yüzü görmüyor.
Sonuç: Tüm toplumlarda mutlu insan parmakla gösterilebiliyor.
İnsanoğlunun madde adına gerçekleştirdiği tüm keşifler, kendisi için aslında birer oyuncaktan ibaret. Lakin manasını ihmal ve hatta inkâr eden insanoğlu maddeyi öylesine yüceltip kutsadı ki vaktiyle amiri olduğu maddenin emrine girerek memuru derekesine indi; elindeki maddenin esiri, kölesi oldu.
Eve, sokağa, kafeye, çarşıya, okula, AVM’ye, meydan yerine, daireye... Nereye bakarsanız bakın, insanları teknolojinin tutsağı olarak görürsünüz.
Ne tuhaf değil mi? Artık hiç kimse kendisi değil, kendi hayatını yaşamıyor, yaşayamıyor.
Sanal âlemde, kendinde olmayarak, yalnız başına uçuyor. Bindiği alametle, hızla kıyamete doğru gidiyor.
Hani insan sosyal varlıktı? Hemcinsleriyle ve doğayla, doğadakilerle müşterek bir hayat kurardı?
Oysa yalnızlığın daniskasını yaşıyor.
Yalnız, lakin yalnızlığının farkında bile değil.
Onlar da savaşın galipleri olarak, kendi aralarında anlaşıp dünyayı taksim ettiler.
Bu kurt taksiminin özeti, benimki benim, seninki de benim anlayışıdır. Dolayısıyla dünya üzerinde hiçbir devlet kendi haline bırakılmadı; hemen hepsi bir yere (emperyalist devlete) payanda yapıldı.
Cihan imparatorluğumuzun yıkılmasıyla birlikte biz Türkler, bu taksimde kaybeden taraf olduk. Zaten büyük savaşın asıl amacı, Türk’ün gücünü tarih sahnesinden silmekti.
Sonuçta bizi öldü diye bıraktılar. Zira alınan onca yaralardan sonra, onlara göre kurtuluşun ve yeniden dirilişin imkân ve ihtimali yoktu.
Geçen bu yüz sene esnasında beyin zarımızda sülük emzirdiler, biz kıvrandıkça onlar üzerimizde horon teptiler. Bizi insan saymadılar (şimdi yaptıkları gibi) ve şeytan azapta gerek dediler!
Bize kerhen lütfettikleri karakuşi demokrasiyi bile hazmedemediler. Her on yılda bir darbe yaptırarak, bizi adeta ‘tımarhanelikler’ gibi, meşguliyetle tedaviye tabi tuttular.
Bir adım ileri atmak istediğimizde, beş adım geri düşürdüler.
Envaı çeşit terör örgütlerini üzerimize salıp mevcut olan kıt imkânlarımızı da heder ettirdiler.
Laiklik, en genel anlamıyla devlet işleriyle dinin ayrılması, dinin devlet işlerine karıştırılmaması demektir. Yani laiklik, kişileri değil, devleti ilgilendiren bir mefhum; dolasıyla devlet laik olur veya olmaz, kişiler değil.
Kişiler dindar (inanan) veya seküler (inanmayan) olur.
Laik devlet, her çeşitten inanana ve inanmayana eşit mesafededir. O devlette yaşayan insanların inanmaları veya inanmamaları devleti bağlamaz.
Biz asıl hatayı devleti veya devlet kurumlarını idare eden insanlar üzerinden yapıyoruz. Bu kişilerin dindarlıkları (inançlarını yaşamaları), söz gelimi namaz kılmaları, Kuran-ı Kerim okumaları, müzeyi aslına (camiye) çevirmeleri, imam-hatip liseleri, ilahiyat fakülteleri açmaları, dini içerikli söylemde bulunmalarını vb laikliğin ihlali olarak algılıyoruz.
Dikkat edilirse, bunların hiçbirisi devletin işleyişi ile ilgili değildir.
Tipik örnek cumhurbaşkanlarıdır; birinin inançsız olması laikliğe aykırı olmadığı gibi, bir diğerinin inançlı olması ve bu inancını şahsi olarak yaşaması (ibadet etmesi) laikliğe aykırı bir durum teşkil etmez.
Yani inanıp inanmamaları, inançlarını yaşayıp yaşamamaları sadece kendilerini bağlar; bu durumların devletin işleyişi ile bir ilgisi yoktur. Zira inanan da inanmayan da devleti, mevcut anayasa ve kanunlar muvacehesinde idare ettiler ve ediyorlar, etmek zorundalar.
Ayrıca Meclis’ten çıkarılacak kanunların da anayasaya uygunluğu zorunludur.
Belli ki bir dizi yaptırım maddeleriyle Türk savunma sanayisini durdurmak istiyorlar. O savunma sanayisi ki son birkaç yıldır yaptığı hamlelerle dosta güven, düşmana korku saldı.
Türk savunma sanayisi İHA, SİHA ve TİHA’larla (Suriye, Libya, Dağlık Karabağ’daki etkinlikleriyle) tüm dünyaya parmak ısırttı.
Türkiye ürettiği bu yeni keşiflerle, savaşın konseptini değiştirdi.
İngiliz Savunma Bakanı bile “Savaş sanayisi teknolojisinde Türklerden geride kaldık” ifadesini kullandı.
Türkiye’yi, kıskanılacak bu duruma, başta ABD olmak üzere sözde dost ve müttefikimiz olan ülkeler getirdi! Tarihte emsali görülmemiş bu denli kötü komşuların, akıl almaz hal ve tavırları Türkiye’yi mal sahibi yaptı.
Üstelik bu hal yeni de değil, zira biz bunların cemaziyelevvellerini de biliriz, cemaziyelahirlerini de.
1963’te Türkler Kıbrıs’ta kesilirken Türkiye müdahale etmek istedi (kısmen etti de) ABD Başkanı Johnson, Başbakan İnönü’ye tehdit mektubu gönderdi. Mektupta ABD “Kıbrıs’ta Rumlar, Türkleri kesecek, siz anavatan olarak müdahale edemezsiniz, sadece seyirci kalabilirsiniz. En ufak bir girişimde bizi (ABD’yi) karşınızda bulursunuz. ABD’nin ve NATO’nun size sağladığı hiçbir silahı, Kıbrıslı Türkleri savunma amaçlı kullanamazsınız” demeye getirdi.
1974’te Kıbrıs Barış Harekâtı’nı yaptık, Mehmetçiğin olmazsa olmazı, elindeki piyade tüfeğini bile (G3) kullanamazsınız dediler, Türk askeri sopayla savaşa gitsin istediler. Ardından uzun yıllar sürecek silah ambargosunu dayattılar.