Törenin yapılacağı Beyaz Saray ve Kongre Merkezi’nin etrafı, iç içe geçmiş beton bariyerlerle çevrilmiş. Duvarların üzeri dikenli tellerle örüldü. Binlerce asker ve polisin görev aldığı alanda, tabir caizse kuş uçurtulmuyor.
Bu manzarayı görünce, iç savaşta olan ya da terörle boğuşan 3. dünya ülkelerinin meydanlarını, resmi binalarını ve turistik otellerini hatırladık. Onların da etrafı, güvenlik kaygısıyla beton bariyerlerle çevrilidir. Polis ve asker kulübelerinin etrafına kum torbaları yığılmış, siperlikler yapılmıştır.
ABD’nin başkentinde halk, dükkânlarının sokağa bakan yüzlerini tahtalarla kapatmış. Herhangi bir terör eyleminin zarar ve ziyanından, mal ve mülklerini korumaya çalışıyorlar.
Yetkililer, halkın sokağa çıkmamasını ve devir teslim törenini evlerinden izlemesini, TV kanallarından sürekli anons ediyorlar.
Tüm dünyayı kendine gıpta ile baktıran ABD’ye ne oldu da bu hallere düştü, başkentini hayalet şehir haline getirdi?
6 Ocak’taki Kongre baskınındaki görüntülerde, elinde köleliğin sembolü olan bayrakları taşıyanlar bile vardı.
Sözde hürriyet timsali ABD, elinde bulundurduğu süper gücü, dünya halklarını köleleştirmekte kullandı. Her ülkeye tepeden baktı, kendinden olmayan halklara ve özellikle Müslümanlara köle muamelesi yaptı.
Bu uğursuz oyunu, aile kökleri Afrika kökenli bir aileye dayanan, bir önceki siyahi başkan (
Muhalefet öyle işkembe-i kübradan sallamaz, milletin hayrına yapılan işlere kara çalmaz, hizmetlere mani olmaz, iftira atmaz, hakaret etmez, hemen herkesin görmekte olduğu şeyleri inkâr etmez.
Bunları yaparsa, kendi inandırıcılığını ve ciddiyetini ve halkın ona olan güvenini kaybeder, daha açık ifadesiyle lafı yalama yapar.
Bizdeki muhalefet, İttihat ve Terakki’den tevarüsle yıkıcı, karalayıcı, imha edici, inkârcı, mani olucu ve hepsinden önemlisi ayrıştırıcı bir geleneğe sahiptir. Bu durum, o gün bugündür öyle gelmiş böyle gitmektedir.
Dolayısıyla iktidarı yıpratıcı, silkeleyici ve hatta düşürücü yani sonuç alıcı muhalefet yapılmamış olur.
Bu yüzden olsa gerektir ki muhalefet, kendi içinde debelenip duruyor. Kabuğunu kırıp asla dışarıya nüfuz edemiyor.
Bakınız: AK Parti 18 yıldır iktidarda, CHP onca seçimi kaybetmesine rağmen hâlâ yüzde 20’ler bandında. Bu 18 sene esnasında sen nasıl bir muhalefet yaptın da iktidarı silkeleyemedin ve hâlâ iktidar ümidi olamadın, demezler mi insana? Muhalefet sorumsuz davranıp iktidarı haksız yere karaladığında, iktidarın yanlış yaptığında yaptığı haklı eleştiri bile havada kalıyor.
Hep yalan söyleyenin doğru sözüne de itibar edilmeyeceği gibi. Muhalefet yapmak, iktidar olma kadar ciddi ve sorumluluk gerektiren bir iştir ama...
Ülkenin hayati çıkarlarının söz konusu olduğu milli konularda, değil muhalefet, yalpa yapmak bile halkın nefretini celp eder.
Nasıl idare edebildiğinin cevabı ise en kısa anlamıyla, dünyanın bugünkü hemen her bakımdan yaşanılmaz halidir.
Yeni kıtanın bugünkü sakinleri, ev sahiplerini (eski sakinleri) öldürerek Amerika’yı mesken tuttular. İşledikleri cinayetler, katliamdan öte tam bir soykırımdı.
Üzerine oturdukları bu kan, gözyaşı ve zulmü unutturmak için ellerinde bulundurdukları emperyal gücü, büyük oranda propaganda amaçlı kullandılar.
Başta sinema olmak üzere tüm iletim araçlarını bu işe tahsis ettiler; amaçları zalimi mazlum, mazlumu zalim olarak tanıtıp göstermek ve bütün insanları bu büyük yalana inandırmaktı.
Bunu başardılar ve böylece Amerika kâbusunu, Amerika rüyası olarak kabul ettirdiler.
Vesayet demokrasisine geçen zavallı Türkiye bile ‘küçük Amerika’ olacağız diye ne ham hayaller kurmuştu.
Avrupa’nın çeşitli milletlerinden oluşan kaçkınlar güruhu, savunmasız, biçare insanlar üzerine yamyamlar gibi saldırdılar; zevk için insanları öldürüp dünyalarını başlarına yıktılar. Yerli halkın (Kızılderili) kanlarını emerek, semirdiler ve devletleştiler.
Aynı zulüm düzenine dünyayı sömürerek devam ettiler, büyük bir iştahla elan da devam etmekteler.
Dağları, tepeleri, ovaları, çölleri aşıyor, önüne ne gelirse ezip geçiyordu. Yenilmez güçle, Allah’ın evi konumundaki Kâbe’ye yöneldi.
Kendi gücüne tapıyor ve herkesi de bu güce tapmaya zorluyordu. Sonunda, mutlak güç sahibi olan Allah’ı da tanımadı ve yenilmez sanılan fillerini (tank) Mekke’ye yöneltti.
Ebabil kuşları ağızlarındaki nohut büyüklüğündeki taşlaşmış çamurları atarak, Ebrehe’nin ordusunu “yenilip çiğnenmiş ekine çevirdi.”
Günümüzün yenilmez gücü de ABD idi. Herkese ve her şeye tepeden bakıyor, “Ben yaptım oldu” diyerek tüm dünyaya meydan okuyordu.
‘Amerikan rüyası’ diyerek göz boyadı, gerçekte zorbalığın daniskasını tüm dünyaya dayattı.
Dünyanın dört bir tarafındaki tüm yıkımların, acı, kan ve gözyaşlarının ardında, ABD’nin kirli eli ve ‘made in USA’ gizli-açık imzası vardı.
Güç zehirlenmesine kapılan Amerika, kendi dışındaki dünyada yalanları doğru, alçakları yüksek, yatayları dikey, mazlumları zalim, vatan haini teröristleri masum siviller, ülkelerini savunan polis ve askerleri katil polis, işgalci diye yaftalayarak dünyayı da tüm bu kepazeliklere inanmaya, inanmasalar da bu şekilde kabule zorladı.
Kimse de delinin zoruna bak demedi, diyemedi.
İnsanları ayrıştıran, ötekileştiren, giyim-kuşam ve renklerine göre sınıflandıran bu ırkçı, faşist ve dayatmacı zihniyet yüzünden onlarca yıldır birbirimize kıyıyoruz.
Bu sefil anlayışa göre demek ki başı açık bir hâkimin karşısına, avukat, sanık veya tanık olarak başı kapalı kim gelirse, bunların da savunmaları ve tanıklıkları geçersiz, öyle mi?
Başı kapalı kişilerin savunmalarını ve şahitliklerini esas alıp kararlarınıza dayanak yapacaksınız; bunlar adaleti zedelemeyecek, bunları değerlendiren hâkimin kararı (vereceği hüküm), başının açık veya kapalı olmasına göre değer taşıyacak.
Peki, başı kapalı hâkimin adaletinden şüphe ettiniz de aynı hâkimin, hâkim olan eşinin (kocasının) vereceği karardan nasıl emin olabileceksiniz?
Yani kadın olunca kararı adaletsiz, erkek olunca adaletli mi?
Sizce adaletin ölçüsü başı açık olmak mı?
Aynı sefil mantık, bir de şöyle uyduruk bir gerekçe(!) bulmuş: Başörtüsü ayrıymış, türban daha başka bir şeymiş. Hatta ve hatta türban simgeymiş ve başkaldırı aracıymış.
Kadınların da tıpkı erkekler gibi başlarını örten çeşitli giysileri var; tercihi kendileri yapar ve buna kimse karışamaz. Bir erkek Lenin kasketi (işçi kasketi) giyse, başındaki isyan aracı diye yargılanabilir mi?
Klasik, alışılagelen siyasetçilerden değildi. İşinsanıydı ve zenginliği dillere destandı.
Cumhuriyetçi Parti’den başkan adayı oldu, rakibinden daha az oy almasına rağmen başkan seçildi.
Sahip olduğu zenginlikle beraber, ‘süper güç’ liderliği onu kontrolden çıkardı; kontrolsüz güç haline soktu.
Başta ABD olmak üzere tüm dünyayı bu ‘müstekbir’ (kendini beğenen, tepeden bakan) eda ile yönetmeye kalktı.
En zalimane kararları tüm dünyanın gözleri önünde, pervasızca imzaladı ve ilan etti.
Onun zamanında terör örgütleri alenen ve hatta küstahça desteklendi.
ABD, tarihi boyunca dünyayı ateşe verdi; nerede bir darbe varsa arkasında oldu. Trump döneminde bu kıvılcım ABD’ye de sıçradı.
Trump
Hemen her şey gibi, demokrasi de bize tepeden indirildi. Dolayısıyla tepedekilerin keyfine göre bir demokrasi modeli belirlendi.
Demokrasi, dışarıdan İnönü’ye dayatılınca (San Francisco kararları), kendince iktidardan düşmeme formülünü buldu ve ‘açık oy, gizli tasnif’ diyerek demokrasi adına şapkadan tavşan çıkardı.
1946 seçimleri işte bu yüz karası kanunla yapıldı. Bu durumda halk istediği kadar başka partiye oy versin, sayımı gizli yapan ‘kurşun askerler’ bunları CHP hanesine yazdılar.
Halk, jandarma nezaretinde, CHP’li muhtarın (yeni ağa türü) bacaklarının arasındaki seçim sandığına gidip, oyunu açıktan (verdiği partiyi göstererek) vermek zorundaydı.
Bütün bu baskı ve engellemelere rağmen CHP istenilen sonucu alamadı. Sandıkların büyükçe bir kısmını yakarak, denize atarak ve hepsinden önemlisi, sandık görevlilerinin karşı oyları da CHP’nin hanesine yazarak seçimi kazandıklarını ilan ettiler.
1950 yılı seçimlerine gelindiğinde, mahut yüz karası kanun (açıktan oy verip gizli sayılma) iptal edildi ve ilk kez dürüst, şaibesiz bir seçim yapılabildi.
Halkın oyları, yıllarca biriktirilen nefretle sandığa yansıdı ve CHP, o sandıklara gömüldü. DP 416, CHP ise 69 milletvekili çıkardı. Bu tablo, iki kelime ile ancak ‘öfke’nin ve ‘nefret’in sonucuydu.
Oysa CHP’nin tek başına iktidar olarak (zaten tek parti vardı) 27 yıllık yönetiminde ülkedeki tüm sivil-askeri bürokrasi tepeden tırnağa kadar CHP’liydi. Nitekim bunlardan askeri olan zevat,
Günümüz gençleri bilmezler, lakin bir zahmet babalarına, dedelerine sorup öğrensinler ve onlara anlatılacak ‘bu kafa’yı asla unutmasınlar.
O kafa ki, yedi başlı ejderha olup her an fırsatını kollamaktadır.
CHP’nin tek başına iktidarda olduğu devirlerde bir jandarma çavuşu, bir ilçe merkezini ve bağlı 7 pare köyü tir tir titretirdi. Yolun diğer bir ucunda bile olsa, jandarmayı görenler yolunu değiştirirdi.
Meteliğe kurşun atan köylüler, 4 lira olan yol vergisini vermediği (veremediği) için taşocaklarında ve yol inşaatlarında çalışmaya zorlanır ya da hapsi boylarlardı.
Köylünün yırtık pırtık, yamalı elbiselerle şehre inmesi ve o halde dolaşması yasaktı. Yabancılar görüp fotoğraflarını çeker ve bunları, Avrupa’da yayınlamalarından korkarlardı. Köylüyü perişan halinden kurtaracaklarına, kurtuluşu şehre inmelerini yasaklamakta bulmuşlardı.
Tahsildara yakalatmamak için ormana kaçırılan hayvanlar, jandarma marifetiyle yakalanıp köyün meydanına getirilip kelepçelenirdi. Sahipleri, parasızlıktan ve korkudan ortaya çıkamaz; güneşin altında günlerce aç-susuz bekletilen hayvanlar göz göre göre telef edilirdi.
İşte bu kafa, bize bugün ‘halkçılık’ ve ‘hayvan hakları savunuculuğu’ dersi vermeye kalkıyor!
Lut Gölü’nü Eiffel kulesi olarak yutturmaya çalışıyor.