Sağlık Bakanımızın ve sağlık çalışanlarımızın, 7 gün 24 saat durmaksızın, özverili gayretleri her türlü takdirin üzerindedir.
Her kademedeki sağlık çalışanımız, bizler yaşayalım diye ölümüne bir gayretle çalışırken, bizler ölüme dörtnala koşmak için elimizden geleni ardımıza koymuyoruz.
Pandemide ikinci dalga tüm insanlığı kasıp kavuruyor. Buna sebep, insanların büyük çoğunluğunun vurdumduymazlığıdır.
En yakınlarını, evlatlarını, anne ve babalarını aylardır görmeden, gece-gündüz didinen sağlık çalışanlarımızın perişan halini görüp utanmalıyız.
Oysa bizden istenen, üç basit kuraldan başka bir şey değil: Maske, mesafe ve temizlik.
Bu üç basit kuralı yerine getirmediğimiz için bizim hayatımızı bizden fazla düşünenler, ölümle aramıza set koymak adına alınan yeni önlemleri bize dayatıyor; dayatmak zorundalar.
Bu ise bizi rahatsız ediyor. Önlemleri hiçe sayıyor ve kurallara uymamayı marifet sayıyoruz.
Daha çok hastalanıp daha fazla sayıda ölüyoruz.
İnsanlığın yüz karası bu adam, nasıl bu kadar rağbet görebildi? O ve ona benzeyen din bezirgânı şarlatanlar, insan müsveddesi melunlar, nasıl oluyor da peşlerinde binlerce ve hatta on binlerce insanı sürükleyebiliyorlar?
Onun dershanelerine veya okullarına olan teveccühün kriteri yalnızca başarı değildi elbet. Zira onun tercih ettiği ve tesir altına aldığı gençler zaten başarılı kişilerdi.
O halde anne-babalar, çocuklarını onun eğitim kurumlarına vermekte neden yarış halindeydi?
Hiç düşündünüz mü?
Bu sorunun tek bir cevabı var, onu da Süleyman Demirel bir yakınmayla ifade etmişti: “Bana tetik çekenlerle tespih çekenler aynıdır dedirtemezsiniz!”
Yani teröristle dindarı aynı kefeye koyduramazsınız.
İşte sistemi içinden çökerten vesayet rejimi, dindarı(!) da terörist yapmayı becerdi ve görün bir taşla kaç vurdu!
Bizdeki rejim, kurulduğu günden itibaren dini ve dindarı öcü gördü. Dinden ve dindarlardan ürktü ve onları takip etti. Birkaç kişinin bir evde oturup din kitabı okumaları, terör eylemi, eşkıyalık sayıldı.
Savaş sonrası dünya taksiminde Türkiye, Batı blokunda (ABD hegemonyasında) kaldı. Meğerse Doğusu-Batısı fark etmiyormuş; her ikisi de ölümlerden ölüm beğenmekte eşdeğerdeymiş.
Bizi en yüksek perdeden (Cumhurbaşkanı Celal Bayar) “Bu kış komünizm gelebilir!” tehdidiyle korkutup ABD’nin kucağına oturttular. ABD, sözde dost ve müttefikimizdi.
60’lı yılların bir kısım gençleri, ABD’nin gerçek yüzünü görüp halkı uyandırmaya çalıştıysa da ABD güdümündeki hükümetler, mahut gençlerin üzerinden silindir gibi geçtiler. Bununla da yetinmeyip, gençliği düşman kamplara ayırıp birbirine kırdırdılar.
Bu operasyonda kendi güdümlerine soktukları ‘derin devlet’i (ABD güdümündeki) kullandılar. Zira solculara karşı, Komünizmle Mücadele Dernekleri’nde (F. Gülen de bu dönemde devşirilip kullanışlı hale getirildi) ve birçok farklı dernekte karşıt sağcı(!) gençler bileniyordu. Böylece her çeşitten solcu derneğin karşısına, her çeşitten sağcı dernekler çıkarıldı.
Karşıt gruplar halinde horoz dövüşü yaptırılan gençler, iplerinin ABD’nin elinde olup tek merkezden idare edildiklerini nereden bileceklerdi?
Derin devlet, cemiyetin sinir krizi konumundaki gençliği, sağı ve soluyla adeta bir maden gibi işledi ve aynı silahla sabahleyin sağcı gençleri, öğleden sonra da solcu gençleri öldürttüler.
Çizmeyi aşmak isteyen hükümetlere de bu gençler kullanılarak ayar (darbe) veriliyordu.
Ayar tutmayan hükümetlerin başına ise bölücü PKK örgütünü bela ettiler ve tabiri caizse, onları da böylece
Azerbaycan henüz çiçeği burnunda bir devletti. Bağımsız devlet olarak, tüm kurum ve kuruluşlarını kuvveden fiile çıkarmaya çalışırken, diğer bir deyişle, ülkesini savunmada bile yeterli donanıma ve eğitimli askere sahip değilken, Rusya destekli Ermenistan’ın saldırısına uğradı. Rusya’nın güdümündeki (aynı safta birlikte savaştığı) Ermenistan, Türk yurdu olan Karabağ’ı işgal etti, binlerce Türk’ü şehit ederek, on binlerce Türk evladını evinden yurdundan kopararak mülteci durumuna düşürdü.
Beş bile değil, yalnızca üç ülke; (ABD, Rusya ve Fransa) dünyadan büyük olduğundan, onlar da sırf Müslüman olduğu için haklının yanında yer almayıp zalimin (kendileri gibi Hıristiyan olan) Ermenistan’ın zulümlerine ortak oldular.
Zira zulme rıza zulümdür.
Azerbaycan otuz yıldır bu acıyla yaşadı. Zalimlerden boş yere adalet beklediklerini ve yapılması gereken tek şeyin, kendi göbeklerini kendilerinin kesmek olduğunu anladılar.
Bu süre esnasında Türkiye ile el ele vererek iki devlet-tek millet olmanın gereğini yaptılar.
Ermenistan ise bu süre zarfında ağababalarının desteğine güvendi ve büyük bir gaflet içinde zulmün payidar olacağını vehmetti. Kendi halkına bile sefalet hayatı yaşattı. Binlerce vatandaşı Türkiye’ye gelip aş ve iş dileniyor.
Soros’a bağlı yeni Ermeni yönetimi, onursuzluklarına bir yenisini eklemek için Azerbaycan’a saldırdı.
Ocağın kızıştığını gören Azerbaycan’a onca yıldır beklediği fırsat doğmuştu.
Demokrasinin olmazsa olmazı olan bu kurumların birinci önceliği, ülkelerinin birliğini ve dirliğini sağlamak, diğer bir deyişle, bu yapıda çimento görevi görmektir.
Bunun için tüm siyasi partilerimizin, söz konusu vatansa gerisi teferruattır demeleri gerekir. Parti menfaatleriyle devletin âli menfaatleri çatıştığında, devleti öncelemek her siyasi partinin boynunun borcudur. Zira o devlet sayesinde vardır ve varlığını devam ettirebilmektedir.
Bizdeki siyasi partilere baktığımızda, esefle belirtelim ki durumun hiç iç açıcı olmadığını görürüz.
Ülkemiz için en büyük tehlike bölücülüktür. Bilindiği üzere ülkemiz, uzun yıllardır küresel bir terör tehdidi ile karşı karşıyadır. Daha da vahimi, bu tehdit bize dost ve müttefiklerimiz(!) tarafından yapılmaktadır.
Bu terörün amacı bellidir: Ülkemizin bir kısım topraklarını (Doğu ve Güneydoğu) koparıp bu yerlerde ayrı devlet kurmaktır. (İsrail’e hazır lokma)
Üzülerek belirtmeliyiz ki anılan bu bölgelerde (Doğu ve Güneydoğu), onca siyasi parti içinden yalnızca ikisinin varlığını görüyoruz: AK Parti ve HDP.
Bu endişeli durum siyasi partilerimizden çok, ülkemizin bekası ile ilgilidir.
Ne hazindir ki Cumhuriyet’in kurucusu olduğunu iddia eden CHP bu bölgelerde yoktur; tabela partisinden ibarettir. Dikkat edin: Devletin kurucu partisi olduğunu iddia etmek, hem gülünç ve hem de bölücülük yapmaktır. Kuruluş döneminde başka partiler mi vardı ki böyle bir söz söyleniyor. Nitekim çoklu partili sisteme geçildiğinde, kurulan CHP’nin dışındaki tüm partiler de CHP’den kopma değil miydi? O tarife göre, bunların hepsi kurucu olmuyor mu? Neden bir tanesi (CHP) bu iddiayı sürekli diline pelesenk ediyor? Böyle diyerek, ayrımcılık yapmıyor mu? Diğer partileri ötekileştirmiyor mu?
Zamanın evliyası, şeytanı ayak ayak üstüne atmış çubuğunu tüttürür halde görünce şaşırıp sormuş: “Sen neden boş oturuyorsun? Senin görevin insanları ifsat etmek, bozmak ve günaha sürüklemek değil mi? Bu ne hal?”
Şeytan gevrek gevrek gülmüş ve büyük bir pişkinlikle cevap vermiş: “Zamanımızın din adamları, benim görevimi yapmakta öyle ileri gittiler ki inanın, ağzım açık onları izliyorum, bozgunculukta beni bile hayrette bıraktılar. Dolayısıyla bana görev kalmıyor. Ben de fırsattan istifade keyfime bakıyorum!”
Hayal ötesi bir anlatım da olsa gerçeğin ta kendisini işaret etmiyor mu?
Evet, günümüzün din adamları (gerçek din adamlarını tenzih ediyoruz) insanları ifsat etmekte, yoldan çıkarmakta ve sapık inanışlara sürüklemekte öyle ileri gittiler ki şeytanın pabucunu dama attırdılar.
Günümüz din adamlarının ve onların yoldan çıkardıklarının en büyük yanılgıları, zamanın ilerleyişine paralel olarak, sosyal ve fen bilimlerindeki gelişmişlik halini din bilimlerinde de zannetmeleridir.
Şurası bir gerçektir ki dini ilimlerin dışındaki tüm bilimler, günümüze geldikçe inkişaf eder ve gelişirler. Din bilimlerinde (nakli ilimler) ise bu durum tam tersidir. Yani günümüzden çıkış yerine (Hazreti Peygamberimiz aleyhisselam zamanına) gidildikçe, en doğru, en berrak, en yalın halde bulunurlar.
Zira sevgili Peygamberimiz, “Ümmetimin en hayırlıları içinde bulunduğum ashabımdır, ondan sonraki en hayırlıları onları takip edenler, daha sonraki en hayırlıları ise onları takip edenlerdir” buyuruyor.
Yani buna biz,
Siyasi partiler tek başlarına iktidar olsalar bile, bu durum onların muktedir olmaları anlamına gelmiyor. Muktedir olabilmenin yegâne şartı ise fikri iktidarı temellendirmektir.
Siz kâşaneler, görkemli binalar, yollar-köprüler, tesisler, fabrikalar, tersaneler, otomobiller, uçaklar, trenler, okullar vb yapabilirsiniz; tüm bunlar göz kamaştırıcı da olabilir lakin bunları, insanla (insanın kalıbıyla değil) bezeyemezseniz, boşuna emek çekmişsiniz demektir.
Bakınız, yalnız iki bakanlığın isminde ‘milli’ kelimesi var: Milli Eğitim ve Milli Savunma bakanlıkları. Milli kelimeleri iş olsun diye oraya konmadı.
Şu halde, Cumhurbaşkanı’nın da yakınması bu ‘milli’ kelimesinin içinin doldurulamamasından kaynaklanıyor.
Evet, ülkeyi maddi planda kalkındırdık; yani zahirimizi, dış görünümümüzü mamur eyledik. Peki ya içimizi, beynimizi, ruhumuzu, kalbimizi milliliğin gereği olan özelliklerle, hasletlerle bezeyip donatabildik mi?
Hayır.
Dışımız mamur lakin içimiz harap. Bakınız, biz dün de Batı’yla savaşıyorduk, bugün de Batı’yla savaşıyoruz ve belli ki bu savaş kıyamete kadar sürecek. Bunun da sebebi bizden kaynaklanmıyor; Batı bizi Müslüman olduğumuz için insan olarak görmüyor ve bundan dolayı da bize uygulayacakları baskı, işkence ve envai çeşit ölümler onların medeniyeti(!) için bir noksanlık sayılmıyor.
Daha dün Avrupa’nın göbeğinde Boşnaklara yaptıklarına bakın!
77 yaşındaki Biden değil, onun gibi bin tanesi gelse, ABD’yi kurtaramaz. Kral, gerçekte hep çıplaktı lakin algıyla bütün bir insanlık aldatıldı ve ABD hürriyetin timsali olarak beyinlere kazındı.
Envaı çeşit zehir, şekerle kaplanarak tüm uluslara yedirildi.
Sadece Türkiye’de gerçekleştirdiği darbelere bakıldığında bile, ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır.
Zira yaptırdıkları her darbeyi ‘kurtuluş’ diye gösterdiler. 60 darbesi, ülkeyi uçurumun kenarına getiren(!) DP iktidarından kurtarmak içindi. Sonuçta bir ulusun hürriyetini elinden aldılar ve adına ‘Hürriyet Bayramı’ dediler, dedirttiler ve o şekilde de kutlattılar.
80 darbesi öncesinde de kardeşi kardeşe kırdırarak kendilerine davetiye çıkardılar.
İşin tuhafına bakın ki yaptırdıkları her darbede içimizden birilerini kullandıkları gibi, onlara sürüsüyle yandaş bulmakta da zorlanmadılar.
Sebebi açıktı: İçimizdeki bir kısım beyinsizleri mankurtlaştırıp devşirmişlerdi. Bu durum dün de böyleydi, bugün de böyledir ve maalesef yarın da böyle olacaktır.
Dün Kurtuluş Savaşı’ndan önce, ABD veya İngiliz mandalığını savunanlar vardı. Bugün de