Her üniversiteye atandığı gibi, Boğaziçi Üniversitesi’ne de rektör atandı. Ki atanan rektör, bundan önce de iki ayrı üniversitede rektörlük görevi üstlenmişti. Atandığı bu yeni üniversitede de yüksek lisans ve doktorasını yapmıştı.
Bir kısım öğrenci, en doğal demokratik haklarını kullanarak rektörü istemediklerini dillendirdiler. Demokratik idarelerde birileri birilerini ister, birilerini istemez; bu durum onların en tabii hakkıdır.
Bu hakkın sözlü ve fiili olarak nasıl kullanılabileceği kanunlarda belirtilmiştir. Boğaziçili öğrenciler de aslında bunu yapmıştır; yapmak istemiştir.
Ama gelin görün ki aportta bekleyen karanlık odaklar, derhal durumdan vazife çıkardılar ve öğrenci kalabalığının içine karışarak, onları kanunsuz eylemlere kışkırttılar.
Düşünün, bunların içinde milletvekilleri(!) de var ve bunlardan biri aynen şu beyanda bulundu: “Kimse ‘Seçimle gidiyorlar’ sayıklamasının peşinden gitmesin artık.”
Ateşe benzinle giden bu kafa, ülkede demokratik mücadele verecek öyle mi?
Toplumsal olayların en tehlikeli yönü budur; bu yön, adeta bir maden gibi işletilerek masum şekilde başlayan olaylar, bir bakarsınız fecaate dönüşmüştür. Taksim-Gezi olaylarında da böyle olmadı mı?
Göstericilerin arasına karışan illegal örgüt mensupları, ülkenin dört bir tarafında ellerine geçirdikleri her şeyi yakıp yıkmadı mı? Ve alay edercesine
Parlamenter sistemle idare edildiğimiz vesayet döneminde, siyasi krizler yüzünden yönetimde istikrarı bir türlü sağlayamamıştık.
Kanunları çıkarmakta zorlanıyorduk; nerede kaldı ki 3’te 2 çoğunluk isteyen anayasa değişikliğini veya bütünüyle yeni bir anayasayı çıkarabilelim.
Bu yüzden de darbe anayasalarının ayıbıyla yaşayarak bu günlere geldik. O günden bugüne değin çeşitli maddelerini değiştire değiştire, mahut anayasayı tam bir yamalı bohça haline getirdik.
Bir önceki yasama döneminde yeni bir anayasa yapmak için girişimde bulunuldu ancak bilindiği üzere sonuçsuz kaldı. Üzerinde uzlaşılan 60 maddeyi bile çıkarıp uygulamaya koyamadık.
Yeni dönemde ise başkanlık modeline geçerek onlarca yıldır susamış olduğumuz yönetimde istikrara kavuştuk.
Bu demek değildir ki yeni sistem saat gibi işliyor ve hiçbir eksiği gediği yok. Yığınla var ve üstelik yeni sisteme göre uyum yasaları bile henüz çıkarılamadı.
Ama bilmeden ya da biliyorlarsa da art niyetlerinden olacak, parlamenter sistemde yasama-yürütme ve yargının birbirlerinden bağımsız ve bağlantısız iş gördüklerini ileri sürüyorlar.
Vaktiyle yasamada bulunmuş biri olarak ifade etmeliyim ki asla doğruyu söylemiyorlar. Zira vesayetin gölgesindeki parlamenter sistemde yasama (Meclis) ile yürütme (hükümet) iç içe girmiş ve bunların hepsi başbakanın emrindeydi.
O olmuş bitmiş bir iştir zira zaman geriye doğru işletilemez.
Eski sistemin vesayete endeksli olduğunu bilip savunamadıklarından, akıllarınca ‘güçlendirilmiş’ diye bir şey uydurdular ve bundan böyle, güçlendirilmiş parlamenter sistemi (ne demekse?) dillerine doladılar. İster iddia edildiği gibi güçlendirilmiş olsun, isterse güçlendirilmemiş olsun; eski sistem (bizdeki parlamenter sistem) tam bir bürokratik oligarşi idi.
Oligarşiyi Aristo şöyle tanımlar: “Kötülerin, kendi bencil amaçlarını gerçekleştirmek uğruna insanlara tahakküm etmek için kurduğu yönetim sistemi.”
İşte devletlerin işleyiş çarkını döndüren bürokrasi denilen yapı, insanların yararından ziyade, kendi amaçları doğrultusunda dönüyorsa, bu yapı bürokratik oligarşidir.
Bu yapıda, çalan da oynayan da bürokrasidir. Diğer bir deyişle atanmışlardır.
Bu yapının tipik özelliği milletin işlerini sürüncemede bırakmaktır; tek kelime ile devlet ve millet hayatının yerinde ‘patinaj’ yapmasıdır.
Atanmışlar (bürokratlar), kendilerini kalıcı, seçilmişleri (siyasetçi) gelip geçici gördüğünden, kendilerini mülkün sahibi addetmiş, seçilmişlere de yolcu diye bakmıştır.
Hükümet ömürlerinin ortalama 18 ayla sınırlı kaldığını düşünürsek –ki bizdeki ortalama budur- devlet işleyişindeki siyasetçinin etkisinin çok az ve hatta hiç olmadığını görürüz.
Bahse konu olan bu hal, normal demokrasiler için geçerlidir. Bizde ise hiçbir zaman normal demokrasi işletilemediğinden, iktidarlar daha çok seçim dışı yollarla (darbelerle) el değiştirmiştir.
Bunun da sebebi, bizdeki muhalefetin sandıktan ümidini kesmiş olmasındandır. Seçim yenilgisinden sonra “Bizim oyumuzla dağdaki çobanın oyu bir olur mu?” diye sayıklamaları da bundandır.
Bakınız, çok açık söylüyoruz: Muhalefet ne erken seçim talebinde ve ne de eski vesayet (parlamenter) sistemine dönmekte samimi değildir. Laf olsun torba dolsun kabilinden konuşmaktadırlar.
Hukuksal olarak erken seçim olabilmesi için iki şart var: Biri, parlamentoda 360 üyenin bu işe evet demesi. Değil muhalefet partilerinin, iktidar partilerinin bile parlamentoda 360 üyelikleri bulunmamaktadır.
Parlamentodan böyle bir karar çıkamayacağına göre, geriye bir şart kalıyor, o da Cumhurbaşkanı’nın bu işe karar vermesidir. Cumhurbaşkanı’nın böyle bir karar alabilmesi için kendi süresini de sonlandırması gerekiyor.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde, Cumhurbaşkanı ve onun hükümeti tam yetkiyle zaten iş başındadır. Ve daha 2-2.5 sene bu yetkilerini kullanabilirler. Ayrıca millet de onları 5 yıllığına seçti.
Cumhurbaşkanı’nın böyle bir durumda erken seçim kararını alması, akıl kârı mıdır? Öyle ya, millete yetki almak için gidilir; yetki zaten kendilerinde. Millet “Ne için bana geldin” demez mi?
Görüldüğü üzere her iki şıkta da erken seçim hayalden ibarettir.
Kapitalizm komünizmi, komünizm de kapitalizmi bahane ederek, İslam ülkelerini kendilerine uydu haline getiriyor ve üzerlerinde tepiniyorlardı.
Komünizm yıkıldıktan sonra, rengi ve cibilliyeti ne olursa olsun, tüm sömürgeci ülkeler, hedef tahtasına Müslümanları ve İslamiyet’i koydular.
Bunun sebebi açıktı, zira emperyalistlerin iştahlarını kabartan ‘mama’, İslam coğrafyasında ve Müslümanların ellerinde bulunuyordu.
Geride yalnızca bahane kalmıştı, onu da bulmakta zorluk çekmediler: TERÖR!
Bunun için de İslamiyet’i terör dini, Müslümanları da terörist ilan ettiler.
Ve bunu her türlü iletişim araçlarıyla senelerce işlediler. Öyle ki, dünya kamuoyunda terörist dendiğinde Müslüman anlaşılır olmuştu.
Müslüman Araplar, karikatürlerde ellerindeki petrol hortumunu, Kalaşnikof silahı olarak kullanan teröristler olarak çizilip belleklere kazıldı.
Dolasıyla günümüzün geçer akçesi olan petrol ve diğer kaynaklar, bu teröristlerin eline bırakılamazdı.
Lakin vesayetin, milletiyle bu devleti nasıl uydu hale getirdiğini ve milletlerarası yarıştan koparıp geri bıraktığını görüp bildikleri halde, inat edenlere ve vesayet özlemiyle yanıp tutuşanlara bir çift lafımız olacak.
Sizler, elbette ki vesayet sisteminin hasretiyle yanacaksınız! Sizlerin bitini bu sistem kanlandırdı. Zira bu sistemden besleniyorsunuz; dün de tuzunuz kuruydu, bugün de.
Sizler hiçbir zaman üretmek, terlemek, koşmak, koşuşturmak, yetiştirmek, ekmek-biçmek, pazarlamak vb derdinde olmadınız! Zira hep hazıra kondunuz.
Ekmeğinin peşinde koşan ve bu uğurda çırpınan millete kene gibi yapıştınız ve bu milletin ensesinde sürekli boza pişirdiniz. Her halinizle asalaksınız.
Salgın olmuş, ölüm kol gezmiş, millet ekonomik sıkıntıya düşmüş, döviz almış başını gitmiş, dükkânlar aylar boyu kapalı kalmış, on binlerce insan işsiz kalmış ve daha onlarca olumsuzluklar ayyuka çıkmış; sizler için ne gam!
Tüm bu olumsuzlukların daha çok olmasını ve hatta milletin çeşitli felaketlerin altında ezilmesini, tükenmesini ve büyük çoğunluğuyla yok olmasını arzu ediyorsunuz!
Bunu da saklamıyor, pervasızca, edepsizce haykırıyorsunuz. Sizler bu devleti babanızın çiftliği, milleti de orada çalışan ve barınan kâhyalar (bürokratlar), işçiler (bunlar sizin yandaşlarınız) ve sizden olmayan milletin kahir ekseriyetini de sürü olarak görüyorsunuz!
Çiftliğin kâhyası konumundakiler, millete rağmen iş gören (görmeyen) kurşun askerleriniz, yani bürokratlardır. Bunlar, millete canından bezdirmek için varlar; düsturları,
ABD, bizim gibi ‘sözde stratejik ortaklarına’ uyguladığı vesayet sisteminin daniskasını bizzat kendisi yaşıyor.
ABD’yi yöneten derin güçler (derin ABD), uyguladıkları politikalarla, tüm dünya ile birlikte kendi halkını da cambaza baktırır.
ABD devleti, klasik modelde bir şirketi andırmaktadır. Bu şirkette amaç, her ne olursa olsun kâr etmektir. Müşterinin memnuniyetsizliği, aldatılmış olması, pazarlama esnasında yalan ve hilenin sürüp gitmesi mühim değildir.
Asıl olan, pazarlanan (güdülen politika) satış hacminden elde edilen kârdır.
Yalanla, dolanla ve hileyle Irak’a saldırdı, bir milyondan ziyade insanı katletti, Irak’ı üçe böldü; tüm gerekçeleri yalan çıktı ama sonunda Irak petrolünün üzerine oturdu.
ABD’nin bahanesi, Saddam’ın sözde kimyasal silahlarıydı; öyle bir şey bulamadıkları gibi ‘pardon’ bile deme ihtiyacı duymadılar.
Başkan ve ekibi (bakanlar kurulu-başkanın sekretaryası), ABD şirketini işleten genel müdür ve yardımcıları konumundadır. CEO (genel müdür-başkan) iki dönemle sınırlıdır ama beklenen kârı sağlayamamışsa, bir dönem sonunda işine son verilir.
Tıpkı
Malum, her kaptan içindeki sızar, belli ki bu başpiskoposun içi dışına yansımış ve diline vurmuş.
Böyle bir sözü değil bir din adamı, olsa olsa Yunanistan’daki ırkçı, faşist bir partinin militanı söyleyebilir.
Kini dini olan insan müsveddesi, bu olsa gerektir.
Başpiskopos efendi belli ki elindeki muharref (bozulmuş) İncil’i bile okuyup anlamaktan aciz. Anlayabilseydi, Allah’ın gönderdiği bütün dinlerin asıllarının bir olduğunu ve tüm semavi dinlerde, haksız yere bir insanı öldürmenin tüm insanlığı öldürmek kadar büyük bir günah olduğunu da idrak eder ve böyle bir iftira atmaktan sakınırdı.
Piskoposun elindeki Yuhanna İncili’nin 15. ayeti bakın ne diyor: “Ben gerçek asmayım. Ben asmayım, siz dallarsınız. Bende kalırsanız ve ben sizde kalırsam çok meyve verirsiniz. Bir kimse bende kalmazsa, kesilmiş bir dal gibi atılır ve kurur. Böyle dallar toplanır ateşe atılır ve yakılır.”
Ayrıca Matta İncili’nin 34. ayetinde “Yeryüzüne barış getirmeye geldiğimi sanmayın! Barış değil, kılıç getirmeye geldim.” Luka İncili 49. ayette “Ben dünyaya ateş yağdırmaya geldim. Keşke bu ateş daha şimdiden alevlenmiş olsaydı.”
Şimdi biz Müslümanlar, yukarıdaki metinlere bakıp da Hıristiyanlık din değildir diyebilir miyiz?
Tüm semavi dinlerin aslı birdir ve hepsi de insanların dünya ve ahiret mutluluğunu temin etmek için gönderilmiştir.