Paylaş
Sonuç: Tüm toplumlarda mutlu insan parmakla gösterilebiliyor.
İnsanoğlunun madde adına gerçekleştirdiği tüm keşifler, kendisi için aslında birer oyuncaktan ibaret. Lakin manasını ihmal ve hatta inkâr eden insanoğlu maddeyi öylesine yüceltip kutsadı ki vaktiyle amiri olduğu maddenin emrine girerek memuru derekesine indi; elindeki maddenin esiri, kölesi oldu.
Eve, sokağa, kafeye, çarşıya, okula, AVM’ye, meydan yerine, daireye... Nereye bakarsanız bakın, insanları teknolojinin tutsağı olarak görürsünüz.
Ne tuhaf değil mi? Artık hiç kimse kendisi değil, kendi hayatını yaşamıyor, yaşayamıyor.
Sanal âlemde, kendinde olmayarak, yalnız başına uçuyor. Bindiği alametle, hızla kıyamete doğru gidiyor.
Hani insan sosyal varlıktı? Hemcinsleriyle ve doğayla, doğadakilerle müşterek bir hayat kurardı?
Oysa yalnızlığın daniskasını yaşıyor.
Yalnız, lakin yalnızlığının farkında bile değil.
Sanal bir âlemde bulutlar üzerinde gezinen insan yığınlarının, yere inmeye ve gerçeklerle yüzleşmeye hiç niyetleri yok.
Çocuk yemek yerken mızmızlanmasından rahatsız olan annesi tarafından eline bir telefon tutuşturuluyor; çizgi filmin cazibesine kapılan çocuk, ne yaptığının farkında olmadan midesini şişiriyor.
Yemek yediğini bilmeden yemiş oluyor. Asli tat alma duygusunu unutmuş, lezzeti çatal-kaşıkta arar olduk. Onu da bulabilene aşk olsun!
Sohbet ortamında bile muhatabının hararetli konuşmasına veya direkt kendine sorulan soruya duyarsız kalıp, elindeki telefonla hangi dünyada olduğu belli olmayan yığınla insan var.
Bilim ve teknoloji bu denli ileri gitmeden de bu haller kısmen vardı. O hallerin sebebi, kişinin kendinde olmaması ve sanal bir âlemde uçması değildi. Kibrinden ve karşısındakine değer vermeyişinden kaynaklanırdı ve bunlar sayıca yekûn tutmazdı.
Genç-yaşlı, kadın-erkek fark etmiyor; insanlar ellerindeki telefonların oyunlarına dalarak uykularını getiriyor ve akabinde de uyudum zannediyorlar. Yorgun kalkıp, canları hiçbir şey yapmak istemeyince de ellerindeki telefona sarılıp, gece kaldıkları yerden devam ediyorlar.
Elbette ki bu sanal dünyalar durduk yerde oluşmuyor. Tüm bu iletişim araçlarının yönetimi ve kontrolü ellerinde olan emperyalist güçler, faşizan bir baskıyla değil, gönüllü olarak ve rızayla bireyleri modern dünyanın gönüllü köleleri haline getiriyor.
Böylece bu küresel güçler, esir aldıkları insan yığınlarını istedikleri kalıba sokuyorlar.
Malum, hegemonya yalnız ekonomik veya silah gücüyle elde edilmiyor, kültürel güçle de kitleler kuşatılabiliyor.
Onlar üretti biz tükettik, onlar söyledi biz dinledik, onlar kurguladı biz oynadık. Bilgi ve haber akışını da diledikleri gibi formatlayıp yönlendirdikleri için sadece istedikleri enformasyona, istedikleri şekilde ulaşabiliyoruz. ABD’deki bir sanatçının kaç çocuğu olduğunu ve bugün ne yaptığını biliyoruz ama kıtamızdaki bir ülkenin varlığından bile ancak o ülke elim bir felaketle karşı karşıya kalınca, onu da televizyondan öğrenip haberdar olabiliyoruz.
İzlediğimiz dizi-filmler, beynimize kazınan reklamlar, kullanmakta olduğumuz sosyal (gerçekte asosyal) medya içerikleri, sürekli bize yaşam şekilleri sunuyor.
Reklamların büyülü dünyasında tükettikçe, kendimizin tükettiğini vehmettik. Oysa tüketilen bizzat kendimizdik lakin farkında değildik.
Daha açık ifadesiyle, dışımızda küçülen bu sanal dünya içimizi kemirip kendine benzetiyor. Bizi biz olmaktan çıkarıyor. Zira seçimlerimizi, kararlarımızı etkiliyor ve bizi yönlendiriyor; türlü manipülasyon ve propagandalarla kitlelerin tutum ve davranışları yönlendiriliyor ve istenilen kıvama getiriliyor.
Ve artık biz, kalıplara dökülmüş ruhsuz, kalp insanlarız.
Kalıbımız var ama kalbimiz yok; ruhumuzdan habersiziz.
Oysa insan olarak, yaratılışımızın hamuru ‘sevgi’ ile yoğrulmuş. Bu sevgiyle yaşamamız gerekiyor. Zira bu sevgiyle hayatlar renklenir, tatlılaşır ve mutlu olunur.
Mutluluğumuzun iksiri olan sevgiyi bize kaybettirdiler.
Sudan çıkmış balıkları andırıyoruz.
Her birimiz bir yerde çırpınıyor, kimse kimsenin halinden anlamıyor. Aynı apartmanda kapı komşusu olan komşuların her biri adeta ayrı bir gezegende yaşıyor.
Komşumuzun ölüm haberini bile kokudan ve polis marifetiyle öğrenebiliyoruz.
Ne tuhaf, hiçbir şeyin farkında olmadan ölüyoruz.
En yalın hakikat:
“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz. Nasıl öldüyseniz öyle diriltilirsiniz!” (Hz. Muhammed).
KURAKLIĞA KARŞI ACİL ÖNLEM!
Eski İSKİ Genel Müdürü, mühendis Ergun Göknel’in dün yer verdiğimiz, ‘Suda durum gerçekten vahim. Bizi felaket bekliyor’ başlıklı yazısı kuraklık konusunda her şeyi ortaya koyuyordu.
Göknel acil olarak ne gibi önlemler alınması gerektiğini de kaleme almış. Diyor ki:
Hiç gecikmeden, hemen, bir saniye sonra İstanbul’da su kısıntısına gidilmelidir. İlk aşamada günde 3 milyon yerine 1.5 milyon su verilmelidir.
Her türlü şekilde halkın su tasarrufu yapması sağlanmalı ve bu konuda halk bilgilendirilmelidir. Bu amaçla her türlü yayın organında bilgilendirici ve su tasarrufuna yönlendirici yayın yapılmalıdır, ilanlarla su tasarrufu teşvik edilmelidir. Billboard’lar başta olmak üzere toplu taşıma araçları ilanlarla donatılmalıdır. Hastane, okul gibi tüm kamu kuruluşlarında su kaybına sebep olabilecek arızalar tespit edilerek acilen tamir edilmelidir. Bahçe sulama, araç yıkama, sokak yıkama gibi faaliyetler yasaklanmalı ve yapanlar ağır para cezası ile cezalandırılmalıdır.
YAĞMUR BOMBASI
Su sıkıntısını gidermek için kısa vadede ne yapılabilir?
Çok acil hareket edilirse Şubat ve Mart 2021 aylarında İstanbul’da yağmur bombası (cloud seeding) uygulanabilir. Acilen bir ihale açılıp sonuçlandırılır ve bu işlemi yürütecek ekibin ve uçakların İstanbul’a gelmesi, burada da onlara yardımcı olacak teknik ekibin oluşturulması sağlanabilir.
Bu vesile ile de bir hatırlatma yapmak isterim: Eski Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu 2017 yılı sonlarından itibaren devamlı olarak İstanbul’un 2071 yılına kadar su sıkıntısı olmayacağını söylemiştir. Bu sözlerini de kendisine hatırlatmak gerekir diye düşünüyorum.
Paylaş