Ferai Tınç

24 Kasım’ı aklınızda tutun

2 Temmuz 2006
BU güzel yaz günlerinde bir yanım ağustosböceği ruh haline teslim olmak için fırsat kollarken, diğer yanım karınca. 28 Haziran’da Strasbourg’da Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi kadına karşı şiddet ile mücadele için kampanya başlatıyor.

Kampanya 24 Kasım’da Strasbourg’da başlıyor. Sloganı: "Ulusal meclisler aile içi kadına yönelik şiddete karşı mücadelede elele."

Aynı gün Konsey, İspanya Parlamentosu’nda da kampanyayı tanıtacak.

Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi ile İspanyol Meclisi 24 Kasım’da video-konferans sistemi ile birbirine bağlanacak.

Haydi iş başına. Parlamenterlerimiz yaz tatiline çıkmaya hazırlanıyorlar, ama önceden hazırlık yaparsak, biz de 24 Kasım kampanyasına etkili bir programla katılabilir, o gün Strasbourg’a bağlanıp hazırlıklarımızı açıklayabiliriz.

***

KAMPANYANIN
stratejisi zaten belli. Üstelik bu kampanya üye ülkelerin devlet ve hükümet başkanlarının bilgisi ve onayı ile start alıyor.

Parlamenterler Meclisi’nin Eşit Fırsatlar Komitesi’nin Sosyalist üyesi Minodora Cliveti’nin 19 Mayıs’ta sunduğu rapora göre biçimlenen kampanya 2008 yılında aile içi şiddet konusunda tüm üye ülkelerin somut adımlar atmasını öngörüyor.

Rapordaki gözlemler ilginç. Son yıllarda aile içi şiddet Avrupa dahil dünyanın her yerinde artış gösteriyor.

"Aile içi şiddet değişik biçimlerde ortaya çıkıyor" denen raporda şiddetin farklı biçimleri sıralanırken bunların fiziksel, cinsel, psikolojik olabileceğinin altı çiziliyor.

Ama bir başka konu var ki, artık o da kadına yönelik şiddet kavramı içinde değerlendiriliyor. "Kadını erkeğe ekonomik olarak bağımlılığa mecbur etmek."

Kadınların çalışmasının engellenmesi, miras hakkından mahrum edilmeleri gibi, bugün birçoğumuza gayet sıradan gelebilecek bir çok uygulama "şiddet" kapsamında değerlendiriliyor artık.

Ayrıca bu tartışmalar sırasında çok önemli bir konu daha gündeme geliyor. Ve tasarı metninde yer alıyor.

Avrupa Konseyi, kadına karşı şiddet ile mücadele ederken, "üye ülkelerin kadına karşı her türlü şiddet ile mücadele sorumluluğundan kaçınmak için kültürel ya da dini gerekçeler gösterilmesini reddediyor."

Bu da çok önemli bir yaklaşım.

Çünkü ceza yasası değişkiliği sırasında aile ve kadın haklarıyla ilgili yaşadığımız tartışmalarda, haklardan kısıtlamaya gitmek için "kültür ve din" gerekçeleri çok kullanıldı. Mesela namus cinayetleri konusunda toplumda zihniyet değişikliğini sağlayacak netlikte siyasi bir önderlik üstlenemedi AKP.

Evet kampanyanın stratejisi belli demiştim. 46 ülke parlamentosu aile içi şiddete karşı yasal önlem almaya ve daha da önemlisi bu konuda toplumu bilinçlendirmek için parlamentoların, "kadına karşı şiddetle mücadelede kararlılık açıklaması", milletvekillerinin kamuoyu önünde aile içi şiddete karşı bireysel tavır almaları isteniyor.

***

24
Kasım günü bizim parlamentomuzda da aile içi şiddete karşı özel bir oturum yapılır herhalde. Ama umuyorum, bu kampanyaya inanarak katıldığımızı göstermek için kadın ve aileden sorumlu bakanımız Nimet Çubukçu, CHP milletvekili Gaye Erbatur gibi bu konuda gerçekten çaba harcayan, yine CHP’li Gülsüm Bilgehan gibi zaten Avrupa Konseyi’nde fırsat eşitliği konularında çalışan milletvekillerimizin girişimiyle iki yıllık etkili bir kampanya başlatılsın.

Siyasi destek, Hürriyet gazetesinin de sorumluluk aldığı sivil toplum kampanyalarının daha da derinleşmesini sağlayacak. İçimizdeki şiddet ile mücadele etmek için aile içi şiddetin farkına varmamız gerekiyor önce.

24 Kasım’ı şimdiden defterinize işaretleyin.
Yazının Devamını Oku

Kuşlar dönerken

30 Haziran 2006
BÜTÜN buruklukları bir kenara bırakıp, acıların üstüne çıkıp, hatta yeminleri bozup geri döndüler. Geleceği yeni sözcüklerle tarif etmek için, çağrıya uyarak, bugün İstanbul’da bir araya geliyorlar.

"İstanbul’da buluşma-Bugün ve Yarın" konulu toplantı için dünyanın her tarafından 400 kadar Türkiye Rum’u İstanbul’da.

İstanbul sokaklarında Rum ve Ermeni çocuklarla oynamış, birlikte komşu bahçelerden erik aşırmış, patlıcan kızartması kokulu yaz gecelerinde ateş böceklerinin peşine birlikte düşmüş belki de son nesildenim.

Arkadaşlarım bir adres bile bırakmadan yok oldular, bahçeler sessizleşti, sokaklar üzüldü.

Şimdi bu buluşmayı sevinçle karşılıyorum. Bu sadece bir buluşma değil.

Zoğrafyon Lisesi öğrenci derneğinin attığı bir adımla yankı bulan ve çok geniş bir çevrenin de el verdiği bu toplantıda Türkiyeli Rumlar konusu bilimsel olarak tartışılacak.

***

ZOĞRAFYON
Rum Erkek Lisesi, bizim İtalyan Kız Ortaokulu’nun komşusudur. Ulusal bayramlarda Beyoğlu caddesinden Taksim Meydanı’na kortejler halinde birlikte yürüyüp, dönüşte yine kortejler halinde okul kırdığımız günlerden bile çok eski, İstanbul’un en eski Rum okullarından Zoğrafyon.

Mezunlar Derneği Başkanı Laki Vingas, toplantı fikrinin nasıl doğduğunu, nasıl geliştiğini anlatırken İstanbul valiliğinden ve Belediye Başkanı Kadir Topbaş’tan gördükleri desteği anlattı.

Türkiye’de bir şeyler değişiyor. Dışlayıcılık ve ayrımcılık artık prim görmüyor.

İşte İstanbul buluşması bu mesajı veriyor.

Bu zihniyetin yerleşip yaygınlaşmasında böyle girişimlerin yararı çok fazla. Yeni bir gelecek, yeni bir birliktelik arayışında olan bu girişimler sayesinde Türk-Yunan düşmanlığı üzerine kurulu olan siyasi retoriğin de müşterisi azalacak.

***

BİR
yerde azınlıksan, her yerde azınlıksın sözü ne kadar doğru. Azınlık psikolojisini kadın olarak biraz anladığımı zannediyorum. Ya ayakta kalabilmek için isteklerini, düşüncelerini, hayallerini içine atıp çoğunluğa, hakim bakış açısına uyacaksın ya da dışlanmayı göze alarak kendini ifade edeceksin.

İkincisini yapabilmek kolay değil. O yüzden ki azınlık hakları, bu hakların yasalarla tanınması, siyasette kendini ifade olanağı bulabilmesi en temel insan hakları arasında kabul görüyor.

Türkiye Rumlarıyla ilgili araştırmalar bugüne kadar aşırı milliyetçi kuruluşlar tarafından yapılırdı. "Unutturmamak", düşmanlıkları yaşatmak üzerine odaklanan çalışmalar, Türkiye’de de ama daha fazla Yunanistan’daki bazı dernekler arasında yaygın biçimde görülür.

Türkiye ve Yunanistan’dan ayrıca dünyanın önde gelen üniversitelerinden bilim adamlarını bir araya getiren İstanbul buluşması, bu açıdan önemli.

Umuyorum, sağlam bir tartışma ve derin düşünme ortamı için etkili bir adım olur.

Toplantının amblemi geri dönen kuşlar. Aslında bu sadece Türkiye’yi terk edenlerin geri dönüşü değil. Bu bizim, hepimizin değerlerimize sahip çıkma arzusuyla kendimize geri dönüşümüz.

İster burada, ister orada, nerede olursak olalım.
Yazının Devamını Oku

İran herkesi satranca oturttu

26 Haziran 2006
DIŞİŞLERİ Bakanı Abdullah Gül’ün, Tahran’a ayak bastığı gün Mahmud Ahmedinejad da 24 Haziran 2005’te cumhurbaşkanlığına seçilişinin birinci yıl dönümünü kutluyordu. İran ile nükleer kriz sürecini iyi değerlendirebilmek ve Türkiye’nin bu süreçte nasıl bir rol oynayabileceğini anlamak için geniş bir perspektiften bakmakta yarar var.

"Petrol zenginliğimizi sizin sofralarınıza taşıyacağız" diye iktidara gelen Ahmedinecad, bir yıllık iktidar süresinde işsizlik ve ekonomik sıkıntı altında ezilen halkın taleplerine yanıt veremedi. Ne yeni iş alanları açılabildi, ne enflasyon rakamı aşağıya çekilebildi.

Geçtiğimiz hafta 50 İranlı ekonomist iktidarı ekonomiyi kötü yönetmekle eleştirdi. Yapılanların ne bilimsellikle ilgisi vardı ne de uzmanların görüşü alınıyordu. .

Bürokrasi de memnuniyetsiz. Üst düzey yöneticiler görevden alınıyor, muhafazakar ve deneyimsiz kadrolar, sırf ideolojik yakınlık nedeniyle boşaltılan bu görevlere getiriliyor.

Bunun yol açtığı sıkıntı toplumda sorunlara neden oluyor.

Muhalefet üzerindeki baskılar artıyor. Sendikacılar ve gazetecilerden sonra dünyaca tanınmış felsefeci Ramin Cahanbeglu, nisan ayında uluslararası bir toplantıdan dönüşünde havaalanında göz altına alınıp hapsedildi. Hem de İran’ın baskılarıyla tanınan Evin hapishanesine kapatıldı. 20 kitap sahibi, Sorbonne ve Harvard eğitimli Cahanbeglu’nun CIA ve MOSSAD ile işbirliği gerekçesiyle tutuklandığı söylendi.

Bütün bunlara rağmen, iktidara gelişinin birinci yıldönümünde Ahmedinecad halkın desteğini kaybetmiş değil tam tersine bu desteğin arttığı haberleri geliyor.

Çünkü o, ABD’ye kafa tutan bir lider.

* * *

İRAN
haber ajansı Cuma günü Ahmedinecad’ın Başbakan Tayyip Erdoğan ile telefonla görüştüğünü bildirirken şöyle dedi:

"Cumhurbaşkanı Ahmedinecad Türkiye ile her alandaki işbirliğinin önemine değindi ve Tahran-Ankara ilişkilerini ’kardeşçe’ olarak niteledi. Ve tarafların aralarındaki kültürel, tarihi ve dini bağların derin kökleri bulunduğunu anımsattı. İki ülkenin, İslam dünyası da dahil olmak üzere bölgesel ve uluslararası tayin edici bir rol oynayabileceğini söyledi. Ayrıca uluslararası barış ve güvenlik konusunda etkili bir rol oynayabileceklerine işaret etti."

Haberin gerisi de Başbakan Erdoğan’ın verdiği mesaja ilişkindi.

"Erdoğan ise, İran’ın nükleer konulardaki know-how’ını geliştirmede elde ettiği başarıyı övdü ve ikili ilişkilerin daha da genişlemesini istedi. Dışişleri Bakanı Gül’ün ziyaretinin her alanda ilişkileri daha da geliştirmesini umud ettiğini söyledi."

İran kamuoyuna ulaşan mesaj bu. Her adımın nasıl ince hesaplanarak atıldığını gösteriyor.

* * *

BM
Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri ve Almanya ile pazarlıkların da bu ince hesap üzerinde gittiğini kimse yadsıyamaz.

İran, satrancı dünyaya tanıtan ülke. Gelen işaretler, zaman kazanma eğiliminin ağır bastığını gösteriyor.

Geçen hafta İran Dışişleri Bakanı, İtalya ardından da Almanya’daydı. Önerileri incelediklerini söyledi, ön koşul kabul etmediklerini yineledi. İran’dan 15 Temmuz’a kadar yanıt bekleniyor. Bu yanıtın bir an önce gelmesi için Türkiye de dahil birçok ülke devrede. İran ise yanıtın ancak ağustos sonuna doğru verilebileceğini söylüyor.

Bu süreçte ipler İran’ın elinde.

İktidara gelişinin birinci yıldönümünde Ahmedinecad, popülaritesinin en güçlü kartı olan nükleer krizi etkili biçimde değerlendirmekte kararlı görünüyor.
Yazının Devamını Oku

Merkezden kaçış modası

25 Haziran 2006
ÖNCE Karadağ kararını verdi. Mayıs ayı sonundaki referandumda Sırbistan’da ayrılık onaylandı. Ardından Katalonya. Geçen hafta bölge halkı daha fazla özerklik için oy kullandı.

Bugün de İtalya’da referandum var.

İtalyanlar, merkezi devleti küçültüp, bölge yönetimlerini güçlendirmeyi öngören reform tasarısı için bugün sandık başına gidecekler.

Neler oluyor Avrupa’da?

Büyük devletler parçalanma sürecine mi girdi?

***

İTALYA
’ya bir göz atalım.

Bugün İtalya’da yapılacak olan referandum, hem sağ hem de sol tarafından iyice siyasallaştırıldı.

Anayasa değişikliği değil de sanki hükümete güvenoyu referanduma sunuluyormuş havası var.

Sol, İtalya’nın kurucularının hazırladığı 1948 anayasası ve merkezi devletin gücünün korunması için "hayır", sağ partiler ise sistemi değiştirecek reformlar için "evet" diyor.

Prodi, sıkı bir "hayır"cı, Berlusconi ise "evet" diyor. Eğer evet çıkarsa hükümetin istifa etmesi gerektiğini söylüyor sağ siyasetçiler.

Referanduma sunulan tasarı eğitim ve sağlık politikalarını bölge yönetimlerine bırakıyor. Bölgeler kendi güvenlik güçlerini de oluşturabilecek.

Parlamenter sayısı yüzde yirmi azalacak ve seçilme yaşı indirilecek. Böylece sağ ve soldaki küçük partilerin parlamentoya girme olasılığı azalacak. Ayrıca Başbakanın yetkileri artacak.

Eğer bugün başlayıp yarın sonuçlanacak olan referandumdan "evet" çıkarsa İtalya federasyonu konuşmaya başlayacak.

Ama, hayır çıkarsa da konuşacak gibi görünüyor.

Kuzey Ligi’nin lideri Bossi, "En azından kuzeyde ’evet’ler kazanmalı. Böylece halk olarak haklarımızı ve özgürlüğümüzü elde etmek için Birleşmiş Milletler’e başvurma olanağına kavuşuruz" diyordu Libero’ya verdiği demeçte.

***

İSPANYA
geçen hafta Katalonya’nın daha fazla özerkliği için oy kullandı. Başbakan Zapatero’nun, "Özerklikler İspanyası’na bir adım daha sözleriyle hükümetin başarısı olarak ortaya koyduğu sonuç, sağcı partiler ve bazı generaller tarafından, ülkenin parçalanması" olarak kınandı.

Tam bağımsızlıktan yana olanlar ise bu uzlaşmayı çok geri buldular.

Ama, sonuçta bu bir uzlaşmaydı. Bağımsızlık isteyenler ile merkezi hükümetin yetkilerinin bir kısmını devrederek ülke bütünlüğünün güçlendirileceğine inanan iktidar arasındaki uzlaşma sonuç verdi.

Bu bağımsızlaşma sürecine merkezi devlet ne kadar dayanabilir? Süreç, İspanya’yı bölünmeye götürür mü?

Bağımsızlık yanlısı siyasi hareketler bu sonucu elde etmek için sonuna kadar zorlayacaklar.

Ancak, şiddetin yerini diyalog ve uzlaşma alıyor. Bu bir dönüm noktası.

Bu uzlaşma sürecinde, ayrılık bir hedef olarak kalacak mı? Ben sanmıyorum.

Avrupa Birliği’nin bir parçası olan bu ülkeler ayrıldıklarında, yeniden birliğe girmek için başvurmaları gerekecek. O zaman Fransa ya da İspanya’nın, eğer bir uzlaşma yok ise, bu başvuruyu kabul etmeleri mümkün mü? Tabii ki hayır.

***

GELİŞMELERİ
alt alta sıralayıp, "Avrupa bağımsızlık taleplerine yeşil ışık yakıyor" sonucuna varmak için erken.

Her olayı kendi gerçekleri içinde değerlendirmek gerekiyor.

Yine de, bu gelişmelerin ortak bir özelliği var. Farklılıkların kendilerini ifade olanağı bulduğu bir diyalog süreci teşvik ediliyor. Bunun için de uluslararası kabul gören tek bir koşul var. Şiddet ve dayatmacılığa son vermek.
Yazının Devamını Oku

Sorun ailede sorumluluk kimde

23 Haziran 2006
ÇOCUKLARIN kaybolduğu ortaya çıkıyor, bir genç kız barda bulunuyor. Konuyla ilgili bakan aileleri suçluyor, "Barlarda çalışması için babası tarafından vesika çıkartılana da rastladık" diyor. Sorun ailede de, sorumluluk kimde?

Çocuk yuvalarıyla ilgili ard arda gelen skandallar vicdanımızı kanatırken ellerimizi kavuşturup oturacak mıyız?

Eğer hükümet toplumsal sorunlara çözüm bulacak ortamı yaratamayacak ve önlemleri alamayacaksa ne yapacağız, çocukların sahipsizliğinin önüne nasıl geçeceğiz?

Aileler çocuklarına sahip çıkmıyor, kadınlar kendilerini döven kocalarına dönmek için sığınma evlerinden kaçıyor diyen kadın ve aileden sorumlu devlet bakanı, yurtların ve sığınma evlerinin pek bir işe yaramadığını mı söylemek istiyor yoksa?

Bu sorunlar tabii ki karmaşık ve zor ama imkansız değil. Sonuç alabilme oranı hükümetin ve toplumun kadın ve çocuğa verdiği önceliğe bağlı.

* * *

FRANSIZ M6 televizyonunda geçen hafta sonu fuhuş çeteleriyle ilgili bir belgesel yayınlandı. Avrupa’daki kadın ticaretini konu alan begesel ne yazık ki Türkiye’de geçiyordu. Çünkü raporlara göre son yıllarda Belarus, Ukrayna ve Moldova’dan başlayıp Türkiye’de etkin bir faaliyet alanı bulan kadın ticaretinde artış izleniyor.

Bu belgesel, Türkiye’ye gelen Moldovalı genç kadınların burada çetelerin eline düşüşünü, tehdit ve baskı altında kalışlarını, vücutlarında söndürülen sigaraların izlerine kadar, en ince ayrıntılarıyla gösteriyordu. Moldova’da yapılan çekimlerden çok sayıda genç kadının kayıp olduğunu öğrendik. Kayıp bir kadının, Natali’nin peşine düşen televizyon ekibi, Kuşadası’na geldi.

Ekranlardan buradaki fuhuş çetelerini, otellerin rezaletini, kadınların kaçmasınlar diye kapatıldıkları evleri utanç içinde izledim.

Natali’yi değil ama Moldova polisinin iki ay önce Türk polisine kayıp olarak bildirdiği genç kadınlardan birini televizyon ekibi ciddi bir takip sonucu belirledi.

Televizyon gazetecilerinin ulaşabildikleri pislik yuvalarına Türk polisi nasıl ulaşamıyordu?

Bu sorunun yanıtını Moldova polisinden bir yetkili verdi: "Biz, kayıp kadınları Türk polisine bildiriyoruz" dedi "Ama beklediğimiz işbirliğini göremiyoruz. Türk polisi işin üzerine fazla gitmiyor."

Doğru mu?

ABD Dışişleri Bakanlığı’nın bu ay başında Kongre’ye sunduğu yıllık raporda, Türkiye’nin cinsel sömürü amaçlı kadın ve çocuk ticaretinde önemli bir geçiş ve hedef ülke olduğu belirtildikten sonra, hükümetin bu duruma son vermek için yapması gereken "asgari standartlara" bile uymadığı söyleniyor.

Demek Moldovalı polis yetkilisi abartmıyor. Bu ülkede sorun var, ama sorumluluğu alıp sorunların üzerine kararlıkla giden yok.

* * *

KADIN
politikası, hükümetin gündeminde öncelikli bir konu değil. Bu yüzden de kadın ve çocuk haklarıyla ilgili toplumsal sorunların çözümünde yetersiz kalınıyor. Bugüne kadar atılan adımların hep zorlamayla olmasının nedeni de bu değil mi zaten.

Birleşmiş Milletler kadına karşı her türlü ayrımcılığın önlenmesi komitesi CEDAW Türkiye ile ilgili hazırladığı raporda hükümete önemli bir çağrıda bulunuyordu. Cinsiyet eşitliğinin sağlanması için yapılması gerekenler konusunda kamuoyunu ve özellikle hükümet yetkilileri, politikacılar, milletvekilleri ve kadın kuruluşlarının bilgilendirilmesi için raporun tavsiye kararlarının tercüme edilerek yaygın biçimde dağıtılması istenmişti. Raporun yayınlanmasının üzerinden 15 ay geçmiş olmasına rağmen kadından sorumlu devlet bakanlığı harekete bile geçmemiş.

Kadın örgütleri bu çevirilerin yapılıp dağıtılması için imza topluyor.

Sorunlar belli de sorumlular kolları sıvamak istemiyor ne yazık ki.
Yazının Devamını Oku

Fransa ve 2007 sendromu

19 Haziran 2006
<b>STRASBOURG</b><br>"İKİ kıyı arasında yakınlaşmayı vurgulamak için anonsları iki dilden yapacağız" diyordu sunucu. Fransa-Almanya sınırını birleştiren parkın bu tarafında, Fransa’da Starsbourg Filarmoni Orkestrası’nın halk konserini izlemek için Kehl’den gelen Almanların sayısı hiç de az değildi. Geçen hafta Lüksemburg-Brüksel ve Strasbourg üçgeninde yoğunlaşan Avrupa Birliği gündeminin yorgunluğunun ardından çimenlere serilerek izlediğim bu güzel konserin sonu, hiç de başı gibi enternasyonalist gelmedi.

Fransız milli marşından ezgiler taşıyan bir parça, Fransız bayrağının renklerini yansıtan ışık oyunları ve sonunda gökyüzünü aydınlatan havai fişeklerle gelen finalde güçlü bir milliyetçilik öne çıktı.

Fransa değil genişlemeyi, kurucusu olduğu Avrupa Birliği’ni yeni bir yüzyıla taşıma projesini bile destekleyecek siyasi bir iklimde değil.

* * *

ANAYASA
’nın reddedilmesiyle kendini belli eden içe dönme eğilimi giderek artıyor.

Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 20 ülkede yapılan bir kamuoyu araştırmasında serbest piyasa ekonomisine, küreselleşmeye en fazla karşı çıkanların Fransızlar olması bir tesadüf değil.

Aşırı milliyetçi Ulusal Cephe (Front National) Başkanı Jean-Marie Le Pen’in, kamuoyu yoklamalarındaki desteğinin yüzde 26 çıkması da öyle.

Yabancılara ve küreselleşmeye karşı çıkışları ve güvenlik konusunda radikal önerileri bilinen Le Pen’in kamuoyu desteği ilk kez bu seviyeye çıkmış.

İşte Fransa, böyle bir içe kapanıklık ortamında 2007’de başkanlık seçimlerine gidiyor.

Seçim rüzgarlarıyla dolan yelkenlerinde, başka denizlerin rüzgarlarına yer yok.

İçe kapanma eğilimi o kadar güçlü ki, Sosyalist Parti Lideri Segolene Royal’in en güçlü aday haline gelmesinin nedeni "tipik bir sosyalist olmaması" diye yorumlanıyor. Sağcı görüşleri savunduka desteği artıyor.

* * *

DOĞU
bloku ülkelerinin Avrupa Birliği ile müzakereye başladıkları gün yaşanan atmosferi anımsayınca, bizimki ile arasında dağlar kadar fark olduğunu görüyor insan. O zaman bayram havası yaşanıyordu, bizimkinde itişme kakışma. Bu süreçte Fransa’nın etkisini kim yadsıyabilir ki. Avrupa kulislerinde "Fransa" deniyor "Türkiye’nin üyeliğinin önündeki en kararlı engel. En azından başkanlık seçimlerine kaar öyle görünüyor."

Son zirve toplantısında, Avrupa Birliği’nin özümseme kapasitesini üyelik kriteri haline getirmek isterken Fransa’nın aklında Türkiye vardı. 3 Ekim öncesi bu formülü arşivlerden çıkartan Fransa değil miydi?

Önümüzdeki dönemde, Kıbrıs Rum Dışişleri Bakanı Yakovu’nun dile getirdiği ama pek itibar görmeyen, Komisyon değil adayları üye ülkeler denetlesin önerisinin uygulanabilmesi için yeni formül arayışlarını başlatanların da aynı çevreler olduğu söyleniyor.

* * *

ALAİN Duhamel
, Le Point dergisinin son sayısında Fransız demokrasisinin kötülediğini yazıyor. "Reform ile devrim, değişim ile macera arasında seçim yapmak zorunda kaldığımız 1788’i yaşıyoruz" diyor. Bu durumtdan çıkış yolu "daha kontrollü, dengeli yani demokratik bir başkanlık rejimi."

2007 sendromu sadece Fransa’ya ait değil. Türkiye de 2007 gerginliğini yaşıyor. Rejim sorunlarını tartışmaya açan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin siyasi iklimi Türkiye’yi de etkisi altına almış durumda.

Aralık ayının sadece Türkiye’nin Avrupa süreci için değil ama iki ülke ilişkilerinin geleceği açısından da kritik bir eşik olacağı kesin. 2007 sendromlarıyla bu eşiğin aşılması zor görünüyor.
Yazının Devamını Oku

Kıbrıs kimin sorunu

18 Haziran 2006
KIBRIS kimin sorunu? Benim bildiğim Kıbrıs öncelikle Ada halkı arasındaki bir sorun. Kıbrıs Türkleri ve Rumlarının kurduğu ortak cumhuriyet bu sorun yüzünden çöktü, çatışmalar, ölümler etnik temizlikler bu nedenle yaşandı.

Ada, iki halkın bir arada yaşayamaz hale gelmesi nedeniyle bölündü.

Evet, Türkiye ile Yunanistan’ın iradeleri bu bölünmüşlüğü körükledi, çatışmayı derinleştirdi.

Ama şu anda sorun nerede? Kıbrıs’ta değil mi?

Gelişmelere baktığımızda öyle durmuyor.

Avrupa kamuoyu, "Türkiye, Avrupa Birliği üyesi ülkelerden birini tanımıyor, onun serbest ticaret yapmasını engelliyor" diye görüyor olayı, Kıbrıs’ı bir Türkiye sorunu olarak algılıyor.

* * *

ÇÜNKÜ Annan
planının reddedilmesinden bu yana, Türkiye bütün siyasi pozisyonunu "Biz üzerimize düşeni yaptık" mesajının verilmesine göre ayarladı.

Avrupa Birliği sürecinde Kıbrıs Rumlarının üyelikten doğan durumlarını kullanmak için yaptıkları her girişimde, Türkiye Kıbrıs sorununun tarafı, Kıbrıs Türklerinin sözcüsü olarak sivrildi. Yunanistan bu meseleyi tamamen sahibine, Kıbrıs Rumlarına devrettiği için localardan yönetti.

Annan Planından sonraki gelişmeler hepimizin adalet duygusunu incitti, ama bunları tekrarlamak bir işe yaramıyor artık. Türk yetkililerinin kullandığı bu söylem, "siyasi" olarak yorumlanıyor ve bir hukuk alanı olan AB için "Gümrük Birliği anlaşması çerçevesinde malların serbest dolaşımının bütün üye ülkelere tanınması" gerektiğini değil değiştirmek, etkilemiyor bile.

Bu parametreler içinde yeni yaklaşımlar bulunamaz mı?

* * *

BULUNABİLİR
. Rumların Avrupa Birliği’ne üye olmalarından sonra değişen parametrelere uygun, yeni bir yaklaşım geliştirilmeliydi.

AKP, çözümü desteklemiş olmanın siyasi faturasını, ne pahasına olursa olsun üstlenmek istemediği için değişen parametreleri, hep bu faturada nasıl indirim sağlayabileceğini düşünerek yorumladı.

Ek protokolü imzaladı, ama Kıbrıs’ı tanımadığını ek bir deklarasyonla ilan ederek, iç siyasette gardını aldı.

Ne oldu? Bu deklerasyonu AB kayda almadı. Buna yanıt olarak Kıbrıs Rumlarının müzakere süreci içinde tanınması dahil, bu yıl sonuna kadar limanların açılmasını isteyen karşı deklarasyonunu yayınladı. Ne yazık ki bu, AB müktesebatı oldu.

Bu süreçte, Kıbrıslı Türkler ne yaptı? Onlar, olayın tarafı olmaktan neredeyse çıkarak gözlemci konumuna gerilediler.

Bunda Avrupa’dan gelen telkinlere fazla kulak vermiş olmanın da etkisi var tabii.

Önce Fransa’daki anayasa referandumu ileri sürülerek, sonra Hollanda ve daha birçok gerekçeyle Kıbrıslı Türklerin sessiz kalmasının daha iyi olacağı telkinleri yapıldı. Türkler, denklemin dışına itildi. ABD ve Avrupa yetkililerinin ziyaretleri ile gönülleri alındı o kadar. CTP’nin iktidara gelmesi de, daha önce etkili muhalefet yürüten insanların ve kurumların hükümet olmanın getirilerini paylaşarak sessizleşmelerine yol açtı.

Sessiz sokakları yönetmek her zaman tercih edilir.

* * *

AVRUPA
ile krizleri duygusal tepkilerle yönetmek yerine yeni yaklaşımlar bulunabilir.

Ama bunun için Kıbrıs meselesinin sadece Türkiye’nin sorunu olmadığını anımsatacak etkili adımlar gerekir. Kıbrıs meselesi, Kıbrıs’ın ve Avrupa’nın meselesidir.

Rumların resmen tanındığı 60 anlaşması bugün ihlal edilmiştir. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurucu üyesi Türklere ayrılan yerler boştur. Avrupa Birliği Müktesebatı, bölünmüşlük ve çözümsüzlük nedeniyle adanın sadece bir bölümünde uygulanabilmektedir.

Avrupa’ya, üyelerinden birindeki bu sorunu hissettirecek olan biz değil, Kıbrıslı Türklerdir.

12 Haziran gecesi Lüksemburg’daki basın toplantısında gözlerim hep Kıbrıslı Türk gazetecileri aradı. Onların bizden daha fazla soracağı vardı eminim.
Yazının Devamını Oku

Avrupa geleceğini arıyor

16 Haziran 2006
OLLI REHN, Lüksemburg’daki basın toplantısında, Türkiye ile önemli adımların nedense hep gece karanlığında atıldığı esprisini yaptı. Kulislerde dolaşınca bu espriyi yapan tek kişinin sadece Avrupa Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu komiseri olmadığını anlıyor insan.

Geçen yıl 3 Ekim’de, müzakerelere başlama kararının saatleri durdurarak ancak yerine getirilebilmesinin ardından, ilk adım için de gece yarısına kadar beklenince, "Türkiye, Avrupa Birliği’ne herkesin uykuya daldığı bir saatte, kimse farkına varmadan girecek herhalde" yorumları yapılıyor şakayla karışık.

Her şakada olduğu gibi bunda da doğruluk payı var. Türkiye, Avrupa Birliği’nin önümüzdeki iki yıl içinde en zor konularından biri.

Avrupa Birliği ile ilişkimizi daha iyi tanımlayabilmek için birliğin içinde bulunduğu durumu, sorunlarını anlamaya çalışmakta yarar var.

Türkiye Avrupa Birliği için zor bir konu çünkü "nasıl bir gelecek? Nasıl bir Avrupa?" soruları hálá yanıtlanabilmiş değil.

Dün Brüksel’de başlayan zirve toplantısında, bu soruya yanıt vermek için sürenin bir yıl daha uzatılması istendi.

Geçen bir yıllık "düşünme dönemi" içinde Anayasa sürecini yeniden canlandırmak ve Avrupa Birliği’ni, halka daha yaklaştıracak kurumsal değişimleri yapmak yani "Projeler Avrupası"nın adımlarının atılması öngörülmüştü ama, olmadı.

Avrupa, kafasını toparlayamadı.

Ocak 2007’de başkanlığı devralacak olan Almanya, Avrupa Anayasası’na ilişkin öneriler getirecek. Bu önerilerin, 2008’in ikinci yarısında başkanlığı devralacak olan Fransa tarafından hayata geçirilmesi bekleniyor.

* * *

YARININ
Avrupası’nın genişleme konusundan bağımsız düşünülemeyeceği kesin. Genişleme sürecinin en önemli maddesini oluşturduğu için Avrupa kamuoyunun algılamasında, Türkiye ile Avrupa’nın geleceği arasında doğrudan bir bağlantı kuruluyor.

İfade özgürlüğüne tahammülsüz, düşünceye kapalı, namus cinayetlerine karşı hálá gerekli tepkiyi ortaya koyamayan ve değişim konusunda ciddi direnç gösteren bir Türkiye’nin üyelik müzakerelerinde Avrupa kamuoyundan destek görmesi mümkün değil.

Biz yıllarca kendimizi tanıtamamaktan şikayetçi değil miydik? İşte fırsat. Şimdi bütün dikkatler üzerimize yoğunlaşmış durumda.

Bugün sona erecek olan zirveden bizimle ilgili çıkan sonuç da bu. Birliğin özümseme kapasitesi, henüz çerçevesi bile belli olmadığı halde, Türkiye için geçerli olacağı daha şimdiden kesin.

Bütün bunlar, Avrupa kamuoyuna "korkmayın Türkiye’yi alacağımızın garantisi yok" mesajı vermek için.

Türkiye, AB üyesi 25 ülkeden farklı olmadığını, aynı dili konuşarak vermek zorunda.

Bu nedenle hiç vakit kaybetmeden, harekete geçmemiz lazım. Avrupa kamuoyunun korkularını, reformlara hız vererek, Kopenhag kriterlerinin özünü oluşturan konularda atılacak cesur adımlarla dağıtabilir, aynı dili konuşarak daha iyi anlaşabiliriz.

Bundan en kazançlı çıkacak olan öncelikle biz olacağız. Ama Avrupa da kendi geleceği ile ilgili sorulara daha rahat yanıt bulacak. Avrupa’nın geleceği tartışmalarında duruşumuzla ve önerilerimizle yerimizi alacağız.

* * *

YETER
mi? Reformlar Kıbrıs sorununu dondurmaya yeter mi? Yetmeyecek. Bütün sinyaller ters yönde.

Avrupa Birliği, Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Türkiye’ye itirazlarını tamamen "hukuki" bir çerçevede değerlendiriyor ve AB kanallarından Türkiye’nin önüne getirdiği taleplerinde Rumları haklı buluyor.

Bizim, Kıbrıs Türklerinin haklarını savunmamız, "Siz Türklere izolasyonları kaldırın biz limanları açalım" şeklinde kurduğumuz denklem ise onlara göre "siyasi" bir yaklaşım.

Reform sürecine hız vermemiz şart ama yetmeyecek. Kıbrıs krizi tırmanacak. "Kıbrıs Rumları Avrupa’yı bezdirdi, bizim haklılığımızı anlıyorlar" safsatasında teselli bulmak ise artık mümkün değil.
Yazının Devamını Oku