Ferai Tınç

Avrupa yollarında papatya falı

12 Haziran 2006
VETO kullanacaklar mı kullanmayacaklar mı? Engelleyecekler mi, engellemeyecekler mi? Kabul ettirecekler mi ettirmeyecekler mi? Gidecek miyiz gitmeyecek miyiz?

Papatya falına bakar gibi.

Alt tarafı otuz beş fasıl arasından en sorunsuzu, Avrupa Birliği müktesebatının en sınırlı olduğu bir fasıl bilim ve araştırma.

Müzakere sürecinin ilk basamağı.

İlk ve en emin olduğumuz halka sözüm ona.

Rum Yönetimi, hükümet değişirken gider ayak tanınma koşulunu getirmeye çalışarak süreçte sorun yaratan tek taraf mı? Değil, bu süreci yavaşlatmaya çalışan tüm güçler onun arkasında sıraya girdi.

Artık iyice belli oldu, Kıbrıs Rumları önümüzdeki dönemde Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine karşı herkes tarafından kullanılacak bir koz haline getirdiler kendilerini.

Tabii, bu karşıt cepheye Türkiye’deki Avrupa karşıtları da dahil.

Rumlar, onların da doğal müttefiki oldu bu süreçte.

Bir başka doğal müttefikleri daha var. Reformlar konusunda ödevini yapmak istemeyenler.

Çünkü, Rumların çıkardığı tantana sayesinde gündem bulanıyor, öncelikler unutuluyor.

Aklıma ilk gelen örneği vereyim. Müzakereler iki fasılda açılacaktı. Bilim- Araştırma ve Eğitim-Kültür.

Eğitim-Kültür neden ertelendi acaba? Kamu ihaleleri ve rekabet yasaları konuları da vardı tartışma gündemimizde. Avrupa Birliği, bu iki önemli konuda Türkiye’de yeterince şeffaflık sağlanmadığı ve gerçek rekabet ortamı oluşamadığını ileri sürdü. Müzakerelerin ancak belli bir seviyeye açılabileceği sinyallerini verdi.

Onlar da gündemden düştü.

Rumların elimize tutuşturduğu papatyalardan yaprak kopartarak gidecek miyiz, kalacak mıyız heyecanına kapılınca, önceliklerimizle sahte gündemler birbirine karıştı.

* * *

ORTAKLIK
Konseyi öncesi konuşmamız gerekenleri görmek için AB’nin hazırladığı ortak tutum belgesine bir göz atmak yeterli. Gümrük Birliği ek protokolünün parlamentoda onaylanması, limanlarların ve havaalanlarımızın tüm AB üyesi ülkelere açılarak malların serbest dolaşımına olanak sağlanması koşulu bu tutum belgesinin her aşamasında var. Bu ortak tutum belgesi bizim de irademizi yansıtıyor. Çünkü kabul ediyoruz bu belgeyi.

Demek ki, bu konularda Avrupa ile birlikte bir çözüm bulmak durumundayız. Bu ille de Kıbrıs’ı tanımak ve limanları açmak anlamına gelmez. Yaratıcı formüller bulunabilir.

Bu tek sorun değil. Ortak tutum belgesinde daha önce altı çizilen bir mesele daha var.

Kopenhag siyasi kriterlerinin tam olarak uygulanması için gerekli siyasi reformların derinleştirilmesi. Düşünce, ifade ve inanç özgürlüğünü güvence altına alacak önlemler paketinin yürürlüğe girmesi, kadın hakları ve iş hayatında İLO standartlarının uygulanması için alınacak önlemler, sendikal haklar, azınlık haklarına, yargı bağımsızlığına kadar geniş alanda reformların yapılması öngörülüyor.

Bunların yapılmasını sağlamak için de Türkiye’den, gözden geçirilmiş katılım ortaklığı belgesindeki taahütlerini ne zaman ve nasıl yapacağını gösteren ulusal programı bir an önce hazırlaması isteniyor.

Ulusal programı hazırlamak kolay değil. Bunun için siyasi uzlaşma gerekiyor.

* * *

REFORM
atmosferini canlandıracak olan ulusal programın hazırlanması bizim taahüdümüz. Kendimize verdiğimiz bir söz. Stratejik seçimimiz. İktidar gibi muhalefet de bu sözün arkasında durmak zorunda.

Yok aksi düşünülüyorsa, ya da fikir değiştiren varsa, o zaman bir şey gerekiyor. Lütfen açıkça söyleyin, halka "Biz Avrupa Birliği üyeliğine karşıyız. Bu sürece son verilmesini istiyoruz" deyin. Siyasi şeffaflık gösterin.

Kıbrıs sorunu aşılsın ya da aşılmasın, bugünden itibaren herkes bu soruyu kendisine bir daha sorup yanıtını samimiyetle açıklamalı.

Çünkü biz bu yola papatya fallarıyla değil, kararlılıkla devam edebiliriz ancak.
Yazının Devamını Oku

Ege’de çözüm hız kazanmalı

11 Haziran 2006
KEŞKE iki gencin hayatı kararmasaydı. Keşke, Türkiye ile Yunanistan arasındaki it dalaşı olmasaydı da, bir Yunanlı genç hayatını yitirmese, genç bir Türk askeri o travmayı yaşamasaydı. Dün Gül ve Bakoyani’nin iki ülke arasındaki sorunları gerilime yol vermeden çözmek için harcadıkları çabayı izlerken bunları düşündüm.

Ege’de moratoryum, 15 haziran ile 15 Eylül arasında yapılabiliyorsa neden bütün yıl yapılamıyor?

Madem iki ülkenin genel kurmay başkanları arasında kırmızı hat kuruluyor da, iki ülkenin siyasetçileri bir araya gelip suların ve gökyüzünün güvenliğini birlikte korumak için yaratıcı bir formül bulalım diyemiyor?

İstikşafi görüşmelerin 34’üncüsü yapılmış. Dün Dışişleri Bakanımız açıkladı. Bu görüşmelerin, dışarıya bilgi sızdırılmadan sürmesinden duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Bakoyani de onayladı.

Pekiyi bizim ne olup bittiğini anlamamız için daha kaç otuzdört toplantı gerekiyor? Yoksa bu görüşmelerde pek bir şey olmuyor mu?

Türkiye ile Yunanistan arasındaki ticaret 2 milyar dolara ulaşmış. Bu çok önemli. On beş yıl önce Yunanistan’da üzerinde Türk malı yazılı bir ürünün pazara adım atması bile mümkün değilken ve ticaret hacmi dört yüz bin doları zar zor bulurken bu rakkam büyük bir gelişmeyi gösteriyor. Halklar, sorunları aşıp iş yapmaya başlıyor, ne güzel.

Ama siyasi çözüm süreci aynı hızı yakalayamıyor.

***

DÜN
Dışişleri Bakanı Gül ve Yunanlı meslektaşı Bakoyani İstanbul’da Türk-Yunan Medya Konferansı’nın açılış oturumuna katıldılar.

Bu yıl dördüncüsü düzenlenen Türk-Yunan Medya Konferansı’nın adımı ilk kez 1999’da atıldı. Türk Basın Konseyi’nin girişimi ve Yunanlı bir grup gazetecinin desteğiyle başlayan bir süreç bu. Yedi yıllık bir çaba ve ikisi Yunanistan’da ikisi Türkiye’de gerçekleşen dört toplantının amacı, iki ülke medyası arasında kurulacak köprüler sayesinde Türkiye ve Yunanistan halkının birbirini anlayabilmesini sağlamak, sorunların iç siyaset malzemesi haline gelmesini önlemek.

Yani, ön yargısız doğru gazetecilik yaparak barış ortamına katkıda bulunmak.

Dün sabah konferansın açılışında konuşan Abdullah Gül ve Yunanistan Dışişleri Bakanı Dora Bakoyani, medyanın iki ülke ilişkilerindeki önemine değindiler.

Haklıydılar. Ege’de savaş rüzgarları estiren Kardak krizinde sorumsuz yayıncılığın etkisini kim inkar edebilir ki?

Ama, her iki bakanın medyanın rolünü çok fazla öne çıkarttıkları dikkatimi çekti. Hatta, medyanın siyasilerden daha etkili olduğunu bile söylediler.

Bu bana biraz fazla geliyor. Evet, önyargısız, nesnel ve kaliteli yayıncılık kaygısı olmayan misyon medyası Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunları kendi dar siyasi amaçlarına alet etmek isteyen çevrelerin ekmeğine yağ sürebiliyor.

Ama, ilişkilerin düzelmesinde tek başına medyanın etkisi ne olabilir?

***

ESAS
sorumluluk politikacıların.

Sorunları politikacılar çözecek. İyi niyet girişimlerini politikacılar ileri götürecek, onlar öncülük edecek.

Mesela, Türk-Yunan yakınlaşmasının İsmail Cem ile birlikte mimarı olarak tanıdığımız PASOK Lideri Papandreu, geçen haftalarda çıktı ve "Kara sularımızı 12 mile çıkartalım" dedi.

Siyasi kariyerini düşmanlık değil, dostluk teması üzerine oturtup geliştirmiş olan bir politikacı, sırf hükümeti sıkıştırmak için popülizme, hem de sorunları sömürme popülizmine bu kadar kolay sapabiliyorsa medya ne yapsın?

Dün bakanların İstanbul buluşması, son günlerde yaşanan gerilimlerden sonra iyi bir açılım, güven artırıcı önlemler de öyle. Ama artık Türkiye ve Yunanistan ilişkilerinin bu küçük adımların ötesinde daha büyük ve kalıcı uzlaşmalara ihtiyacı var.

Gerek Avrupa Birliği cephesinde, gerek ikili ilişkilerde ortak geleceğin tasarlanması zamanı geldi. Yeni dönem, bu konuda ortak vizyonu hayata geçirecek siyasetçileri geleceğe taşıyacak.

Güven artırıcı önlemlerin haber değeri yavaş yavaş düşüyor.

Medya, Türkiye ve Yunanistan’ın birbirine güvendiğini gösteren yaratıcı adımları bekliyor politikacılardan.
Yazının Devamını Oku

Zarkavi sonrası Irak

9 Haziran 2006
"DEMOKRATİK ilkelere ve demokrasiye ulaşmak isteyen herkese karşı acı bir savaş ilan ettik." Ebu Musab El Zarkavi, 20 Ocak 2005’te böyle diyordu. Zarkavi, sadece demokratik bir Irak’ın kurulmasına karşı çıkmıyordu; Irak’lı Şiilerin, dahası ülkenin yeniden kurulmasında sorumluluk almak isteyen bütün Müslümanların öldürülmesini de istiyor ve "Cihad’ı tehdit eden her durumda Müslüman kanını dökmek caizdir..." çağrısı yapıyordu.

Ebu Musab El-Zarkavi, önceki gece gerçekleşen bir operasyonla öldürüldü. Irak Başbakanı Cevad El Maliki, dün sabah Zarkavi’nin öldürüldüğü haberini duyururken, üç önemli bakanlığa getirilecek isimler konusunda uzlaşmaya varıldığını da açıkladı.

Hepsi de Saddam’ın ordusunda görev yapmış olan bu üç bakan, Savunma Bakanı Abdülkadir Casim, İçişleri Bakanı Cevad El Bolani ve Ulusal Güvenlik Bakanı Şervan El Vaili, kendilerini Irak Meclisi’ne tanıtırken Bağdat’ta patlayan bir bomba sonucu 19 kişi yaşamını kaybetti.

Zarkavi’nin ölümü, Irak’ta terörün sona ermesi anlamına gelmiyor. Hele kısa vadede köklü bir değişiklik beklemek mümkün değil.

Tabii ki, El Kaide’nin Ortadoğu’ya yerleşmesi ve yaygınlaşması için çalışan liderliğe indirilen darbe önemli bir gelişme. Özellikle hükümetin elini güçlendirmesi açısından önemli. Ama Irak’ın istikrarı açısından hükümetin önünde çözüm bekleyen çok önemli iki konu var.

* * *

KERKÜK’
ün statüsü, petrolün paylaşımı gibi can alıcı konuların uzlaşma ile çözümlenmesi hükümeti bekleyen en önemli sorunlar. Bu iki sorun da aslında Irak’ın bütünlüğünün güvencesi. Irak’ta istikrar, bütünlüğünü güvence altına alacak alt yapıyı sağlamlaştırmasına bağlı.

Yine de, Zarkavi’nin öldürülmesi ve üç kritik bakanlığa getirilecek isimler üzerinde anlaşmaya varılması olumlu bir gelişme.

Bağdat’a son ziyareti sırasında Türkiye’nin Irak Genel Koordinatörü Büyükelçi Oğuz Çelikkol’a, PKK’nın Irak’taki varlığına son verecek adımların atılması için güvenlik konularından sorumlu bakanların göreve gelmelerinin beklendiği söylenmişti. Önümüzdeki günlerde, bu konuda da gelişmeler olabilir.

Yakında Türkiye’yi ziyaret etmesi beklenen Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari’nin getireceği mesajlardan anlayacağız.

Susturma lobisi

DÜŞÜNCE özgürlüğünün en temel insan hakkı olduğunu inkar etme cesaretini gösteremeyenler, kendileri gibi düşünmeyenleri susturmak için baskıya baş vuruyorlar.

Görüşleri taban tabana zıt olsa bile, aynı yöntemin farklı çevreler tarafından aynı amaçla kullanıldığını görüyoruz.

Korkutarak, iftira ve tehdit ederek, yayın organlarında hedef göstererek, kaba kuvvete baş vurarak susturma yöntemi bu.

Bir bakıyorsunuz Emin Çölaşan gibi sevilen itibarlı bir gazeteci hakkında iftiralarla dolu dosyalar hazırlanmış kamuoyuna sızdırılıyor, öte tarafta Türk edebiyatının sevilen bir ismi, Perihan Mağden hedef haline getirilmeye çalışılıyor. Neden? Açıkça söyledikleri düşünceleri birilerinin hoşuna gitmediği için.

Farklı görüşler dile getiren sesleri susturmak ve kendi inançlarının doğruluğunu kanıtlamak için mahkemeleri de siyasi bir kürsü gibi kullanmaya çalışıyor bu baskıcı zihniyet.

İster din adına, ister millet adına hareket ettiğini söylesin, bu çevreler baskı ve şiddeti, yani terör yöntemlerini meşrulaştırdıklarının farkındalar mı acaba?
Yazının Devamını Oku

Irak’a güvenlik işbirliği önerdik

5 Haziran 2006
CUMARTESİ günü öğleden sonra Bağdat’ta Rus Büyükelçiliği’ndeki görevlileri taşıyan bir araç durduruldu. Bir Büyükelçilik görevlisi öldürüldü, dördü kaçırıldı. Aynı saatlerde Basra’da kalabalık bir Pazar yerine dalan bir bombalı bir otomobil havaya uçtu. 28 kişi öldü, 62 kişi yaralandı.

Irak’ta Cumartesi günü 42 kişinin çeşitli saldırılarda öldürüldüğü açıklandı.

Polis daha önce öldürüldükleri anlaşılan 12 ceset buldu.

Bağdat’ta kutular içinde kesilmiş 7 insan başı bulundu. Bazı haberlere göre kesik başların sayısı 8.

Dün, Pazar günü, telekomünikasyon işçilerini taşıyan bir minibüs Sadr kentine giderken silahlı saldırıya uğradı. Dört kişi öldü.

Dün, Diyala’da bir otobüsü durduran silahlı kişiler 21 kişiyi öldürdü. 12’si sınava gitmekte olan lise öğrencileriydi.

Irak’ta son iki gün içinde yaşananlardan sadece ilk bakışta alt alta sıraladığım birkaç olay.

İnsan hayatı, sayılarla ifade edilmeye başlandığında yüzler silikleşiyor, ölüm ve şiddet sıradanlaşıyor.

Okuyup geçebiliyor, duyup unutabiliyoruz gözlerimizin önünde cereyan eden ve bizi de, hiç fark etmeden içine çekmekte olan bu felaketi.

Irak’ın yaşadığı bu karmaşa ve yokoluş ortamının sorumluluğu sadece kurulmaya çalışılan ve bir türlü kurulamayan yeni hükümete bırakılabilir mi?

Uluslararası toplum bu konuda ne yapacak? Doğrusu ben kesin bir yanıt bulamıyorum bu soruma.

* * *

TÜRKİYE
’nin Irak Özel Temsilcisi Büyükelçi Oğuz Çelikkol, Irak’a yaptığı ziyaretten yeni geri döndü.

Irak’a gitmek ve gelmek de öyle kolay değil. Özel Temsilci bile olsanız. Büyükelçi Çelikkol, "Türk silahlı kuvvetlerinin sağladığı güvenlik ve askeri bir helikopterle Bağdat’a gittiğini" anlattı.

Bu kentin, hatta Kuzey hariç tüm Irak’ın tek güvenli bölgesi Yeşil Hat’ta Büyükelçi Çelikkol, Talabani hariç Irak hükümetinin yetkilileri ve Amerikalı Büyükelçi Halilzad ile de görüşmüş.

Talabani ile neden görüşmediği sorusuna Büyükelçi, "Talabani’nin bu görüşmeyi reddettiği iddiası doğru değil, Süleymaniye’de olacağını daha önceden biliyorduk. Randevumuz yoktu" yanıtını verdi.

Büyükelçi Çelikkol, aralarında bulunduğum bir grup gazeteciye yaptığı açıklamalarında, Türkiye’nin Irak’ın güvenlik sorununa katkıda bulunmaya hazır olduğunu söyledi.

Zaten daha önce de bu yönde yapılmış anlaşmalar var. Yeni önerinin ayrıntıları ve derinliği henüz belli değil, savunma, içişleri ve ulusal güvenlik bakanlıklarına gelecek isimlerin kesinleşmesine ertelenmiş bu konunun ayrıntıları.

* * *

IRAK
’ın güvenliği sadece teknik bir sorun mu? Buradaki kaosun tek nedeni, güvenlik güçlerinin deneyimsizliği olabilir mi?

Irak’ın güvenliği, İran, Suriye, Lübnan, Filistin ve İsrail başta olmak üzere Ortadoğu’daki çıkar çatışmalarından bağımsız olarak ele alınamaz.

Ortadoğu barışı için çaba sarf etmeden, Irak’ta düzen hayal etmek mümkün değil artık.

Bu düzen nasıl kurulacak? Türkiye’nin böyle bir role soyunmasını kimse beklemiyor ama,

Güvenlik konusunda her türlü yardımın yapılması bir yana, bu konunun sürekli uluslararası gündemde tutulması önemli.

Şiddet sıradanlaştıkça ölülerin isimlerinin yerini sayılar almaya başlıyor. Alışıyoruz, okuyup geçiyor, duyup unutuyoruz. Irak’ta yaşananları yakından izlemek, ölülerin isimlerini, yaşamlarını ve hikayelerini öğrenmek istemek zorundayız.

Irak’ta şiddete alışırsak, kapımızı çaldığında çok geç olacak.
Yazının Devamını Oku

Olayın içindeki tarihçiler

4 Haziran 2006
İNTERNET gazeteciliğinin en önemli isimlerinden dedikleri zaman tam anlayamamıştım. Çekingen esmer gencin adı da pek bir şey çağrıştırmadı doğrusu. Krishna Bharat. Google haberlerinin yaratıcısı. Onunla konuşmak çok zor, izin almak için gerekli olan bürokratik işlemler insanı yarı yolda bezdirecek cinsten.

Ben onu, Uluslararası Basın Enstitüsü’nün Edinburgh’daki 55. Kongresi’nde dinleme fırsatı buldum.

Google haberlerinin nasıl doğduğunu anlatırken, "Amacımız dijital ortamda var olan bütün bilgi biçimlerini-web içeriklerini, görüntüleri, multimedia, haberler ve reklamlar, aklınıza gelebilecek her şeyi kolay bulunur hale getirmekti. Dijital ortamda düzenli bir trafik sağladık biz" diyordu.

"Gazeteciliğin 500 yıllık, günlük gazetelerin 300 yıllık geçmişi olduğunu düşündüğümüzde, teknolojik gelişmelerin son 150 yıl içinde çeşitlendiğini görüyoruz. Telefon, telegraf, radyo, televizyon, uydular, cep telefonları ve internet. Teknolojide her yeni adımda gazeteciliğin yüzü değişti ve biz kendimizi yeniden yarattık. Ama gazeteciliğin özü yani editoryal süreç ve mesleki değerler değişmedi. Bundan sonra da böyle olacak, internet gazeteciliği daha da gelişecek ama gazeteciliğin özü değişmeyecek"

***

ONA göre, gazeteci olayın içindeki tarihçi gibiydi, "Dünyadaki gazete arşivleri gezegenimizin tarihini yansıtır. Ama ne yazık ki oralara girmek kolay değil. Eğer bu gerçekleşebilseydi, kolayca bu arşivlere girebilseydik, toplum bundan çok yararlanırdı. Çünkü geçmişin hatalarından dersler çıkartabilir, geleceğimizi daha iyi yönetme olanağına sahip olabilirdik."

Krishna Bharat
, Hint kökenli genç bir bilimadamı Google haberlerin bir anlamda internet ortamında, arşivlere kolayca ulaşmak için bir ilk adım olduğunu da söylüyordu.

Onu, İskoçya’ya giderken yolda bir nefeste okuyup bitirdiğim Zeynep Oral’ın "Meslek Yarası" adlı kitabının etkisi altında dinlediğimi fark ettim.

***

NE kadar doğru söylüyor Bharat. Gazeteciler olayların içindeki tarihçiler aslında, tarihin anlatıcıları. Zeynep Oral’ın Doğan Kitap’tan yayınlanan yeni kitabı Türkiye’nin son otuz yıllık tarihinin satır aralarını, insani ayrıntılarını bir kadın gazetecinin bakış açısından, onun hayatının içinden anlatıyor. Bu bizim mesleğimizin olduğu kadar, kadınların basın tarihindeki yerini anlatması açısından da önemli bir kitap. Zeynep Oral, Türkiye’de kadın gazeteci tarihi arşivi için bir ilk adım atıyor ve her zaman olduğu gibi yine ilham veriyor.

Bunu biliyor muydunuz mesela? Zeynep Oral’dan öğreniyoruz.

"Mesleğe ilk başladığımda gazetelerde çalışan kadın sayısı çok sınırlıydı. Vasfiye Özkoçak, Leyla Umar, Müşerrefe Hekimoğlu, Nilüfer Yalçın...çok değerli ablalarımızdı... O zamanlar basın dünyasında kadının meta olarak kullanılması işi de genellikle gazetelerin kadın çalışanlarından beklenirdi... Gazetecilik yapmak, bir gazetede çalışmak isteyen kadınlara ilk önerilen, onlardan ilk beklenen yerleşmiş kadın imgelerine uygun olarak sosyete, moda, dekorasyon, ev ve mutfak, çocuk konularıyla ilgili haberlerdi. Neyse ki o zamanlar bile bunun dışında kalabildik."

Zeynep Oral
’ı okuyunca "ablalarımızın" ve bizden sonra gelen savaş muhabirliği, editörlük ve yöneticilik de dahil her alanda habercilik yapan başarılı kadın gazetecilerin Türk basın tarihine katkılarını düşünüp heyecan duymamak ve otuz yılda gelinen noktanın hiç de fena olmadığını görmemek mümkün mü?

Zeynep, Meslek Yarası’nda bizi arşivimizin pek girilmeyen, pek bilinmeyen sayfalarına taşıyor. İyi ki de taşıyor.

Geleceğin gazeteciliğine yepyeni bir kapı aralayan Google Haberler’in mucidini dinlerken hep bunlar geldi aklıma.

Deneyimlerin arşivlerine girmek, hatalardan dersler çıkartmamızı ve geleceği daha iyi yönetmemizi sağlayacak. Araçlar ne kadar değişirse değişsin, gazeteciliğin özü ve değerleri hep aynı kalacak.
Yazının Devamını Oku

Masaya oturabilirler

2 Haziran 2006
İRAN’ın reformcu eski devlet başkanı Hatemi’nin, yaptığı masaya oturma çağrılarına hiç yüz vermemiş olan Bush Yönetimi’nin, şimdi Ahmedinecad ile görüşebileceğini söylemesi kaderin garip bir cilvesi mi sadece? Değil tabi.

Ortadoğu’daki gelişmeler, bu sorunla ilgili olarak adım atılmasını gerektiriyor.

İran konusunda Birleşmiş Milletler takvimi işliyor. ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın diyalog önerisi, nereden icab ettiği bilinmeyen bir adım değil, ama ABD açısından önemli bir açılım.

Washington’un koşullu olarak masaya oturma önerisinin başarıya ulaşması, Kuzey Kore örneğinde de görüldüğü gibi, ABD ile İran arasında tüm sorunların ele alınacağı bir diyalog sürecini başlatabilir.

Ya da tersi olabilir. İran’ın bu açılımı reddetmesi ABD’nin elini kuvvetlendirir; daha sınırlı bir ittifak cephesi yaratarak İran’a karşı yaptırımlar uygulamasına yol açabilir.

Rice’ın açıklamasını iyi okuyunca iki önemli unsur göze çarpıyor.

Bu açıklamada, ABD’nin ilk kez İran halkının sivil amaçlı nükleer güce sahip olma hakkının tanındığı belirtiliyor.

Eğer ABD’nin önerisi kabul edilirse bu çalışmaların süreceği ve bunun da ötesinde ABD ile İran arasında ileri bir ekonomik ilişki seviyesi elde edilebileceği vurgulanıyor.

* * *

AMA
açıklamaya dikkatle bakınca bunun da kolay olmayacağı anlaşılıyor.

"İlişkilerimizin gelişmesinde nükleer mesele tek konu değil" diyor Rice ve İran’ın terörü desteklediğini, Irak’taki şiddet olaylarının içinde yer aldığını, Lübnan’ın egemenlik mücadelesini torpillediğini söylüyor.

Bu konuların da ABD-İran diyalogu önünde engel oluşturduğunu vurguluyor.

Demek ki İran’ın sadece uranyum zenginleştirme çalışmalarına son vermesi yetmiyor, ilişkilerin normalleşmesi için başka alanlarda da adımlar atılması gerekiyor.

Açıklamanın devamında, "Eğer İran rejimi nükleer güç olmaktan yarar sağlayacağını düşünüyorsa yanılıyor" uyarısı geliyor.

"Ortak güvenlik için birlikte çalışmak isteyecek dostlarımızı, müttefiklerimizi ve kendi savunma güçlerimizi korumakta kararlıyız."

Rice
’ın açıklaması Washington’un diplomatik süreci sonuna kadar zorlayacağını gösteriyor. Avrupa Birliği ABD ile birlikte bu konuda.

Dün Washington’dan gelen haberlerde, bu açılımın reddedilmesi halinde Rusya ve Çin’den de İran’a yaptırımlar öngören yeni bir karar tasarısını destekleme sözü alındığı ileri sürülüyordu.

* * *

İRAN’
ın bu öneriye yanıtı pek cesaret verici değil. Ama yine de İran Dışişleri Bakanı’nın dünkü açıklamasında, ufak da olsa bir kapı aralandığı görülüyor.

Dışişleri Bakanı Manuşer Mottaki, İran ulusunun nükleer hakları konusunda pazarlık etmeyeceklerini söyledi ama "uygun koşullar çerçevesinde" diyalogun mümkün olduğunu da belirtti.

ABD, İran’ın sivil amaçlı nükleer araştırmalar yapma hakkını teslim ediyor, İran da "koşulsuz masaya oturursan otur yoksa git" demiyor.

Her iki tarafın da kapıyı tam kapatmadıkları noktalar bunlar. Bu noktalarda daha ileri adımlar atılabilir mi? Bu sorunun kesin yanıtı yok.

Ama keşke olsa.

ABD’nin araladığı pazarlık kapısının gerçek bir diyalog ortamına yol açması ihtimali bile bizim, İran’ın komşuları açısından çok önemli.
Yazının Devamını Oku

İskoçya’dan habere bakış

29 Mayıs 2006
<b>EDİNBURGH<br></b>"BİZ yerel hareket eden ama dünyayı düşünen bir toplumuz" diyen George Reid, 11 Eylül 1997’de yapılan referandum ile kurulan İskoçya Parlamentosu’nun sözcüsü. Dün sabah yerel gazeteler, İskoç Başbakanı Jack McConnel’in, "Dünya kupasında İngiltere’yi destekleyeceğime İsveç’i desteklerim daha iyi" açıklamasına yer veriyordu.

Haberlerde ilginç bir şey daha dikkatimi çekti. Bu açıklamayı yapan İskoç Başbakanı’nın damarlarındaki kanın bilmem kaçta kaçının İsveçli olduğu o nedenle böyle söylediği belirtiliyor ardından da ufak bir soy ağacı dökümü yer alıyordu.

Demek ki Meclis Başkanı’nın sözlerinin aksine, yerelliğe ağırlık veren yaşam tarzında dünyayı düşünmek, yani geniş bir vizyona sahip olmak pek kolay bir şey değil. Aşırı yerelleşme damarlarındaki kanın oran hesaplarına sürükleyebiliyor insanları.

Bu durum, Uluslararası Basın Konseyi IPI’nin dün Edinburgh’da başlayan 55. Kongresi’ndeki tartışmalarda da kendini gösterdi.

* * *

ULUSLARARASI
basın kuruluşlarının 2005 yılıyla ilgili raporlarına bakıldığında, basın özgürlüğünün çok ciddi bir tehdit altında olduğu görülüyor. 2005, görev başında yaşamlarını yitiren gazeteci sayısının en yüksek olduğu yıl. Son beş yılda yazdıkları nedeniyle hapse giren gazeteci sayısı 700, dünyadaki 120 haber ajansından sadece 22’sinin bağımsızlığından söz edilebiliyor.

Basın özgürlüğü özellikle 11 Eylül’den sonra ciddi risklerle karşı karşıya. Kamuoyunu belli bir hedefe varmak için etkilemek amacıyla siyasetçiler ya da çıkar çevreleri tarafından sızdırılan bilgiler, andıçlar vesaire basın özgürlüğünü yok ediyor.

IPI direktörü Avusturyalı gazeteci Johan Fritz, "İfade özgürlüğünün olmadığı yerde, uzlaşma dolayısıyla değişim sağlanamaz" diyor. Basın özgürlüğü demokrasinin en temel ilkesi.

Fritz, "basının sorumluluğu" adı altında medyaya müdahale etme girişimlerinin giderek arttığına da dikkat çektiği konuşmasında karikatür krizi sırasında sık sık tartışılan bu kavramın basın özgürlüğü önünde bir engel haline gelebileceği uyarısını da dile getiriyor.

* * *

IPI
’nin Başkanı Kenyalı Wilfred Kiboro ise basın özgürlüğünün günümüzde yeni boyutlar kazandığına dikkat çekti konuşmasında. Batılı bir gazeteciden sonra bir Afrikalı gazetecinin bakış açısı arasındaki farklılık dikkat çekiciydi.

Kiboro, "Eskiden medyanın mücadele alanı iç kamuoyu idi. Yazdıklarımız ya da söylediklerimiz nedeniyle ülkemizdeki siyaset sınıfı ile çatışırdık. Ama yeni teknolojiler yazıp çizdiklerimizi sınırlar ötesine taşıyor ve bizi kendi ülke sınırlarımız dışındaki toplumlarla çatışma içine sürükleyebiliyor. Bu yeni koşullarda sorumluluklarımızın arttığını kabul etmek zorundayız" dedi.

Karikatür krizi atlatıldı ama bu tartışma henüz noktalanabilmiş değil.

Ürdünlü IPI üyesi gazetecinin, "Biz ülkemizde, Da Vinci şifresine de karşı kampanya açtık. Kendi inançlarımıza olduğu gibi Hıristiyanlara da saygı duyduğumuzu göstermek için" demesi bu tartışmanın devam edeceğinin göstergesi.

* * *

ÖZGÜRLÜK
ve sorumluluk tartışmalarına günümüzün gerçekleri açısından da bakmak gerekiyor. İnternet medya endüstrisini değiştiriyor. Herkesin kendi gazetesini yaratma olanağına teknolojik olarak sahip olduğu günümüzde gerçek gazetecilik, sorumlu gazetecilik tanımını nasıl yapacağız?

Gazetecilik can tehlikesi en yüksek mesleklerden biri haline gelirken, haber alma özgürlüğümüzü korumak mümkün mü? Terörizme karşı mücadele gerekçesiyle ifade ve basın özgürlüğü kısıtlanırken gerçekleri nasıl öğreneceğiz?

İşte bunlar, değişen dünyanın karşımıza çıkardığı yeni sorular. Bu değişime, demokrasi ve özgürlükleri yeniden yorumlayarak koruyacak ve güçlendirecek yeni yanıtlar bulmak hepimizin işi.
Yazının Devamını Oku

Yüzünü göstermemek için kimlik almayanlar

28 Mayıs 2006
BUNA da mı bir şey demeyelim? Söz türbandan açıldı mı, heyecana kapılan başbakanın kendi devletinin büyük elçisini yuhalatmasına da mı sessiz kalalım?

"Bunlar, istediklerini vermiyoruz diye böyle yapıyorlar" açıklamasıyla tüm medyayı itham altında bırakarak, eleştiri meşruiyetini ortadan kaldırmak isteyen Başbakan Erdoğan’ın yarattığı bu sakil sahneyi de mi görmezden gelelim?

Dışişleri protokolündeki en önemli merkezlerden birine gönderdiği elçisini, yani devletinin temsilcisini yuhalattı.

Keşke, keşke Erdoğan aynı yırtıcı tavrı Türkiye’nin kaderini çizecek çok daha önemli sorunlarla ilgili gösterebilse, biz de gerçek gündemimize dönüp önümüzde biriken işleri yapabilseydik.

Kıbrıs meselesini, Avrupa reformlarını, hukuk devleti önündeki engelleri nasıl aşacağımızı bir an önce konuşmaya başlayabilseydik.

***

TÜRBAN
konusu çok önemli ama çözülmesi zaman alacak bir konu.

Çünkü türban, İslam dünyasında kadın meselesinin tartışılmaya başlamasıyla gündeme gelen, kendi anlamının ötesinde siyasi ve sosyal anlamlar yüklenen bir iktidar mücadelesi alanı haline geldi. Sadece Türkiye’de değil.

Geçen hafta Beyrut’ta katıldığım toplantıda Akdeniz ve Körfez bölgesindeki kadın gazeteciler ile uzun sohbet etme fırsatını buldum.

Müslüman ülkelerde kadınların durumunun güçlendirilmesi için adımlar atılıyor.

Ama bu adımlar, bizde de olduğu gibi tepeden yani yönetimlerden geliyor. Fakat büyük bir dirençle karşılaşıyor.

Direnç nereden geliyor biliyor musunuz? "Müslümanlık elden gider" gerekçesine sarılan tutucu çevrelerden ve bu çevreler arkalarına kadınları da almayı başarıyorlar.

Örneğin Suudi Arabistan’da kadınların nüfus kağıdı bile yok. İçişleri Bakanlığı geçen yıl sonunda aldığı bir kararla, isterlerse kadınlara da nüfus kağıdı verilebileceğini açıklıyor.

Ne oluyor biliyor musunuz? Hayır kadınlar kuyruğa girmiyor tam tersi oluyor.

Çoğu kadın nüfus kağıdı almak istemiyor. Çünkü nüfus kağıdı alabilmek için resim çektirmeleri gerekiyor. Kadınlar, yüzleri açık resim çektirmek istemedikleri için kimliksizliği tecih ediyorlar. Çünkü üzerlerinde baskı var.

Geçen yıl Kasım ayı sonunda Cubail’de bir hakim, işleri mahkemeye düşen iki kadının nüfus kağıtlarını kabul etmemiş. Kadınların şikayetleriyle ilgileneceğine, kimliklerin üzerindeki resimleri kime çektirdiklerini öğrenmeye çalışmış. Adalet Bakanlığı’nın talimatına rağmen kadınların yüzlerini gösteren resimlerin çekilmesi şeriata uygun olmadığı gerekçesiyle çok sayıda hakim hálá bugün Suudi Arabistan’da nüfus kağıtlarını kabul etmiyormuş.

***

ÖRNEKLER
çok. Bir yıl önce Kuveyt Parlamentosu kadınlara da seçme ve seçilme hakkını tanıyan yasayı kabul etti. Aman ne gürültü koptu. Kararı destekleyenler, kadınların güçlenmesiyle ülkenin daha da güçleneceğini savunurken tutucu çevreler buna "Kuveyt’te aile yapısını değiştirmeyi amaçlayan Batı kapitülasyonları" damgasını vurdu. İslami Parti milletvekilleri, Müslümanlıkta kadınların siyasi hakları olmadığını, "kadınları korumak için" onlara liderlik yapma hakkı tanınmadığını söylediler.

Bahreyn’de geçen yıl sonunda kadınlara boşanma hakkı tanıyan, miras meselelerinde eşit paylaşımı öngören ve çocukların velayetini alabilme hakkını veren yasa yüzünden İslamcı pariler ayağa kalktı. Şii din adamları büyük bir kampanya düzenlediler ve binlerce kadını peşlerinden sokaklara döktüler.

***

ŞERİAT
ile yönetilen bu ülkelerde kadının durumun düzeltmek isteyenler, Müslümanlık adına bu haklara karşı çıkanları ikna edebilmek için "din elden gitmiyor" mesajına ağırlık vermek zorunda kalıyorlar. Türban, hicab, hatta çok eşliliğe razı gelmek bu değişim sürecinin uzlaşma durakları. Bunlar zamanla aşılacak.

Bizim, Türkiye’nin, eşitlik mücadelesindeki deneyimi, bu noktanın çok ilerisinde.

Dini referansları öne çıkartarak, toplumda önce bir bölünmeyi yaratıp ardından uzlaşma zorunluluğunu dayatmak kitlelerin gerisinde bir popülizm. Bu popülist politikaların politikacıları da o yüzden sürekli Türkiye’nin bugünkü seviyesinin gerisine düşen hatalar yapıyorlar ya.
Yazının Devamını Oku