Ferai Tınç

Terörle mücadele yasası ve Sezer’in gerekçeleri

7 Ağustos 2006
CUMHURBAŞKANI Sezer’in gerekçelerini mutlaka okuyun. Yeni terörle mücadele yasasının basın ile ilgili hükümleri aleyhine açtığı davanın gerekçesinde Sezer, terörle mücadele konusunda çok önemli bir ayrımın altı çiziliyor.

"Ölçülülük ilkesi."

"...Hak ve özgürlükler, ancak demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun olarak sınırlandırılabilir. Demokratik hukuk devletinde, güdülen amaç ne olursa olsun, sınırlamalar özgürlüğün kullanılmasını ölçüsüz biçimde ortadan kaldıracak düzeyde olamaz"
deniyor gerekçede.

Cumhurbaşkanı Anayasal kurallar gereği sınırlamaların amacını aşmaması gerektiğini anımsattıktan sonra devam ediyor:

"Eylem ile önlem arasında adil bir dengenin bulunması yine yukarıda yer verilen bu anayasal kuralların gereğidir. Bu adil dengenin bulunmaması, basın ve yayın organları sahip ve yayın sorumlularını tedirgin edip, görev yapamaz duruma getirecektir ki, basın ve haber alma özgürlüğü ile bağdaştırmak olanaksızdır."

* * *

HAZIRLADIĞI
yasayı Meclis’te tartışmaya açarken "sevimsiz" ilan eden başka bir Adalet Bakanı var mıdır acaba?

Adalet Bakanı Cemil Çiçek ve AKP Hükümeti’ne bu yasanın basın özgürlüğünü tehdit ettiği, hukuki sorunları olduğu defalarca hem bizim meslek örgütlerimiz hem de hukukçular tarafından söylenmesine rağmen, eleştirileri dikkate alıp değişikliğe gitmediler.

Baş yazarımız Oktay Ekşi’nin dün belirttiği gibi hükümet, "ben yaptım oldu" mantığı içinde hareket etti.

Ne yazık ki Meclis’te özgürlükleri kararlı bir biçimde savunan muhalefet yok.

CHP de insan hakları ve temel özgürlükler konusunda kendisine düşen "sol muhalefet" ağırlığını koymaktan çoktan vazgeçti.

* * *

CUMHURBAŞKANI Sezer
, Anayasa Mahkemesi’ne gönderdiği gerekçede Anayasa’nın 29’uncu maddesine de işaret ediyor.

Orada, "Haber, düşünce ve kanaatlerinin özgürce yayınlanmasını engelleyici ya da zorlaştırıcı siyasal, ekonomik, mali ve teknik koşullar konulamayacağı"nın söylendiğini hatırlatıyor.

Oysa yeni terörle mücadele yasası bu şekliyle yürürlüğe girerse terörle ilgili haber de yapamayacağız, iddiaları araştıramayacak yazamayacağız. Düşündüğümüzü açıklayamayacağız. Öyle olursa patronlarımıza kadar yayın kuruluşlarımızın sorumluları cezalandırılacak. Hatta yayın organlarımız 15 gün kapatılabilecek.

Tam bir "kol kırılır yen içinde kalır" karanlığı. Bu karanlıkta ne terörle, ne de onu besleyen koşullarla mücadele etmek mümkün.

O zaman haber, düşünce ve kanaatlerin özgürce yayınlanması engellenmemeli, zorlaştırılmamalı, bunun önüne siyasal, ekonomik, mali ve teknik koşullar konulmamalı. Anayasamızda belirtildiği gibi.

* * *

AKP
Hükümeti eleştirilmeyi sevmediği için, düşünce, ifade ve basın özgürlükleri konusunda hassas değil.

Cumhurbaşkanı’nın söz konusu hükümlerle ilgili iptal gerekçeleri bu hassasiyetin yaygınlaştırılması açısından önemli. Özgürlükleri feda etmeye hazır olanlara, terörizme karşı mücadelenin demokratik hukuk düzeni içinde de başarıya ulaşacağı mesajını veriyor.
Yazının Devamını Oku

Şiir sokağa çıkınca

6 Ağustos 2006
GÜNEŞ, dün sabah anakaradan kaleye ilk ışıklarını göndermeye başlar başlamaz, bu yılın şair babası Eray Canberk iki bin küsur yıllık dizeleri okumaya başladı. Bozcaada’da "şairin günü" buluşmasının beşincisi gerçekleşti. Homeros’un Truva savaşını anlattığı İlyada destanı her yıl ağustos ayının ilk hafta sonu, dünyanın her yerinden gelen konukların da katılımıyla çeşitli dillerde okundu ve bu yıl bitirildi. Cevat Çapan, Ülkü Tamer, İlhan Berk, Kemal Özer ve Eray Canberk, her yıl biri şair baba oldu. Homeros çağdaş Türk şiiriyle buluştu.

Türkiye gibi bir ülkede beş yıl, önemli bir süreklilik demektir.

Haluk Şahin’in, bizi tarih bilincine doğru çıkardığı bu şiirli yolculuğun beşinci yılına erişmesinde, Bozcaadalıların topraklarının hikayesine sahip çıkma isteği de büyük destek sağladı.
f
Turizmciler konuklara mekanlarını açtılar. Belediye Başkanı’ndan adanın yapıcı genç kaymakamına kadar birçok kişinin emeği ve desteği oldu.

Talay şarapları da, beşinci yıl anısına yeni bir şarap çıkarttı.

Evrensel bir ürün haline gelen Cabernet üzümleri ile Ada’nın yerli ürünü olan Kuntranın birlikteliğinden yapılan bu yeni şarap, Haluk Hoca’nın da dediği gibi Şair’in Günü’nün ruhuna uygun bir çabayı yansıtıyordu.

*

YEREL
değerleri zenginleştirmenin yolu, evrensel değerler ile ortaklıklar yaratmaktan geçiyor.

Ama bunu yapabilmek, hayata sadece bakmaya değil görmeye çalışmaya da bağlı biraz. Yoksa Bozcaada’ya, Türkiye’nin Ege’deki iki adasından biri olan bu değerli yere geldiğinizde, rüzgárın sesinden başka ses duymaz, tepelerin bozundan başka renk görmeyebilir, "Ne varmış burada" diyebilirsiniz.

Haklısınız, eğer sizden önceki ayak izlerinin, rüzgarında saklı seslerin farkına varmamışsanız, hiçbir yerde bir şey yoktur aslında.

Bir gece önce, denizin ışık değse gürültü çıkartacak kadar sakin ve sessiz olduğu zamanlarda Eray Canberk, şiirlerini okudu. Kaçak Yaşam, Efsane, 1940’tan kalma bir çocuk, Ayrılık Türküleri ve diğerleri.

Şiir sokağa çıkınca ne endişe, ne gerginlikler kaldı. Şairi dinlerken hepsi kayboldu.

*

TARİHİN
ilk büyük savaş destanının geçtiği Truva ovasına bakıp İlyada’nın son dizelerini dinlerken, Hektor’un karısı Andromakhe’nin yakarışları her yerden yükselir gibi oldu.

Mezarının Çanakkale’nin İntepe ilçesinde olduğu söylenen Truvalı büyük komutan Hektor’un karısı, onun döneceğinden emin, gelince yıkansın diye üç ayaklı kazanda su kaynatıp, üzerinde iki katlı alacalı renkte süsler işli erguvan bir kumaş dokuyarak kocasını beklerken öldüğünü öğrenir.

Bugün Truva kazılarında ipuçlarına rastladığımız sarayından gözyaşları içinde fırlarken şunları söyler:

"Seninle dünyaya getirdiğimiz çocuk daha konuşmasını bilmez, zavallıcık,\ sen öldün Hektor, kol kanat olamazsın ona...\ Gözyaşı kaynağı savaştan kurtulsa bile...\ gelecekte yalnızca acıyla kaygı görecek o,\ yoksun edecekler onu tarlalarından.\ Bir çocuğu babasız bırakan gün\ akranlarından da yoksun kılar onu\ dolaşır boynu bükük, başı önde, gözü yaşlı..."*

Bu yakarış iki bin yıl ötesinden günümüzde hálá yankılanıyor. Ne yazık! Savaş aynı acıları taşımayı sürdürüyor.

Destan devam ediyor.



İlyada, Azra Erhat-A. Kadir çevirisi. Can Yayınları
Yazının Devamını Oku

Lübnan ikinci Irak olabilir

4 Ağustos 2006
İSRAİL Başbakanı Olmert, Lübnan’a yabancı güç yerleştirilene kadar saldırıların durmayacağını açıkladı. Üstelik de bu gücün etkili olması gerektiğini söyledi.

Yani etkili savaşma kapasitesine sahip yabancı bir gücün bölgeye gelmesini bekliyor İsrail.

Savaş kapasitesi olan yabancı güç Hizbullah’ı silahsızlandıracak, sonra da Lübnan ile İsrail arasındaki bölgeye yerleşerek İsrail’in güvenliğine yönelik tehdidi ortadan kaldıracak.

Olmert’in, Hizbullah’ın işini İsrail adına bitirmesini istediği gücü oluşturmak kolay değil.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Fransa ve ABD’nin önerileri arasındaki farklılığın aşılacağı söyleniyor.

Yani ABD, önce Hizbullah’ın silahsızlandırılması, ardından ateşkes ısrarından vazgeçer gibi görünüyor ama tam da pazarlığın bu yöne girdiği saatlere denk gelen açıklama kafaları karıştıracak.

Güvenlik Konseyi’nden bu kararın çıkması için Çin ve Rusya ile daha müzakereye oturulmadı bile.

Bu arada bombalar düşüyor, evler insanların başlarına yıkılıyor, Lübnan’da ikinci bir bataklık yaratılıyor.

* * *

MISIR
ve Suudi Arabistan, Hizbullah’ın İsrail askerlerini kaçırmasına karşı çıkan ve İsrail saldırılarına en ılımlı tepkiyi veren Arap ülkeleriydi. Ama işleri gittikçe zorlaşıyor.

İtalyan Dışişleri Bakanı D’Alema, Mısır Dışişleri Bakanı’nın Avrupalı meslektaşlarına mektup yazarak bölgesel kriz uyarısı yaptığını açıkladı.

Ama daha da önemlisi, gelişmelere müdahale etmesi için Mısır Hükümeti üzerindeki baskının arttığı da yer alıyordu mektupta.

Sadece Mısır değil Müslüman ve Arap dünyasında ılımlı yönetimler üzerindeki baskıların arttığı kesin.

İsrail’e karşı savaşmak için Lübnan’a çeşitli ülkelerden gönüllülerin gittiği haberlerini duyuyoruz.

Lübnan’da ateşkes sağlanmadan gidecek her hangi bir yabancı güç, Irak’ta ABD ve İngiltere liderliğindeki koalisyon güçlerinin akibetine uğrayacak.

Lübnan’daki meşru hükümetin desteğini almadan, İsrail saldırılarına son vermeden, Hizbullah ateşinin duracağının garantisini almadan bölgeye kim giderse gitsin işgal ordusu görüntüsünden kurtulması mümkün değil.

* * *

LÜBNAN
’ın ikinci bir Irak haline dönüştürülmesi, Ortadoğu’da uzun savaş yılları ve altüst oluşlar demek.

Bu karmaşa Ortadoğu’da harita değişikliğini isteyen çevrelerden başka kimsenin işine gelmez. ABD’nin Irak planlarında toprak bütünlüğü üzerinde ciddiyetle durulsa da, Irak’ın bölünmesinin istikrarın sağlanması için şart olduğunu söyleyip tartışanların sayısı hiç de az değil.

Irak’tan başlayarak Ortadoğu’da etnik ve mezhep birliği etrafında kurulacak küçük devletlerin de bir seçenek olabileceği gündemde bugün.

Ve bu uzak ihtimal değil.

İngiltere’nin görevden yeni ayrılan Bağdat’taki Büyükelçisi William Petey’in raporu dün basına sızdı. İngiliz büyükelçi, Irak’taki olayların, sanıldığı gibi sadece teröristlerin ve mafya çetelerinin işi olmadığını söylüyor ve "Düşük yoğunlukta bir savaş" olasılığından söz ediyor ve raporunda "Irak bölünebilir" sonucuna varıyor.

Evet, Irak bölünebilir.

Evet, Lübnan’da yabancı güçler, Hizbullah’ı silahsızlandırırken kolayca işgalci güç konumuna düşebilirler.

İkinci Irak, birincisinin gözden çıkartılmasına kolayca yol açabilir. Daha şimdiden Lübnan’ın yeniden inşaası için ayrılacak bütçenin, Irak’a gidecek paranın içinden çıkacağı ilan edildi bile.
Yazının Devamını Oku

Krizlerden kriz beğen

31 Temmuz 2006
MASA yuvarlak. Daha doğrusu yine yuvarlak bir masa.<br><br>Adam konuşuyor. Ben dinliyorum. Daha doğrusu yine ben hem dinliyor hem not tutuyorum. Ama bu kez içimden ateşler yükseliyor, sıkılıyorum. Notlarımdan aktarıyorum, çünkü pek anladığım bir konu değil.

"164 santrfüj bir kaskad eder" diyor. Hemen not ediyorum. 164.

"Bize on kaskad lazım 200 santrfüj etmesi için."

Neden 200?

Gereken miktarda uranyum elde edebilmeleri içinmiş.

Şimdi ne kadar santrfüjleri var?

400 taneymiş.

Evet tahmin ettiniz. Bir İranlı lyetkiliyle konuşuyorum. Irak’ın geleceği, Lübnan’da savaş konularının ele alındığı toplantının yemek arasında. Hani değişiklik olsun diye.

Hiç bir değişiklik olmuyor. Haberler iyi değil. Çünkü İran kararlı. BM Güvenlik Kurulu ve Almanya’nın koşullarını kabul etmeye yanaşacak gibi görünmüyor Tahran.

Yetkili, uranyum zenginleştirme faaliyetlerine son verilmesi çağrısına uymalarının mümkün olmayacağına inanıyor.

"Biz çalışmalarımızı Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın denetiminde ama mutlaka devam ettirmek durumundayız" diyor.

Çünkü 50 yıl sonrasını düşünüyorlarmış.

Zaten o zaman biz de nükleer enerjiye geçmek zorunda kalacakmışız.

Pekiyi İran’ın petrolü, doğal gazı bunlar enerji ihtiyacını karşılamıyor mu? Ben sınır komşusu olarak etrafımdaki nükleer işlere pek sıcak bakmam da. Malum Çernobil fobisi.

Ya Güvenlik Konseyi? ABD’nin uranyum zenginleştirmesine son verme koşuluyla görüşmelere başlama önerisi?

ABD ile tekrar masaya oturmak, İran’a yaptırımların kalkması hiç mi önemli değil?

* * *

CUMA
günü Fransa, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde İranla ilgili bir karar tasarısını üyelere sundu. Tasarıya göre, İran 31 Ağustos’a kadar uranyum zenginleştirme işlemlerine son vermeyecek olursa güvenlik konseyi yaptırım kararı alacak.

Bunlar ekonomik ya da diplomatik yaptırım olabilir. Ama tasarıda İran’a karşı güç kullanımı öngörülmüyor.

Yuvarlak masanın başındaki konuşmada gayet köşeli bir tavır görüyorum. Zaten son günlerde İran’dan gelen resmi mesajlarda da aynı hava vardı.

Hani Türkiye’nin kolaylaştırıcı rol oynamaya çalıştığı temaslarda İran’a, "ABD’nin masaya oturma önerisini yabana atmayın. Bakın bu çok önemli bir tutum değişikliği yararlanmak lazım" mesajları verilmişti de olumlu bir izlenim alınmıştı.

Dikkatlerin Lübnan savaşına çevrilmesi, İran’ın zaten Hizbullah ile ilişkisi ileri sürülerek hedef tahtasına oturtulması ve ne yaparsa yapsın ABD’nin hedefi olmaktan kurtulamayacağını hissetmesi yüzünden belki de, Tahran’da hava değişti.

İlk önce teklife açık oldukları yanıtını verdiler. Sonra çok muğlak buluyoruz dediler. Uranyum zenginleştirmeyi son vermeleri halinde, nükleer enerji geliştirmek için vaadedilen yardımların çok muğlak olduğunu, bundan vaz geçilmeyeceğini kimsenin garanti edemeyeceğini söylediler. Son olarak da Ağustos sonuna kadar yanıt vermeyeceklerini bildirdiler.

* * *

"VAZ geçmeyeceğiz."
Israrlı ve kararlı bir ton var yanıtında konuştuğum İranlının. Zaten Cumartesi günü de İran devlet radyosu, "Uluslararası kuruluşların haksız kararlarını kabul etmeyeceğiz" dememiş miydi?

Sizin için belki önemi yok ama biz İran’a yaptırım uygulanmasını istemiyoruz diyorum yuvarlak masadan kalkarken.
Yazının Devamını Oku

Lübnan’a çokuluslu güç ama nasıl?

30 Temmuz 2006
PENTAGON’da üst düzey görevlerde bulunmuş bir yetkili, "Neden İsrail’i durdur muyorsunuz?" soruma "İsrail, birkaç haftaya ihtiyacı olduğunu söyledi, eğer buna ses çıkartmayacak olsaydık NATO gücünün bölgeye gelmesini istemezdik" diyor. Lübnan’a NATO gücü mü?

Belli değil, çünkü bu konu dünya başkentlerinin şu sıralarda en sıcak gündem maddesi.

Tony Blair ve George Bush’un Lübnan sorununa çözüm planının en önemli maddesi olan Lübnan’a uluslararası gücün yerleştirilmesi önerisi netleşmiş değil.

Yanıtlanması gereken o kadar çok soru var ki, Türkiye’nin Lübnan’a asker gönderip göndermemesi konusunda her hangi bir şey söylemek için çok erken.

***

ABD
ile Avrupa arasında Lübnan’a çok uluslu güç gönderilmesi konusunda bir anlaşma sağlanmış gibi görünse de bunun nasıl bir güç olacağı noktasında herkes ayrı telden çalıyor.

Bu gücün amacı ne olacak? Görev alanı nasıl belirlenecek? Yetkisi nasıl çizilecek? Lübnan’da nereye yerleştirilecek? Ne kadar kalacak? Kimler katılacak? Bu ve bunun gibi birçok soru henüz yanıtsız.

Yanıt bulmak için üst düzey pazarlıklar sürüyor.

Amerikalılar, Lübnan’a NATO anlaşmasının savaş koşullarını içeren 7’nci maddesine dayandırılarak oluşturulacak acil müdahale gücü göndermek istiyorlar.

Bunun kısa zamanda duruma el koyabileceği söyleniyor. Aksi halde tartışmalar aylar sürebilir.

Ama NATO’nun devreye girmesi konusunda Güvenlik Konseyi’nden karar çıkmazsa, o zaman "gönüllülerin katılımıyla koalisyon gücü" oluşturulması düşünülüyor.

Bu, Amerikalıların B planı. NATO acil müdahale gücünün yerleştirilmesini sağlayamazsa Washington’un Müslüman ülkeler ile birlikte gönüllü bir koalisyon seneçeğini gündeme getirebileceğinden söz ediliyor.

Türkiye’nin adı bu seçenekte geçiyor.

Bu öneriye karşı çıkanlar, "Tam bir tuzak, aman dikkat" diyorlar. Bu plana, bölgede Şii-Sunni çatışmasını yaygınlaştıracağı için en kötü senaryo gözüyle bakılıyor.

***

ÇOK
uluslu gücün hedefleri konusunda da görüş ayrılıkları var.

Amerikalılar, çok uluslu gücün Hizbullah’ın silahsızlandırılmasına öncelik vermesini istiyor.

İkinci adım ateşkesin sağlanması, en sonunda da yerlerinden edilen insanların geri dönüşlerinin koşullarını oluşturmak Amerikan Yönetimi’nin bu güce biçtiği görev sıralaması.

Görüştüğüm bir Lübnanlı, buna karşı olduklarını söylüyor.

"Hedefi böyle çizdiğiniz zaman, bu gücün hedefi Hizbullah olur. Halk işgal ordusuna vereceği tepkiyi verir" diyor.

Bu durumda, Irak’taki koalisyon gücü gibi bir çok uluslu gücün Lübnan’da sorun çözücü değil sorun yaratıcı hale gelebileceğini söylemek kehanet sayılmaz.

***

AVRUPALILAR
ise ayaklarını sağlam basmak istiyorlar. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararını Avrupalılar öncelikli koşul olarak görüyorlar. Bu karardan sonra NATO gücü olmayan, kendine has bir güç oluşturululabileceğini düşünüyorlar.

Avrupalılara göre bu gücün önceliği ateşkes olmalı. Lübnan Meclisi’nin Hizbullah da dahil Cuma günü kabul ettiği ateşkes planı, kaçırılan askerlerin iadesinin hemen mümkün kılacak bir açılım, örneğin.

Üçüncü adım da Hizbullah’ın silahlarını teslim için Lübnan hükümetine yardım. Bu ordunun silah kullanma yetkisi olacak ama Avrupalılar, ortak komuta kademesinin yanı sıra mutlaka ortak bir siyasi karar mekanizması istiyorlar. Ayrıca bu gücün Lübnan’da ne kadar kalacağı da başından belli olmalı.

Karar süreçlerine siyaseten de katılabileceği için Türkiye’nin de görev alabileceği bir formül gibi görünüyor.

Ama değil karar vermek, niyet açıklamak için bile suların iyice durulması gerekiyor.

Mehteran ruhu iyi güzel de artık uzak yola gelmiyor.
Yazının Devamını Oku

İstanbul’da gözden kaçan toplantı

28 Temmuz 2006
KIYAMET ortamında geleceği konuşmak kolay değil. O yüzden çarşamba günü İstanbul’da başlayıp bugün sona eren toplantı önemliydi. Irak’ın temsilcileri devlet kurma ve onu işler hale getirmenin püf noktalarını İstanbul’da tartıştılar.

Karmaşadan çıkıp birkaç gün de olsa sakin bir ortamda geleceği konuşmak insanların yaratıcılığını ateşliyor.

Türkiye’nin sponsorluğunda Birleşmiş Milletler’in düzenlediği toplantıya Irak’tan 40 temsilci katıldı. Demokratikleşme, iyi yönetim, şeffaflık, kurumsallaşma gibi konuların ele alındığı toplantının açılışında Türkiye’nin Irak koordinatörü Büyükelçi Oğuz Çelikkol bir konuşma yaparak Türkiye’nin yeni devletin kuruluşunda her zaman yardım ve desteğe hazır olduğunu söyledi.

Türkiye Irak denkleminde var mı?

Var.

Tabii ki ABD ya da İngiltere kadar yok. İyi ki de öyle.

Ama Türkiye Irak’ın siyasi yapılanma sürecinde var, askerlerini çekmeye hazırlanan İtalya, çekmiş olan İspanya kadar, belki bazı açılardan daha fazla var.

* * *

SON günlerde PKK ile ilgili gelişmeler de bunun göstergesi. Kuzey Irak ve Bağdat’taki bürolarından bazılarının kapatıldığı haberleri gelmeye başladı.

Ama Türkiye’nin Irak’a ilgisi sadece Kürtleri konrol altında tutma amacını taşımıyor.

Yoksa, PKK’nın bürolarının kapatılmasından daha çok liderlik kadrosunun iadesini istiyor Ankara.

"PKK’nın yönetici kadroları Kuzey Irak’ta ellerini kollarını sallayarak dolaşıyorlar. Hastaneleri kullanıyorlar, şehirlerde istedikleri gibi faaliyet gösteriyorlar. Biz bunlara son verilmesini istiyoruz" deniyor.

İstanbul’daki toplantının başarılı olması için harcanan çabaya baktığımda, öncelik seçiminin doğru yapıldığını, Irak’ın istikrara kavuşmasının Ankara için her zaman öncelikli olduğunu düşünüyorum ben.

ROMA’DA İBRETLİK BASIN TOPLANTISI

İSRAİL
dün Roma’daki toplantıdan ateşkes kararı çıkmamasını "savaşa devam" mesajı olarak yorumladı.

Çok acele bir yorum. Çünkü Roma’daki toplantıdan ABD’nin bastırmasıyla ateşkes kararı çıkmadı ama ortaya çıkanlar çok önemli gelişmelerin habercisiydi.

Orada Rice’ın yerinde olmak istemezdim. Dünyanın en yalnız, en antipatik insanı olmanın ağırlığı terletti Rice’ı. Televizyon ekranlarına da yansıdı.

Lübnan Başbakanı Siniora, hemen orada Rice’ın yanıbaşında "ateşkes kararının geciktiği her an daha fazla sayıda insanın ölümü, daha fazla ıstırap demektir" diyor, ülkesindeki her ölümün İsrail kadar ABD’nin hanesine de yazıldığını dünyanın gözleri önünde ABD’nin dışişleri bakanının yüzüne söylüyordu.

Rice Hizbullah’ı Lübnan’ın esas düşmanı olarak göstermeye çalışırken, Fuad Sinyora, "Hizbullah Lübnan hükümetinin bir parçasıdır. Lübnan’ın İsrail işgalinden kurtarılmasında Hizbullah çok önemli rol oynadı" diyor, Lübnan gerçeğinin Washington’dan göründüğü gibi olmadığını anlatıyordu. Bu kadarla da kalmıyor esas saldırganın İsrail olduğunu, barış için İsrail’in işgal ettiği Şeba bölgesini geri vermesini, İsrail hapishanelerindeki Lübnanlıların serbest bırakılmasını istiyordu.

Ayrıca, İsrail’e Lübnan’ı yerle bir etme izni verilirken bir yandan da halka insani yardım yaparak vicdanlarını rahatlatmak isteyenlere, "insani yardım sağlanmasını istiyoruz ama önce ateşkes" çağrısını yineliyordu.

Rusya’daki Zenginler Zirvesi’nde Rice’ın Ortadoğu’ya gönderilmesi gündeme gelmiş, ama anımsayacaksınız, "Rice eğer bir başarı sağlayacaksa Ortadoğu’ya gitmeli. Başarısız bir ziyaret doğru olmaz" deniyordu.

Bu muydu başarı?
Yazının Devamını Oku

ABD Kürt kartından vazgeçebilir mi?

24 Temmuz 2006
WASHİNGTON’ın PKK’nın Kuzey Irak’taki faaliyetleriyle ilgili olarak yeniden güvence vermesinin ne anlama geldiğini zaman gösterecek. Ama yanlış beklentilere kapılmamak için ABD’nin neyi yapıp neyi yapamayacağını anlamaya çalışmakta yarar var.

Bunu yapmak için bakla fallarına da gerek yok. Suriye ve İran’daki Kürtlerle ilgili gelişmeleri izlemek yeterli olabilir.

Mart ayında Washington’da Suriyeli Kürtler bir şemsiye örgüt kurma konusunda anlaştılar. Mayıs ayında Brüksel’de düzenlenen bir toplantı ile de Suriye Ulusal Kürt Meclisi kuruldu. Amacını Beşar Esad rejimine karşı mücadele olarak belirleyen örgütün temsilcileri, haziran ayında Washington’da Kongre ve yönetimden yetkililerle temaslarda bulundular.

Washington destekli bu kuruluşun yaptığı açıklamalarda, Suriye’de rejim değişikliğinin Kürtlerin mücadelesinden geçeceği savunuluyor.

Demek ki, Suriyeli Kürtler de bölgedeki rejim değişikliğinde etkili unsurlar arasındaki yerlerini aldılar.

Bundan doğal ne olabilir ki? Evet, ülke muhalefeti olarak güçlerini birleştirmelerine ve demokrasi mücadelesi vermelerine bir şey söylenemez.

Ama burada önemli olan şemsiye kuruluşun taşıdığı Amerikan lisansı.

Tabii unutulmaması gereken bir başka önemli konu da PKK içindeki Suriyeli Kürtler. Yıllardan beri Türkiye’deki eylemlerde de yer alan Suriyeli Kürtler, PKK’nın Arap ülkelerine açılmasında rol oynadılar.

Bu işin Suriye ile ilgili tarafı. Bir de İran var.

* * *

WASHİNGTON
merkezli Jamestown vakfının hazırladığı bir raporda, İran üzerindeki baskıların arttığı bu dönemde İranlı Kürtlerin "kilit rol oynayabilicekleri" söyleniyor ve iki yıldan beri Kuzey Irak’tan İran’a yönelik operasyonlar yapan PJAK örgütü ile ilgili geniş bilgiler yer alıyor.

PJAK yekilileri ile yapılan röportajlara dayanılarak hazırlanan raporda bu örgütün PKK ile olan bağları da açıkça ortaya konuyor. PKK’nın ideolojisini benimsediklerini açıklayan İranlı Kürtler PKK içinden çıkmış değiller, ama Kuzey Irak’ta Kandil dağında PKK ile birlikteler. PKK hastanelerini kullandıklarını, PKK’lılardan taktik destekler aldıklarını öğreniyoruz.

Nisan ayında İran’ın Irak sınırındaki operasyonu sırasında Kandil dağının hedef alındığı ancak, buna karşı ABD ve Irak hükümetinin büyük tepki göstermediği belirtilen raporda bunun nedeni olarak işte bu ilişki gösteriliyor. "PJAK’ın PKK ile ilişkisi imajını zedeliyor" deniyor. Bu yüzden açık destek bulamıyor.

* * *

BU
iki gelişmeye baktığımızda altını çizmemiz gereken iki unsur var.

İran ve Suriye rejimlerinin istikrarsızlaştırılmasında Kürtlerin etkili olabilecekleri düşünülüyor. Yani Kürt kartı, ABD’nin bölgesel planlarında elinden bırakmak istemeyeceği etkili bir kart.

ABD, Suriye ve Irak Kürt örgütleri üzerinde belli bir etkisi olan PKK’yı kontrolü altında tutmak istiyor. Tamamen karşısına almadan ama Amerikan kılıcının gölgesini daima hissettirerek.

Amerikan dışişlerinin terör listesinde PKK’nın yer almaya devam etmesi, Başkan Bush’undan Rice’ına kadar yönetimin her kademesinin her seferinde en mahcup tavırlarla "biz şikayetlerinizi ciddiye alıyoruz, gereken yapılacaktır" diye başlayıp işi Irak hükümetine havale etmeleri de bu siyasi duruşun uzantısı değil mi zaten?

ABD uzun vadeli planları açısından Kürt kartını elinde tutmaya devam edecek. Amerikan gölgesinde var olmanın dışında başka alternatif geliştirebilen Kürt örgütlenmeleri ortaya çıkmadıkça da Kürtler adına dizginleri Washington’da olan örgütler konuşacak.

PKK ile mücadele esas olarak bizim meselemiz ve mücadele alanı da Türkiye.

Bu sorunu sınır ötesine fikslemek, sorumluluğu da başkalarına yüklemek sonucu değiştirecek bir yaklaşım değil.
Yazının Devamını Oku

Yanıt sorunun tersinde

23 Temmuz 2006
GÖZLER onda. Nefesler tutulmuş ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın yarın başlayacak Ortadoğu turu bekleniyor. Lübnan terörize olmuş, 300 den fazla Lübnanlı yaşamını yitirmiş, binden fazla yaralı var. Ülkeyi terk etmeye çalışanların ayrı bir dramın kahramanları.

Kimse bir şey yapamadığı için gözler Rice’ın Ortadoğu gezisinde.

İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırıları karşısında Birleşmiş Milletler felaketi uzaktan izlemekle yetiniyor.

Evet, ABD ateşkes önerilerine kulaklarını tıkıyor, BM’nin İsrail ile ilgili toplantı yapmasını engelliyor.

Ama orası Amerikan sivil toplum örgütü mü? Nerede BM’nin diğer üyeleri?

Amacı uluslararası barış ve güvenliği korumak diye belirlenmiş olan Birleşmiş Milletler’in 15 üyeli Güvenlik Konseyi hiç mi bir şey yapamaz?

"Barışı tehdit eden saldırgan hereketler"e karşı üyelerin Güvenlik Kurulu’nu acil toplantıya çağırma hakları yok mu? Var.

Hadi Güvenlik Konseyi toplanamadı, 192 üyeli Birleşmiş Milletler’in Genel Kurulu’nu harekete geçirmek de mi imkansız?

Neden Çin, Rusya ya da Fransa gibi Güvenlik Konseyi’nin diğer etkili üyelerinden ses çıkmıyor?

Arap ülkeleri, Asya, Avrupa neredeler?

ABD’yi hedef tahtasına oturtup popülizm yaparak siyasi prim toplamak, İsrail’in saldırganlığını kınayarak kendi iktidarsızlığını aklamak en kolayı.

Herkes kaçak. Bakalım bu hafta Roma’da yapılacak toplantı bir sonuç verecek mi?

***

EVET gözler Rice’ın Ortadoğu turunda. İsrail ve Filistinli yetkililerle görüştükten sonra çarşamba günü Roma’ya gidecek.

Roma’da İtalya, Fransa, İngiltere, Almanya, İspanya, Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün ve Lübnan’dan yetkililerle bir araya gelecek.

Roma zirvesine Avrupa Komisyonu, Rusya, Dünya Bankası, BM de katılıyor.

Rice’ın İsrail’in de davet edilmesini istediğini öğrendik.

Roma Zirvesi, Ortadoğu’da şiddetin durması için bir fırsat yaratabilir mi?

Suriye ve İran’ın marjinalize edildiği, Tahran ile Şam yönetiminin bu durumdan hiç de şikayetçi olmadıkları koşullarda, İsrail’in Lübnan’da Hizbullah’ın belini kırmak için işgali meşru gördüğü durumda, Hizbullah ve Filistin’deki silahlı grupların çatışmalarda siyasi olarak güçlendikleri günlerde gerçek barıştan söz etmek mümkün değil.

Mümkün değil çünkü, bunu görmek için dünkü New York Times Gazetesi’nde yayınlanan habere bir göz atmak yeterli.

Habere göre ABD İsrail’e yeni füzeler "yetiştiriyor". Kitlesel ölümlere yol açmamak için hedefi bulma özelliğine sahip olan füzelerle ilgili İsrail’in talebinin hemen görüşülerek karara bağlandığı ve sevkiyat talimatının verildiği söyleniyor.

Bir yandan bölgeye silah akıyor, öte yandan barış görüşmeleri yapılıyor. Ve herkes bunu biliyor. Bilip de susuyor.

***

ROMA
Zirvesi başarılı olacak mı? Ortadoğuya barış gelecek mi?

Belki de soruyu "Neden Ortadoğu’ya barış gelmiyor?" diye sormak gerekiyor.

Cevap vereyim.

Ortada bu kadar samimiyetsizlik varken gerçek barıştan söz edilemez de ondan.
Yazının Devamını Oku