Ferai Tınç

Duyulmayan sesleri duyuranlar

26 Mayıs 2006
<b>BEYRUT <br></b>CEZAYİR’den Nadya Mehdid, Suudi Arabistan’dan Samar Fatany, Fas’tan Latifa Akbarbaş, ben ve güvenlik nedeniyle adını açıklamayacağım Iraklı bir kadın gazeteci. Onun adını açıklayamam çünkü, İtalyan haber ajansı ANSA’nın Beyrut’ta düzenlediği "Kadın, Medya ve Akdeniz’de işbirliği" konulu toplantıya katılan kadın gazeteciler arasında en zor durumda olan onlardı. Iraklı gazeteciler.

İtalyan televizyonu TG3-RAİ’nin savaş muhabiri Giovanna Botteri, "Bizi bırakmayın dediler ama daha fazla /images/100/0x0/55eb6257f018fbb8f8bda31ckalamadık. Terk etmek zorundaydık" dediği Irak’ta geçen yıl ölen gazetecilerin sayısı yirminin üzerinde. Vietnam savaşından bu yana ilk kez bu kadar yükseliyor bu sayı.

* * *

O,
gazetecilerin çalışma koşullarını anlatırken göz yaşlarımızı tutamadık.

"Irak’ta durum kötüyken beter oldu. Öldürülmekten korktukları için insanlar ülkeyi terk ediyor. Her sabah evden çıkarken cesetler görüyorum. Gazeteci kimliğimi taşıyamıyorum. Gazetecileri öldürülüyor. Evlere giriyorlar, başlarını kesiyorlar. Artık haber kaynakları da konuşmuyor. Öldürülmekten korktuğu için kimse röportaj vermek istemiyor."

Kadınların durumunu ayrıca konuşmak bir lüks gibi görünüyor bu ortamda ama "Kadın haklarından söz edilmişti. Parlamentoda kadınlar için 30 sandalye ayrılmıştı. Ne oldu? 20’ye indirildi. Kimseden ses çıkmadı" diyor "Bugün başımı örtmeden sokağa bile çıkamıyorum. Kadınları ölümle tehdit ediyorlar."

Bir başka Iraklı kadın meslektaşımız, resim karesine bile girmek istemiyor.

Irak, sesini dünyaya duyuramıyor. Irak, dünyanın haberleşme özgürlüğünün teröre teslim olduğu nokta. Umursanmıyor.

* * *

NADİA Mehdid
, dinci hareketlere karşı dikkat çekerken, "Bir gün önce plajda denize giriyorduk, bir gün sonra sokakta cesetleri saydık" diye anlatıyor ülkesinin yaşadığı terör yıllarını. Fas İletişim Yüksek Enstitüsü Müdürü Latife Akbarbaş, "Bizde kadınların hiç önemi yok. Erkeklere eğitim olanağı sağlanıyor, ben bir kadın gazeteci olarak onlar kadar bilmiyorum, öğrenmek istiyorum" diyen Yemenli genç meslektaşının konuşmasından sonra, enstitüsünde, eğitim olanağı bulamayan kadın gazeteciler için bir program hazırlama sözü veriyor.

* * *

"Asırlardır yüzlerinden mahrum edilen, toplumdan dışlanan Suudi kadınlar seslerini duyurmaya başlayınca ülkem, uluslararası toplumda, hak ettiği saygınlığa kavuşacaktır. Toplumdaki zihniyetin değişmesi noktasında medyaya büyük iş düşüyor"
diyor Samar Fatani, özel bir radyo istasyonunun tanınmış sunucusu.

65 yıllık İspanyol resmi haber ajansı EFE’nin ilk kadın Genel Müdürü Lola Alvarez, "Birleşik Arap Emirlikleri’nde kadınlara haklar tanındı, medyada kadınların sayısı arttı. Haklarımız için mücadele ediyoruz ama örf ve adetlerimizi de korumak istiyoruz" diyen Katarlı gazeteci Meryem Raşid El Hatır’a "Birbirimizi anlamalıyız. Biz sizin, siz de bizlerin, Avrupa’nın sesini ülkelerimizde daha iyi duyurabiliriz. Kadınların geleceğinin artık bir ismi var, o da dayanışma" diyor.
Yazının Devamını Oku

Bölünmüş başkent

22 Mayıs 2006
EUROVISION sonuçlarını heyecanla beklerken sıra Kıbrıs’a geldiğinde, Rum sözcü, "Avrupa’nın bölünmüş son başkentinden..." diye söze başladı. Gerçekten de Lefkoşa Avrupa’nın sorunlu tek başkenti.

Avrupa Birliği Kıbrıs sorununu üzerine devir alırken bunu çok iyi biliyordu ve çözeceğini söylüyordu. Ama gün geçtikçe çözümsüzlük daha da kemikleşiyor.

Çünkü Brüksel, Kıbrıs sorunu ile Kıbrıs’ın üyeliği konusunu tamamen birbirinden ayırmış durumda.

Örneğin, referandumdan sonra Kıbrıs Türklerine verilen sözlerin tutulmaması ile Türkiye’nin ek protokolü uygulamadaki isteksizliği arasında hiçbir bağlantı kurulamayacağı görüşü hakim.

Yani, Kıbrıs Türklerinin siyasi eşitliği tanınmadan, onlara yönelik izolasyonlar kalkmadan Türkiye, Rumlara limanlarını ve hava alanlarını açmayacaktır denklemini kabul etmiyorlar.

Kiminle konuşsam, "Böyle bir ilişki kurulamaz. Türklere yönelik izolasyonların kaldırılması için elimizden geleni yapıyoruz. Bizi bağlayan kurallarımız var. Ama Türkiye aday ülke olarak üyelerimizin tümünü tanımak zorundadır, Kıbrıs’a ayrı davranamaz. Gümrük Birliği anlaşmasından doğan yükümlülüklerini Kıbrıs’a karşı da yerine getirmek zorundadır" diyor.

Türkiye’nin baş müzakerecisi Babacan’a da geçen hafta Brüksel’de verilen mesaj da bu yöndeydi.

* * *

KKTC
Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ise Brüksel’in bu denklem arasındaki bağlantıyı bozma girişimlerine karşı Ankara’nın sağlam durmasını istiyor.

Çünkü Kıbrıs Türkleri üzerindeki izolasyonlar kaldırılmadıkça, daha doğrusu Avrupa Birliği, haksız bir duruma karşı harekete geçme iradesini kazanmadıkça, Türkiye’nin Kıbrıs Rumları ile kuracağı ekonomik ilişkiler süreci Kıbrıslı Türklerin azınlık haline gelmesi ile sonuçlanacak.

Gerçekten de işte o zaman Avrupa’nın son bölünmüş başkenti de tarihe karışacak. Ama çözüm ile değil, Rumlara göre çözümsüzlük bu sonucu doğuracak.

Bu hesap çok açık. Kıbrıs Rum kesiminde dünkü seçimler öncesi yapılan tüm kamuoyu yoklamaları da bunu gösteriyor. Bir arada yaşamak isteyenlerin ve çözümü savunanların oranlarının düşüklüğü bunu ortaya koyuyor.

* * *

SORUN
sadece Türkiye’nin ek protokolü uygulaması ile sınırlı değil. Rumların Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde açtıkları mülkiyet davaları var. Mahkeme, son kararında Ada’da iç hukukun tüketilmesi koşulunu getirdi ve Rumların KKTC’de konuyla ilgili kurulacak bir komisyona başvurmalarını istedi.

Bu komisyon kuruldu ama tam olarak devreye girmesinde sorunlar var. Bu komisyonun iyi çalışabilmesi zor. Rumlara ait evlerde yaşayanlar ya da satın almış olanlardan evlerinden çıkmaları beklenebilir mi? Bu durumda devlet tazminat ödemek zorunda. Bu da çok ağır bir maddi yük anlamına geliyor. Kıbrıslı Türk yetkililer bu soranların nasıl aşılacağını henüz öngöremiyorlar.

Davalar Strasbourg’a gittiğinde ise tazminat yükü daha da ağırlaşacak.

Bu sorunların çözümü ancak görüşmelere yeniden başlanması ile mümkün.

Ama Rumları çözüm masasına oturtmak giderek zorlaşıyor.
Yazının Devamını Oku

Erdoğan savundukça geriyor

21 Mayıs 2006
TABİİ ki hükümet icraatlarını savunacak, yaptıklarını, nedenlerini halka anlatacak. Ama AKP Hükümeti son zamanlarda öyle bir savunmaya geçti ki, toplumdan yükselen tepkileri anlamaya hiç çalışmıyor. Eleştirerek, kınayarak, kızarak yanıt veriyor her türlü karşı çıkışa.

Dün Başbakan Erdoğan’ın, Mısır’a giderken yaptığı açıklamaları dinledim.

Danıştay’a saldırı sırasında yaşamını yitiren Özbilgin’in cenazesindeki olaylara değinirken, "Bunları doğal tepkiler olarak karşılamamız mümkün değil" diyor, yapılanların terörü amacına ulaştırdığını ileri sürüyordu.

Yardımcısı Şener ise önceki gün Ecevit’i ziyaret için gittiği hastane çıkışında tam tersi bir açıklama yapıyor.

"Günün atmosferi içinde tepkileri doğal karşılamak lazım."

Ben de cenazeye gelen bakanların tartaklanmasını, hakaretleri doğru bulmuyorum.

Burdur’da, milletvekilinin türbanlı eşi şeref tribününde oturuyor diye 19 Mayıs gösterilerini izlemeden stadı terk eden komutanın jestini de beğenmiyorum.

Bu kamplaştırıcı, bölücü, ayrımcı tavırlar, imalar, sembolik hareketler kimseyi bir yere götürmez.

Ama iktidarın bu olayları ön plana çıkartarak halkın sesine kulak tıkaması doğru mu?

Ortada bir tepki var. Siyasi sağduyu, onu anlamayı gerektirirken savunmaya geçmek, hem de bu muhalefet sesini "terör ve provokasyon" ile yorumları arasına sıkıştırarak savunmaya geçmek sadece gerginliği tırmandırmaya yarar.

O gün Ankara’da yaşananları bir provokasyonun parçası olarak görmek yerine verilmek istenen mesajın üzerinde düşünmesini beklerdim Başbakan’ın.

Halkın siyasete güvensizliğini, tahammül sınırlarının zorlanmasını, hükümete kızgınlığını anlamak ve bu rahatsızlıkları rahatlatıcı, yatıştırıcı mesajlar vermek dururken, insanları suçlamak doğru mu?

Bu, demokratik zihniyeti yansıtan bir tavır mı?

***

ANIMSAYIN,
Madrid’de 11 Mart sabahı kentin en işlek tren istasyonuna karşı girişilen saldırı da bir provokasyon, bir terör eylemi idi.

Halkın bu eyleme karşı tepkisi hükümete yöneldi, muhalefetin arayı açarak iktidar koltuğuna oturmasına neden oldu.

Nasıl yorumlamalıydık bu olayı?

İspanyol halkının tepkisi "doğal değildi. Terörü amacına ulaştırdı" mı demeliydik.

Öyle denmedi. İspanyollar öyle yorumlamadılar. Aznar Hükümeti’nin yetersizliğini ve Bush yönetimi ile içli dışlı olmak uğruna halkın sesine kulak vermediği, halka yalan söylediği saptamaları yapıldı tepkilerle ilgili olarak.

***

TABİİ
ki bu olayın ardındaki gerçeğin ortaya çıkartılması gerekiyor. Şemdinli dosyasının, arkasındaki karanlık ilişkilerin de ortaya çıkartılmasını bekliyoruz.

Bütün komplolar, provokasyonlar, karanlık ilişkiler aydınlığa kavuşmalı. Ama sonuç ne olursa olsun halkın tepkisini, provokasyona gelmek ile izah etmek çok yanlış.

Bu tepkinin altında hepimizin gördüğü kadrolaşma telaşı var. "Bizden olan dindarlar ve bizi eleştiren dindar olmayanlar" cepheleşmesi var. Daha önceki iktidarları aratmayan partizanlık var.

Tepkinin, gerçek bir karşı çıkış olduğunu ve bunu yaratan nedenlerin bulunduğunu fark etmek zorunda iktidar sorumluluğunu taşıyanlar. Lütfen bir merak edin. Bir dinleyin.
Yazının Devamını Oku

Muhalefet edasıyla iktidar

19 Mayıs 2006
DANIŞTAY’a karşı girişilen saldırının arkasında kim var? Hükümet’ten gelen ilk tepki bu oldu. Derin devlet imasını taşıyan bu sorunun yanıtını verecek olan, vermesi gereken biz değiliz, bu sorunun esas muhatabı AKP hükümeti.

AKP’li bakanlar, Meclis Başkanı Arınç gibi ortaya attıkları sorulara kendileri yanıt vermelidirler. Böyle soruları peş peşe sıralayarak aklımızı bulandırmak tuhaf olmuyor mu?

Bence saldırının tek önemli yönü bu değil.

Saldırganın kimliği, arkasındaki güçlerin ortaya çıkartılması tabii ki önemli ama toplumu esir alan ve yapay gündemlerle sorumluluktan kaçmaya çalışan popülist siyaset anlayışı, olayın ardında kimin olduğu kadar önemli.

Daha önce yaşadığımız deneylere bakalım. Evet bu halk, her karmaşa döneminden sonra nasıl provokasyona geldiğini hayretle gördü.

Ama hangi dönemlerde oldu bu?

Esas soru bu olmalı. Çünkü o zaman provokasyon ortamının altında yatan nedenin siyasi olduğunu ve engellenebileceğini görüyoruz.

Siyasetin sorunların üstesinden gelmekte yetersiz kaldığı dönemlerde, bu ülke provokasyonlara açık oldu.

* * *

BAŞARILI
siyasetin en önemli göstergelerin biri de istikrardır. Yoksa siyasetin ve siyasetçilerin ne işe yaradığını sorarlar. Siyasetçiler ne işe yarar? Hükümetin görevi ne?

Başbakan Erdoğan iktidara geldiğinden bu yana muhalefet üslûbunu bir kenara bırakamadı. Parti kongrelerinde yaptığı konuşmalar, kullandığı sözcükler, üslûbu bir muhalefet partisi liderininkinden farksız.

Üstelik de küçük, marjinal bir parti lideri gibi sürekli devletin kurumları ile üstü kapalı ya da açık kavga halinde başbakan.

Başbakan üniversite ile kavgalı, başbakan danıştay ile kavgalı, başbakan bürokrasi ile kavgalı.

Tabii, devlet dışında kavgalı oldukları da var. Başbakan medya ile de kavgalı.

Şikayet, şikayet, şikayet. Pekiyi sorunları nasıl çözeceksin? Halk bunu sorar.

Muhalefet lideri olsa, göstereceği hedef belli. Seçimler. "Biz iktidara gelince bu sorunları, şöyle çözeceğiz. Bize oy verin" der.

Ya sürekli şikayet eden bir başbakan neyi hedef gösterecek?

AKP’nin sorunu burada. AKP, türban gibi kendi sembolü haline getirdiği ve toplumsal uzlaşma sağlaması mümkün olmayan konularda, iktidarı hedef gösteremeyeceği için sistemi hedef gösteriyor.

* * *

İKTİDAR
partisinin muhalefet eder gibi hükümet etmesi Türkiye’yi bölüyor, sarsıyor, istikrarsızlaştırıyor.

Aşırı milliyetçi ve dinci radikalizme karşı kararlı bir duruş olmadan Türkiye’nin demokratikleşme adımlarını atması mümkün değil. Aşırılık, aşırılıkçılığı besliyor.

Türkiye’nin enerjisini heba eden inatlaşmalara karşı gerçek gündemimize yani, demokratik ve ekonomik reform sürecine bir an önce geri dönmek için gerekli sorumluluğu hepimiz göstermek zorundayız. Ama ilk adımı atması gereken, esas sorumluluğun kendisinde olduğunu aklından çıkartmamak zorunda olan AKP hükümetidir.
Yazının Devamını Oku

Trenle yolculuk başlıyor

15 Mayıs 2006
HER istasyon bir işaretti. Cankurtaran’ı görünce İstanbul’a geldik, Bakırköy’den itibaren eve dönüş başlıyor demekti. Trenleri seyretmek diye bir şey de vardı o zamanlar. Ritmi ile biçimi ile, hızı ve akışı ile anı yakalama oyunu oynardık trenleri seyrederken.

Sonra trenler yaşamımızdan çıktı. Hele son yıllarda trene binmek, vagonların bakımsızlığı bir yana, cesaret işiydi. Güvenlik yoktu.

Ama sevgili okuyucularım değişiyor. Trenler yeniden yaşamımıza girmeye hazırlanıyor.

Bu yıl Devlet Demir Yolları’nın kuruluşunun 150’üncü yılı.

Devlet Demir Yolları Genel Müdürü Süleyman Karaman’ı dinledim önemli gelişmeleri haber verdi.

Devlet Demir yollarında son iki yıl, arama konferansları ve çeşitli toplantılar yaparak ihtiyaçları belirlemiş. Bu yıl hamle yılı.

Bu hamleyi zorunlu kılan bir başka şey var. Avrupa Birliği. Brüksel, ulaştırma konusunda uyum çalışmalarının başarıya ulaşması için Türkiye’ye, "kodlar arasında dengeyi sağla" diyor. Demir yolları ulaşımını da kara, hava ve deniz yolları seviyesine getirmesi gerekiyor Türkiye’nin.

Avrupa, 20020 yılında demir yolu ulaşım payının yüzde 20’ye çıkmasını öngörüyor.

Bugünkü duruma baktığımızda ise Türkiye bir karayolları ülkesi. Karayollarının yolcu taşıma payı 96 iken demir yollarınınki yalnızca yüzde 2.

ANKARA-İSTANBUL 3 SAAT

DEMİR
yollarının çağdaşlaşması, mesafelerin kısalması sosyal yaşantımızı da etkileyecek. Süleyman Karaman, bu yıl içinde hızlı tren projesinin İstanbul-Ankara etabının devreye gireceğini haber veriyor. Böylece üç saatlik bir tren yolculuğu ile İstanbul’dan Ankara’ya gidebileceğiz.

Eskişehir-Ankara arası ise bir saat. İnönü, Ankara-Sıvas hattını açarken, "artık Sıvas-Ankara on gün değil bir gün" demiş. "Bugün mesafeleri saatlerle ölçüyoruz" diyor Süleyman Karaman "Ankara’da çalışmak için Eskişehirli artık taşınmak zorunda kalmayacak. Kasabalar, kentler birbirinin banliyösü haline gelecek, göç duracak."

Avrupa’da kentler arası yolculukta her zaman hızlı trenleri tercih ediyorum. Hem daha ucuz hem de havaalanlarına göre daha hızlı hallediyor insan iniş biniş faslını.

Türkiye, gerçekten hızlı tren projesini gerçekleştirebilirse dünyanın 8. ülkesi olacak.

Ayrıca, toplu taşımacılığın çeşitlenmesi ile insanlar tarifeleri okumayı ve ulaşım programı yapmayı da öğrenecekler. Zaman ve para değerini öğreten bir süreç bu. Ulaştırmanın karayollarına bağımlılıktan kurtulması bir uygarlık eşiği gerçekten de.

HAYDARPAŞA’DA OVAL OFİS

"TÜRKİYE’nin köprü olduğu söylenir ama değil"
diyor TCDD Genel Müdürü, bir harita açıyor önüme ve Avrupa ile Asya tren yollarının üzerinden geçiyor kalemiyle. Gerçekten de Orta Asya ile Avrupa kuzeyden, Rusya’dan bağlanıyor. İpek yoluna bakıyorum, "Yollarını yaparsanız olur" diyor Karaman.

Demir yolları, Teknik Üniversite ile birlikte 2023 yılını hedefleyen bir master plan yapmış. Bu plana göre çalışmalar bu yıldan itibaren start alıyor. Avrupa Birliği ve Dünya Bankası’ndan da krediler temin ediliyor. Son 100 yıldan beri hiç ellenmemiş hatlar var Türkiye’de, hepsi elden geçiyor. Vagonlar modernleştiriliyor, istasyonlar ayrılık ve hüzün atmosferinden kurtarılarak yaşam alanı haline getiriliyor.

Bana sorarsanız, eski istasyonlar birer yüzük taşı. Mutlaka değerlendirilmesi gereken mekanlar. Marmaray’ın devreye girmesiyle birlikte devre dışı kalacak olan Haydarpaşa da onlardan biri.

"Biz hatalardan dersler çıkartmak istiyoruz" diyor Karaman, "Haydarpaşa garında bir oval ofis açacağız. Ve çalışmalara başlıyoruz. Önce altlık hazırlanacak. Yani burasının geçmişi, anlamı sosyolojik özellikleri gibi. Sonra da nasıl bir dönüşüm modelini tartışmaya açacağız. Ardından da ihale süreci başlayacak."

Dikkatle izleyeceğiz, şeffaflıkta ısrarlıyız. Bütün kentsel dönüşüm projeleri gibi Haydarpaşa’nın ne olacağı, nasıl olacağı da şeffaf bir süreçte ve halkın da desteği alınarak kararlaştırılmalı.
Yazının Devamını Oku

Tabular durdukça kınama lafta kalır

14 Mayıs 2006
İSİMLERİ yazmak istemiyorum. Çünkü bu konu artık şahısların meselesi değil. <br><br>Eşini döven milletvekilinden söz ediyorum. Millete nasıl bir vekaletse bu. Laf aramızda, karısını döven millete ne yapar diye düşünmüyor da değilim. Ama benim üzerinde durmak istediğim konu olayın "kınama" tarafıyla ilgili.

Kadından Sorumlu Bakanımız Nimet Çubukçu’nun yaklaşımını ilginç bulduğumu belirtmek istiyorum. Dünkü gazetede, Yalçın Doğan’a yaptığı açıklamada Çubukçu, bakanlığının yaptırım yetkisi olmadığını söylüyor.

Şiddete karşı mücadele planı olan yetkisi olmayan bir bakanlık. İçişleri Bakanlığı değil ki. Böyle söylüyor Çubukçu. Dayak olayını kınamayla yetiniyor.

Çubukçu’dan daha farklı bir yaklaşım beklerdim.

Çünkü kendisi kadın ve aileden sorumlu bir bakan. Konuyu partinin yetkili organlarına götürmesini, hükümetin gündemine taşımasını beklerdim örneğin.

Ama ne yazık ki, bu tavrın da gösterdiği gibi, bugün kadından sorumlu bakanlık, kadın sorunları karşısında da, bu aile içi şiddet olayında olduğu gibi yetersiz.

Örneğin, yeni ceza yasasında aile içi şiddetle ilgili maddelerdeki yaptırımların hafifletilmesi gündeme geldiğinde, "bir tokattan bir şey çıkmaz" zihniyetine karşı kıyamet kopartmıyor.

Kadın Erkek Eşitliği komisyonunun hasıraltı edilmesini, etkisiz bir alt kurulun altı haline indirilmesini mesele etmiyor.

Kadın hakları için yıllardan beri mücadele veren sivil toplum örgütlerini dinlemiyor. Kadınlarla konuşmuyor.

***

YAPTIRIM
yetkisi yok, tamam da kadın ve aileden sorumlu bakanlığın sivil toplum örgütlerini dinleyip, onlarla birlikte çalışma sorumluluğu da mı yok? Yaptırımları etkili kılacak olan bu işbirliğini keserseniz, elinizde etkisiz açıklamalar yapmaktan başka bir mekanizma kalmaz gerçekten.

Ama, hiç olmazsa Bakan Çubukçu kendi partisinin bir milletvekilini kınama cesaretini gösterdi. Hem de Hatay’da kamu ihalelerinde yolsuzluk yapıldığı iddialarını destekleyen AKP’li milletvekili Fuat Geçen’in kesin ihraç istemiyle disiplin kuruluna sevk edildiği bir dönemde.

Umarım, "namus cinayetleri" deyimini kullanmaya yanaşmayan, kadın haklarını türban hakkı ile sınırlayan AKP zihniyeti bu çıkışı görmezden gelmez, gündemine taşır da şiddete karşı ayıplamanın, kınamanın ötesinde etkili adımlar atılır.

***

ÇÜNKÜ
şiddet olaylarındaki tırmanış, kınamalarla yetinilemeyeceğini her örnekte biraz daha gözümüze sokuyor. Lise kapılarında başlayan, kampuslere yayılan, gazetecileri, gazeteleri, siyasi parti merkezlerini hedef alan şiddete karşı mücadeleyi kınamalarla geçiştiremeyiz.

Toplumsal şiddetle baş etme siyasi sorumluluk meselesiyse, herkesten önce en sorumlu konumdakiler kendileri gibi düşünmeyene öfkelenmenin, itham ve tehdit üslubunun da şiddeti beslediği, cesaretlendirdiğini fark etmeliler. Maalesef başbakanımızın üslubu da bu kategoriye giriyor.

Cumhuriyet Gazetesi’ne karşı girişilen saldırıyı, gazeteci arkadaşımız Metin Uca’nın bıçaklanmasını kınıyoruz. Tamam da, şiddetin nedenini anlamadan ve tartışmadan, kınamalar ile bir yere varamayız.

Kulağı küpeli gençlere, mini etekli kızlara, parti binalarına, gazetelere, gazetecilere, etnik farklılıkları bahane edip dükkanlara yönelen şiddetin altında ne olduğunu araştırdığımızda karşımıza hep aynı şey çıkıyor.

Tabularımız, putlarımız, kendi doğrularımız.

Bunların konuşulur, sorgulanabilir, reddedilebilir olduğunu öğrenmeden şiddete karşı etkili mücadele mümkün değil.

Milletvekili karısını döver, kınarız; Fanatik gazeteciye saldırır, kınarız; Terörist Cumhuriyet Gazetesi’ne bomba koyar, kınarız ama şiddet, lafta kalmış kınamaları bir müsamaha gibi değerlendirip yoluna devam eder.
Yazının Devamını Oku

İftira imparatorluğu

12 Mayıs 2006
"CUMHURİYET dedikodu imparatorluğu, iftira imparatorluğu değildir" diyor Jacques Chirac iki gün önce. Fransa Devlet Başkanı’nın bu sözleri gelecek hafta Meclis’te ele alınacak olan soykırım tasarısıyla ilgili değil.

1915 olaylarının tartışılmasını yasaklayan tasarının Meclis’ten geçmesi durumunda, Fransa’nın bir "iftira diktatörlüğü"ne dönüşeceği endişesinden de kaynaklanmıyor bu sözler.

Chirac zorda.

Fransa’da siyaset krizde.

Aslında, anayasa tartışmalarından beri su yüzüne vuran, varoş ayaklanmalarıyla iyice ortaya çıkan, gençlik olaylarında tam bir sıkışıklığı yansıtan, derin bir kriz bu.

Bu kriz, Avrupa’nın itici gücü olan bu büyük ülkenin elini ayağını o kadar bağlıyor ki, Türkiye ile Fransa arasındaki ilişkilerin geleceğinden endişe etmemek mümkün değil.

* * *

BEN
endişeliyim. Bu ortamda, tasarı Fransız Meclisi’nden geçebilir.

Bugün, bu konuya gerçekten sahip çıkabilecek bir irade göremiyorum Fransa’da. İktidar partisinin grubu oylamada serbest bırakması da bunu gösteriyor.

Bütün bu karmaşanın altında gelecek yıl yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimleri var.

Fransa, Watergate tipi bir skandalın pençesinde. İzliyoruz. Olaylar durulmuyor, skandallar birbirini takip ediyor.

* * *

OLAY,
1991’de Tayvan’a firkateyn satışına dayanıyor. Bu satış sırasında Fransız yetkililere büyük miktarda rüşvet verildiği iddialarının araştırılması sırasında İçişleri Bakanı Sarkozy’nin de adı geçiyor.

Chirac’ın sağ kolu Başbakan Dominique de Villepin de 2004 yılında Lüksemburg’da Clearstream finans kuruluşunun hesaplarını gizli servis aracılığıyla kontrol ettirmeye başlıyor. Daha doğrusu böyle bir iddia ortaya atılıyor.

Fransa, bir aydan beri bu skandalla çalkalanıyor. Her gün yeni bir iddia, her gün yeni bir isim ortaya çıkıyor.

Mesela, önceki gün Chirac’ın da Japonya’da bir bankadaki gizli hesabı ve burada milyonlarca doları bulunduğu iddiası ortaya atıldı. İddia sonra asılsız çıktı ama ortalık bulandı bir kez.

* * *

CLEARSTREAM
skandalı ya da Fransız Watergate’i, skandal derinleştikçe karanlıkta kalan noktalar artıyor.

Gerçekten Chirac ve Villepin, Sarkozy’nin ipini çekmek mi istediler? Yoksa Villepin, Sarkozy’nin provokasyonuna mı geldi?

İktidardaki UMP, yani Chirac’ın partisi olan sağcı Halk Hareketi Birliği ülkeyi sarsan bir iktidar savaşının arenası olmuş halde.

Sosyalistler de başkanlığı ele geçirmek için kendi oyunlarını oynuyorlar.

Başbakan’ın görevden alınması için baskı yapıyorlar. Önümüzdeki günlerde hükümet aleyhine gensoru vermeye hazırlanıyor Sosyalist Parti.

* * *

OY
için insanların birbirinin gözlerini oydukları bu ortamda Üçyüz küsur bin Fransız Ermeni’nin oyunun ne kadar hayati önemde olduğunu söylemeye gerek var mı?

Türkiye ile ilişkiler? Kimsenin bunu düşünecek hali yok.

İç politik çekişmeler bazen bir ülkenin uzun vadeli çıkarlarının önüne geçebiliyor. Fransa işte böyle bir dönemden geçiyor.

Keşke yanılsam ama, bu kafa karışıklığının Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar süreceği anlaşılıyor.

Ne yapacağız? Anlayışla olayları izlemekle mi yetineceğiz?

Tabii ki hayır, haklı tepkimizi ortaya koyacağız. Ama sürdürülebilir önlemlerle. İki adım atıp üç adım geri çekilmek zorunda kalmadan. Soğukkanlı ve ısrarlı biçimde. Çünkü bu iş süreceğe benziyor.
Yazının Devamını Oku

PKK Irak’ı da tehdit ediyor

8 Mayıs 2006
KUZEY Irak, kendini toparlamaya çalışırken PKK’nın Türkiye ve İran’a yönelik terör eylemlerini tırmandırması, Kuzey Irak’ta bugüne kadar yapılan hesapların yanlışlığını iyice ortaya koyuyor. Barzani ve Talabani yönetimleri, PKK ile etnik temele dayalı bir ittifak içinde olmanın ne kadar gerekli olup olmadığını yeniden sorgulamaya başlıyor.

Talabani’nin yakın çevresinden olan ve Süleymaniye bölgesinin üst yönetiminde yer alan Kürdistan Yurtsever Birliği üyesi İmed Ahmet, "Bizim topraklarımızdan komşularımıza, Türkiye ve İran’a saldırmayın" diye cuma günü PKK’yı uyardı.

"Bizim topraklarımızda kalmak istiyorsanız, yasalarımıza uymak zorundasınız" dedi.

Irak Kürtleri, Irak içinde siyasi etkiye sahip. Ekonomik çıkarları da bugünkü duruma bakıldığında Irak’ın istikrarından yana.

Türkiye ve İran ile iyi ilişkiler, komşular arası işbirliği bu istikrara katkıda bulunacak, onu da iyi biliyorlar.

PKK’nın Türkiye ve ona bağlı olarak faaliyet gösteren Pejak’ın İran topraklarındaki terör faaliyetlerinin bu ilişkileri zedelediği ortada. Ayrıca, PKK’ya karşı gerek ABD gerek Avrupa Birliği içinden ciddi eleştiriler yükselmeye başladı.

* * *

DEMOKRATİK
süreç içinde yer almak isteyen siyasi örgütlenmelerin, demokratik rekabete, şeffaflığa razı gelmeleri gerekir. PKK, sadece Türkiye değil, Irak dahil bütün bölgede Baas tipi bir Kürt milliyetçiliğini terör yoluyla dayatıyor. Baas tipi Arap milliyetçililiğinin sonu ortada. Dış müdahaleye çanak tutan baskı ve zulüm rejimleri.

Kaldı ki, Iraklı Kürtler ne Türkiye, ne İran ne de bir başka ülkeden gelen Kürtlerin, kendi topraklarında onlara ağabeylik taslamasına tahammül edebilirler.

Öyleyse neden PKK’nın bölgede faaliyet göstermesine izin veriliyor? Bu sorunun yanıtı, Talabani ve Barzani’nin kendi ülkelerinde sağlam bir Kürt birliği oluşturamamalarından kaynaklanıyor.

Bu birlik oluşmadığı için de, Talabani ve Barzani arasındaki kırılgan dengede, PKK bir can kurtaran simidi. Kah biri, kah diğeri tarafından kullanılıyor.

Kuzey Irak’ta güçlü ve demokratik bir yönetim yapısı derinleştikçe Irak Kürtleri, terör örgütlerinden daha hızlı bir biçimde kurtulmak isteyecekler.

Irak Kürtleri, ülkelerinin yeniden yapılanma döneminde kurucu ortak olmayı, bölge ülkelerinde yaşayan diğer Kürtlerin "ağabey"liğine tabii ki tercih edecekler. Kendi siyaset sahnelerinde yabancı Kürt örgütlerini görmek istemeyecekler. Onların Irak topraklarında kurdurduğu siyasi partilere prim vermediklerini, bugün bile, seçim sonuçları ortaya koyuyor.

* * *

PKK
, Türkiye’de yaşayan Kürtlerin siyasi kimlik kazanmak için verdikleri mücadele kadar, Türkiye’nin entegrasyonu için atılacak adımları da torpilliyor.

İç barışı engelliyor.

Aslına bakarsanız sadece Türkiye değil, Kuzey Irak Yönetimi’ni de baskı altında tutmaya uğraşıyor.

PKK’nın Irak’taki varlığı, Irak’ın istikrarını ciddi biçimde tehdit ediyor.

Henüz kimse pek fark etmiyor ama hükümet kurulup, Irak’ın Kerkük gibi kritik konularına sıra geldiğinde PKK’nın Türkiye ve İran la birlikte Bağdat’ı da tehdit ettiği anlaşılacak.

PKK adına adına Cumartesi günü yapılan açıklamada Cemil Bayık, Araplarla Kürtlerin Kerkük için savaşacakları zaman PKK’nın da bu savaşta Irak Kürtlerinin yanında savaşacağını söylüyor. Irak Kürtleri için vazgeçilemez olduklarını anımsatıyor.

Irak, Kerkük için uzlaşma ararken, savaş sözcüğünü ilk kez PKK ağzına alıyor.

PKK, sadece komşu ülkeleri değil, Bağdat’ı da iç savaşla tehdit ediyor.

Irak’ta, Kürtler dahil yeniden yapılanma için çaba harcayanların en son duymak isteyecekleri şey de bu olmalı diye düşünüyorum.
Yazının Devamını Oku