17 Ocak 2011
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan, dünkü açıklamalarında heykel ile ilgili eleştirilere yanıt vermeyi sürdürdü. Başbakan eleştirileri “nankörlük” olarak görüyor. Kars’taki heykele ucube demekte ne kadar haklı olduğunu anlatırken, AKP iktidarının “sanat”a hizmet eden bir hükümet olduğunu kanıtlamak için örnekler veriyor. Kars’ta Ani harabeleri arasında yer alan Ermeni kilisesi ve ibadet yerleri dahil eski eserleri onardıklarını örnek veriyor. “Hükümetimiz döneminde Türkiye genelinde beş bine yakın vakıf eserini biz restore ettik onardık ve dünya kültür mirasına kazandırdık. Yer yüzüne dağılmış eserlerimizi tek tek buluyor onarıyor ve hizmete açıyoruz. Süleymaniye’de restorasyonu tamamlayarak ibadete açtık” diyor. Tarihi mirasa sahip çıkanların ellerine sağlık.
Keşke Alinoi’de de aynı duyarlık gösterilebilseydi. Likya yolu üzerinde yarım kalan, kendi haline terk edilen kazılara da sahip çıkılsa. İnsanlık yolunun en parlak hazineleri terkedilmişlikten, zamanın yok edişinden kurtulabilseler. Geçmişe ayrım yapmadan sahip çıkılsa. Keşke.
AMA yetmiyor. Eski eserlerin imarı sanat ve sanatçıya bu hükümetin ne kadar önem verdiğini göstermeye yetmiyor. Eleştirilerin odağında bir zihniyet meselesi yatıyor. Başbakan Kars’taki heykelin sanatçısına hakaret de ediyor. “Biz sana iş bulmaya mecbur değiliz. Çok işsiz kalmışsın galiba gidip benim tarihi eserlerimin bulunduğu yerde o heykeli inşa ediyorsun kusura bakma” diyor.
Olmadı başbakan, sanatı tüketmeyi bilmeyen toplumlarda sanat da sanatçı da gelişmez. Eski eserleri onarmak ise bir ülkeyi küresel kültür rekabetinde varoşlardan çıkartmaya yetmez. Üstelik sanatçının saygın bir yaşam sürmesini sağlayacak kültür teşvik politikaları da hükümetlerin düşünmesi gereken sorumluluklardan biridir.
FRANSA’nın Tours kentinde heykeltıraş Michel Audiard’ın tasarladığı 17 metre yükseklikte 40 metre genişlikteki kadın heykelinin yarattığı tartışma ile Türkiye’deki tartışma arasında temel bir fark var. Tours kentinde heykelin Marmoutier Manastırı’nın üzerindeki bir tepeye dikilmesine karşı çıkanlar bölge halkı. Yapılan bir kamoyu yoklamasında bölge halkının sadece yüzde 51’i heykelin yerinde kalmasına evet dedi. Tartışma bitmedi ama kararı halk verecek.
Çünkü o heykelin önünden her gün gelip geçecek olan onlar. Çünkü, yaşadıkları bölge ile ilgili öncelikli karar hakkı onların.
Halk, “o heykel oradan kaldırılacak” derse gereken yapılacak ama yine de kimseyi küstürmeden, kaldırılmasın diyenleri dikkate alarak, sanatçıyı incitmeden. Heykelin nereye yerleştirileceğine birlikte karar vererek. Demokrasilerde kararlar böyle veriliyor.
Bizde ise kararın nasıl verildiğini Başbakan Erdoğan dün şu sözlerle açıkladı: “Biz, neyi nerede inşa edeceğimizi kılı kırk yararak, dikkatle yapıyoruz.”
Yazının Devamını Oku 16 Ocak 2011
CEZAYİR aşırı İslamcıların saldırıları altında inim inim inlerken, Libya Muammer Kaddafi rejiminin pençesi altında Batı’ya meydan okurken, Fas yükselen İslamcı dalga ile başa çıkmaya çalışırken Tunus Batı çıkarları açısından bölgenin “istikrar adası”ydı. Devlet Başkanı Zeynel Abidin Bin Ali’nin Tunus’una birkaç yıl önce gittim.
Bin Ali ile de görüştüm.
Kadın haklarına çok önem verdiğini söylüyor, özellikle iş kadınlarına verdiği desteğin görülür olmasını istiyordu.
Ama sonra ülkenin içlerine doğru ilerledikçe başkentte gördüğüm her şeye sahip sınıfın temsilcilerinin dışındaki Tunusluları da gördüm.
Yoksulluğu, kendi kaderine bırakılmışlığı, baskıyı.
Tunus, koyu bir askeri rejim tarafından desteklenen bir diktatörün ülkesiydi.
Laiklik ve kadın hakları, bu baskıcı rejimin meşruluk araçları olarak vitrindeydi.
Demokrasinin gereği olan bu unsurların, kadın hakları ve laiklik konusunun içi boşaltılmış kalıplarının demokrasiye karşı kullanılmalarının en somut örneğidir Tunus.
Tunus Devlet Başkanı’nın, ayaklanma sonucu ülkeyi terk etmek zorunda kalacağı o günlerde söylenseydi inanmazdım.
Bin Ali, ailesi ve yakın çevresi ülkenin hakimiydiler.
Eğer cep telefonları, Facebook, Twitter olmasaydı, yani dijital meydanlarda isyan başlamasaydı Tunus’un otuz yıllık diktatörü ülkeyi terk eder miydi?
Şimdi Arap dünyasının gözü Tunus’ta.
Dijital meydanlar bölgenin koltuğa yapışmış diğer liderlerini istifaya çağıranlarla dolu.
Acaba Tunus, Polonya’daki Dayanışma Hareketi’nin başlattığı ve Doğu Avrupa’yı yutan değişim dalgasını tetikleyebilecek mi?
EĞER Irak savaşı öncesinde böyle bir gelişme yaşansaydı, bu sorunun yanıtı olumlu olabilirdi.
Ama unutmayalım ki, artık Arap dünyası için “demokrasi” dünkü kadar cazip bir kavram değil. Irak’ta ABD’nin demokrasi getirme adına çıktığı maceranın sonu herkesin gözleri önünde.
Doğu Bloku’nun dinamikleri ile Arap dünyasındaki rejimlerin dinamikleri aynı değil. Toplumların nitelikleri de farklı, kültürleri de.
Tunus’un bölgede değişim ateşi yakıp yakmayacağını söylemeden önce, bu olayların ülkede neyi değiştirebileceğine bakmak lazım.
BİN Ali’nin ülkeyi terk etmesinden sonra ne olacak?
Şu anda henüz kesin bir yanıt yok.
Bazı yorumcular, Tunus’ta İslami rejim ihtimalini tartışmaya açtılar. Evet, El Kaide, olaylardan sonra yaptığı açıklamada gelişmelere destek verdiğini açıkladı.
Ama İslami hareketin kökleri ülkede kuvvetli değil. Müslüman Kardeşler örgütü ile ittifak halinde olman Hizbül Nahda’ya askeri rejim yaşama alanı bırakmamıştı. İllegal örgütlenen hareketin liderlik kadroları ülke dışında.
İslamcıların, yönetim alternatifi haline gelmeleri bana göre zor.
Uzun yıllar ağır baskılar altında yaşayan muhalefet partilerinin de ülkeyi demokrasiye taşıyacak kapasiteye sahip oldukları söylenemez.
Yine geriye askeri rejim kalıyor.
Eski Devlet Başkanı Burgiba’yı götürüp yerine Bin Ali’yi getiren rejim.
Önümüzdeki günler, ayaklanmanın askeri rejimi sarsacak boyutlara ulaşıp ulaşamayacağını gösterecek.
Yazının Devamını Oku 14 Ocak 2011
ÖYLE birden bire mi oldu? Almanya Başbakanı Angela Merkel’in tam otuz yıl aradan sonra Kıbrıs’ı ziyaret eden ilk Almanya başbakanı olması sadece bir tesadüf mü?
Tesadüf değil.
Almanya bu yıl başından itibaren Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine geldi. Oraya gelen her geçici ülke gibi, akılda kalacak izler bırakmak istemesinden daha doğal bir şey olamaz.
Nitekim, Merkel’in Kıbrıs ziyareti öncesinde de gördüğümüz gibi, Almanya bu üyeliği fırsat bilip Kıbrıs meselesinde daha aktif bir rol almak istediğini çeşitli defalar dile getirdi.
Bunda, kendi parçalanmışlık döneminin deneyimlerinden de yararlanılabileceğini açıkça söyledi.
Hatta, Almanya’nın mülkiyet meselesini çözümde izlediği yolun örnek olmasa bile yararlanabilecek deneyim olduğu vurgulandı.
Ama Merkel’in, Kıbrıs Rum Yönetim’ini ziyareti sırasında yaptığı açıklamalarda kantarın topunu kaçırıp, Türk tarafını suçlaması, güvenilir bir arabulucu rolü ile bağdaşmıyor.
O zaman, bu ziyareti farklı bir açıdan da değerlendirmek gerekiyor.
Yazının Devamını Oku 10 Ocak 2011
BUGÜN Türkiye’nin her yerinde meslek örgütleri çalışan gazeteciler günü için çeşitli faaliyetler düzenliyorlar. Ne yazık ki, toplum içinde kendi sorunlarıyla en az ilgilenen kesim gazeteciler.
Hele son yıllar meslek dayanışması açısında tam bir gerileme dönemi oldu.
Gazeteciler arasında gelir paylaşımında meydana gelen uçurumlar, başka alanlarda isim yapan kişilerin tepeden inme mesleğe dalarak liyakat hiyerarşisini altüst etmeleri gazeteciliğe ağır darbeler vurdu.
Medyayı araç olarak kullanma eğiliminin artması, siyasi ve askeri güç odaklarının müdahaleleri de gazetecilerin ve gazeteciliğin kaderini olumsuz etkiledi.
Ne haklar kaldı ne sorumluluklar. Üç maymunu oynamak, hak ve sorumlulukları sorgulamaktan daha kolaydı.
Başarı çıtası, entelektüel birikim ve sabırla kazanılmış alçak gönüllü deneyime dayalı bir meslek olmasına rağmen, gazeteciler şöhret merdivenlerinde hızlı tırmanışlara mecbur edildiler.
Sosyal güvenliksiz meslek erbabına, kendini kurtaran kaptan yolundan başka yol bırakılmamışsa bu süreçte tek suçlunun gazeteciler olmadığını görmek lazım.
* * *
CEZA Yasası değişirken, kadın, çocuk haklarıyla ilgili geniş bir kampanya yapılmış, zina konusunda büyük bir tartışma yaşanmış ve kadın hareketi sürecin en aktif grubu olarak sesini duyurabilmiş, taleplerinin yasalara yansımasını sağlayabilmişti.
Oysa o sırada bugün yükünü ağır biçimde taşıdığımız basınla ilgili yasakçı zihniyetin ürünü değişiklikler patır patır yasalaşmıştı.
Basın örgütleri seslerini topluma iyi duyuramadılar. AKP Hükümeti, bu maddeleri düzeltme vaatlerini de tutmadı. .
Basın özgürlüğünün gazetecilerin kaprisleri olmadığını, bunun halkın gerçeklere ulaşma hakkı olduğunu bir türlü anlatamadık.
Terörle mücadele ve basın yasalarındaki yasakçı maddelere dayanarak bugün gazeteciler, ulaştıkları gerçekleri okuyucularıyla paylaştıkları için binlerce dava ile karşı karşıyalar.
Siyasi yelpazenin her kesiminden elliden fazla gazeteci hapiste.
Bir süre önce, 24 meslek örgütünün katılımıyla kurulan Gazetecilere Özgürlük Platformu, gazeteci davalarını izliyor. Davalara yetişmek artık mümkün değil. Çünkü artık gazeteciler, haber peşinde koşacaklarına zamanlarını mahkeme kapılarında geçiriyorlar.
* * *
50 yıl önce 10 Ocak’ta gazetecilerin durumlarını iyileştiren 212 sayılı yasanın yürürlüğe girmesi ile ilan edilen Çalışan Gazeteciler Bayramı, günümüzde artık sadece Çalışan Gazeteciler Günü olarak kutlanıyor.
Sabah gazetesi’nin kuruluşu ile başlayan diğer gazetelerin “haksız rekabetle karşı karşıyayız ” gerekçesiyle kopyaladıkları gazetecileri sendikasızlaştırma süreci 212 ile kazanılan hakları adım adım budadı.
Daha dün, çalışan gazeteciler gününe beş gün kala yeni bir gelişme oldu.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, çalışan gazeteciler için zaten kötü olan bir durumu daha da kötüleştiren bir yasa AKP milletvekillerinin oylarıyla kabul edildi.
RTÜK Yasası’nın 23 maddesi, radyo ve televizyonların haber birimlerinde çalışanlardan ancak RTÜK’ün belirleyeceği sayıda gazetecinin 212 sayılı yasadan yararlanabileceğini karara bağladı.
Asgari sayının RTÜK tarafından belirlenmesi olayı maddenin önceki halinde de vardı fakat orada, çalışanların tümünün basın iş kanununa tabii tutulmasına açık kapı bırakan bir ifade yer alıyordu.
Şimdi bu kapı da kapatıldı.
Bugün 10 Ocak, çalışan gazeteciler günü. Ne demem lazım? Kutlu olsun mu?
Yazının Devamını Oku 9 Ocak 2011
AVRUPA İnsan Hakları Mahkemesi’ne göre Türkiye ile ilgili davalarda ulusal mahkemelerin karşılaştığı en büyük zorluk nedir biliyor musunuz? Türkiye’de mahkemeler, çatışan haklar ve menfaatler arasında denge denetimi yapamıyorlar.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin genel izlenimi böyle.
Bu, hakimlerin somut durumu ilgilendiren haklar ve menfaatler arasında denge arayışına gitmeden, kanunlardaki hükümleri doğrudan uygulamaları anlamına geliyor.
Hizbullah tahliyeleri kararını veren Yargıtay 9. Ceza Dairesi Başkanvekili Ekrem Ertuğrul’un, NTV’ye yaptığı “Yasayı uygulamaktan başka çaremiz yoktu” açıklaması da bunun kanıtı bana göre.
Niçin böyle? Çünkü yargı bağımsız değil. Yargıda gerçek bağımsızlık kültürü yerleşmedikçe başka türlüsünün olması da beklenemez. Hele de yargının ağır baskı altında olduğu günümüzde, savcılardan da hakimlerden de çatışan hak ve menfaatler arasında gerçek bir denge denetimi yapmalarını beklemek haksızlık olur.
Kitaba sığınmak varken, bağımsız irade ortaya koyup başını derde sokmak niye?
Türkiye’de yargı ne zaman bağımsız oldu ki, bugün tersini iddia edebilelim.
Sorunların tek bir nedeni yok. Üstelik yeni de değiller.
Ama AKP iktidarı döneminde de çözüm için bir şey yapılmadığının altını çizerim.
İNSANLAR hapisten çıktı diye hayıflanmayı, doğru bulmam ama bu tahliyelerle Türkiye’de toplumun adalet duygusu ağır darbe almış; vicdanlar ağır yaralıdır.
Hakkın yerini bulmadığı bir toplumda kim kendisini tamamen güvende hissedebilir?
Adalet Bakanlığı’nın bütçedeki payının düşüklüğü, Yargıtay’da kadro eksikliği, bölge mahkemeleri, yürürlüğe giren yeni maddelerdeki hatalar önemli şeyler ama sorunun büyüklüğü karşısında ayrıntı.
Esas sorun, bu toplumda soruların yanıtlarının hiçbir zaman tatmin edici bir biçimde ortaya çıkartılamaması.
90’lı yıllarda Güneydoğu’ya gittiğimizde, gazeteci olarak kiminle konuşsak tüyler ürpertici hikayeler duyardık.
Gece yarısı çalınan kapıların açılmasıyla birlikte içeri dalan maskeli kişilerin alıp götürdüğü ve bir daha kendilerinden haber alınamayanların hikayelerini dinlemiştik. Cesetleri Hizbullah evlerindeki mezarlardan çıkmıştı.
Konca Kuriş gibi hak savunucusu bir kadının elleri ayakları arkadan bağlanıp işkence edilerek öldürülmesi sadece ailesinin değil, her zamankinden daha çok artık benim meselemdir. Bizim meselemizdir.
FAİLİ meçhuller dosyası olduğu gibi duruyor.
Faili belli olanlar bile, Kemal Türkler davasında gördüğümüz gibi, zaman aşımından düşüyor.
Ne Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı ne de isimleri hepimizin vicdanlarına kazınmış olan diğer siyasi cinayetleri kimlerin neden yaptıkları aydınlanabildi.
Susurluk’a ne oldu?
Hüsran.
Ergenekon davası ile sapla saman iyice karıştı.
Dink suikastı aydınlatılamıyor bir türlü.
Bir düzen, iddialarla, dedikodularla, fısıltı gazetesinin haberleriyle ayakta kalamaz.
Bugün en çok ihtiyacımız olan şey gerçeklerin ortaya çıkmasıdır.
Bize neler oldu? Neler oluyor?
Hizbullah nedir? 90’larda güneydoğu’da neler yaşandı? Gazeteciler, sendikacılar neden öldürüldü? Kimler öldürdü?
Bu yanıtları kim verecek?
Failleri hiç mi bulamayacak, hep karanlıkta, hep el yordamıyla mı yol alacağız?
Yazının Devamını Oku 7 Ocak 2011
İSRAİL Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman’ın, The Jerusalem Post Gazetesi’nde önceki gün yayınlanan makalesi, Türkiye ile ülkesi arasındaki ilişkileri düzeltme girişimlerine destek olan bir tonda değildi. Ama gerçekçiydi. Türkiye’nin yangına karşı uçak göndererek yardımcı olmasının arkası gelmedi. Her iki taraf da kamuoyuna yönelik olumlu adımları devam ettirmeyi beceremedi.
Aynası iştir kişinin lafa bakılmaz denir ama laf da önemli. Üstelik aynada öyle yakınlaşma yolunu kolaylaştıracak işler de görünmüyor.
Eğer gerçekten, Ortadoğu’da Türkiye’nin etkinliğinin derinleştirilmesini istiyorsak, İsrail ile ilişkileri, kızgınlıklarla besleyip, kendi haline bırakamayız.
Türkiye’nin Ortadoğu’daki etkisi barı sürecinde alacağı rollerle görülecekti. Suriye ile İsrail arasındaki arabuluculuk girişimi de bu sürecin en önemli rolüydü.
Artık böyle bir rolden söz edilmiyor.
Oysa dün İsrail ve Mısır liderleri bir araya geldiler.
İki ülkenin arası çok mu iyi?
Hayır. Birçok sorun var. Bunlara İsrail’in Hayfa açıklarında bulduğu zengin doğalgaz yatakları nedeniyle çıkan sorunlar da eklendi. Lübnan gibi Mısır da itiraz ediyor.
Üstelik Mısır kamuoyu, denizdeki köpekbalığı sürülerini bile Mossad’dan bilecek kadar şüphe duyuyor İsrail’e
BARIŞ görüşmeleri sürecini yeniden canlandırmak uluslararası baskı artıyor. Suriye ile İsrail arasında diyalog yolunu açmak için yeni girişimler başladı. Başka arabulucular devrede ama artık Türkiye yok.
“Türk Hükümeti yakınlaşma arzusunda olduğunu söylemesine rağmen iki yüzlü bir tutum içinde” diyor İsrail Dışişleri Bakanı, “Carmel orman yangınlarından sonra Davutoğlu’nun ilişkilerin düzelmesinden yana olduğunu söylemesine rağmen, hükümet aramızdaki ticaret anlaşmasını yenilemedi. 800 Türk işçisi işlerini kaybedecek. Bunun nedeni açıklanmadı. Tek taraflı bir adımdı ve önceden haber de verilmedi.”
Lieberman, Mavi Marmara Gemisi’nin dönüşünde karşılama sırasında binlerce kişinin İsrail’e ölüm sloganları attıklarını, AKP Hükümeti’nden bununla ilgili hiçbir açıklama gelmediğini de vurguluyor. Bu son gelişmeler sorunu yeniden tırmandırmış.
Türkiye’de koşulların Humeyni öncesi İran’ı hatırlattığı gibi ifadeler de kullanan Lieberman, esas olarak İsrail’in ilişkileri düzeltmek için artık hiçbir koşul kabul etmeyeceğini söylüyor.
“Mazeretler aramayın, özür filan beklemeyin, samimiyseniz ben Davutoğlu ile her yerde buluşup görüşmeye hazırım. İsrail’i seçim malzemesi olarak kullanmayın” diyor.
LİEBERMAN’ın önerisi kabul edilecek mi?
Mavi Marmara olayının unutulması kolay değil. İnsani yardım gemisine İsrail’in uyguladığı şiddeti, hükümet affetse, vicdanlar affetmeyecek. Aslında ne özür ne de tazminat böyle bir olayı affettirmeye yeter. Ama bugünlere gelmeyebilirdik. Olayın başından beri her iki tarafın hükümetleri itidal ile olaya yaklaşabilselerdi bugünkü çıkmazın içine düşülmezdi.
Ama şu da gerçek. Davos’ta Başbakan Erdoğan’ın duygusal ve tribünlere oynayan çıkışı olmasaydı, Gazze saldırısına karşı tavır, aleyhte bir kampanya yerine, siyasi ve diplomatik kanallarda sonuç almaya yönelik girişimlerle belirlenebilseydi durum çok farklı olurdu.
Evet, taraflar arasında gözlerden uzak kanallarda yakınlaşma arayışları sürüyor. Ama her iki tarafta da siyasiler kamuoylarına yakınlaştırıcı değil, tam tersi halkları birbirlerinden uzaklaştırıcı, soğutucu mesajlar veriyorlar.
Bunun da ne iki ülkeye ne de bölgemize yararı var.
YARGI bağımsızlığı konusunda pek de hassas olmayan AKP Hükümeti’nin, Yargıtay kararına ilgisizliği ve Hizbullah davası sanıklarının serbest kalmaları karşısındaki sessizliği, önümüzdeki dönemde Türkiye İsrail ilişkilerinin pekala seçim malzemesi olabileceğini gösteriyor.
Yazının Devamını Oku 3 Ocak 2011
2011’de dış politikada neler yaşanabileceğini incelerken, dünkü yazımda seçim sürecinin belirleyici rol oynayacağını söylemiştim. Oy kaygısı nedeniyle ne muhalefet, bilhassa da iktidar elini taşın altına koyamaz. Bu durum Avrupa Birliği ve Kıbrıs meselesini de etkileyecek. Avrupa’da bazı çevrelerin, Kıbrıs sorununu Türkiye’nin Avrupa Birliği perspektifi ile ilişkilendirerek çözme kurnazlığı 2010 itibariyle iyice duvara tosladı. Müzakereler başladıktan sonra ilk kez bir Avrupa Zirvesi Türkiye ile fasıl açma kararı almadan bitti ve bu durum Türkiye’de kimsenin umurunda olmadı. Brüksel’de bunu dert eden var mıydı bilmiyorum. “Artık, Kıbrıs konusunda adım atmazsanız Avrupa süreci tıkanır” uyarısı da süfli bir pozisyon haline geldi. Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkilerde Kıbrıs meselesinin ipotek hükmü bile kalmadı. Bu durum belki de taşların yerli yerine oturmasını sağlayabilir. Avrupa Birliği süreci gibi, Kıbrıs da kendi dinamikleri içinde ilerleme fırsatına kavuşur ve normalleşirler. Yoksa bu düğümün bu yıl da çözülmesi mümkün olmayacak.
KIBRIS’TA BM DEVREYE GİRİYOR
KIBRIS’ta görüşmeler Eroğlu hükümeti ile yeniden başladı ama özellikle mülkiyet konusundaki ciddi tıkanıklık aşılamıyor. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-mun, Kıbrıs Türk ve Rum liderlerle New York’taki görüşmenin ardından raporunda, taraflara 26 Ocak tarihini gösterdi. Bu ayın 26’sında taraflar müzakerelerdeki her başlığa ilişkin görüşlerini yazılı olarak BM Genel Sekreteri’ne iletecekler.
Genel Sekreter, bu buluşmadan sonra kaleme alacağı raporda sürece nasıl devam edileceğine karar verecek. BM Genel Sekreteri, son raporunda görüşmelerin sonsuza kadar devam edemeyeceğinin altını çizmişti. Bu da müzakere sürecinin format değiştirebileceği yorumlarına yol açtı. Kıbrıs’ta ikili görüşmeler yeniden Burgenstock’ta olduğu gibi, BM denetiminde, garantör ülkeler ile ABD ve AB’nin de katılacağı bir formatta başlayabilir. Ancak Mart ayında Kıbrıs Rum kesiminde, Haziran’da da Türkiye’de seçimler olduğu için yeni sürecin başlaması yine sonbaharı bulabilir.
AVRUPA BİRLİĞİ YIL SONUNDA CANLANABİLİR
SONBAHARA doğru hareketlenme emareleri görülürse ve BM denetiminde bir müzakere sürecine kapı aralanırsa Avrupa Birliği’nin Aralık Zirvesi, Türkiye ile ilişkilerde yeni bir sürecin başlangıcı da olabilir. Tabii bütün aktörler üzerlerine düşeni yapabilirlerse. Avrupa Birliği kadar Türkiye de kendi vizyonunu yenileyebilirse.
Bugüne kadar Türk kamuoyu Avrupa’dan gelen olumsuz açıklamalar karşısında yetkililerin yaptıkları savunmaları dinledi. Türkiye’nin görevleriyle ilgili hiçbir hatırlatma yapılmadığı gibi, kamuoyuna, “Biz üzerimize düşen her şeyi yaptık yapıyoruz, onlar yan çiziyor” mesajı verildi. Ama bizim ne gibi değişiklikler yapmamız gerektiği, teknik mevzuat çerçevesinden bir türlü yansıtılamadı. Yansıtılsaydı, çevreyi hiçe sayan büyük projelere karşı çıkanlar düşman ilan edilmezdi. Avrupa Birliği’nin
Türkiye ile ilgili 2010 İlerleme Raporu taslağı, uzun zamandan beri ilk kez daha ciddi eleştirilere yer veriyor. Bu yıl, muhalefetin konuya sahip çıkıp çıkmaması da Avrupa ile ilişkileri etkileyecek. Bu noktada yaşanacak bir rekabet sonuçta Türkiye’nin yararına olacak. Ama dedim ya, partilerin Avrupa Birliği’ne sahip çıkıp çıkmamaları da seçim sürecine tabi olacak.
Yazının Devamını Oku 2 Ocak 2011
2011 yılının dış politikada ne getirebileceğini düşünürken aklıma ilk gelen seçimler oluyor. Bu yıl Türkiye için seçim yılı. Gelişmeleri tribünler belirleyecek. Herkesin kendi tribününe oynayacağı bu kritik seçim döneminde aklı selim dilemekten fazla bir şey gelemeyecek elimizden. Türkiye’nin 2011 dış politika falında çözüm trendi ağır basmıyor maalesef. Dosyalara genel bakış attığımda gördüklerimi merak ediyorsanız, buyurun.
ULUSLARARASI KURULUŞLARDA REKABET
BİRLEŞMİŞ Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki geçici üyeliği sona erdi. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Türkiye’nin bu dönemde fark yarattığını söylüyor. İki yıllık sürede Türkiye, terörizmle mücadele konusu dahil önemli zirvelere öncülük yaparak, diğer üyelerin desteğini arkasına alırken, İran’a karşı yaptırım oylamasında “Hayır” oyu kullanan iki üye ülkeden biri oldu. Bu zikzaklı yola rağmen, Davutoğlu, on yıl içinde Türkiye’nin yeniden aday olmak için hazırlıklara şimdiden başlayacağını açıkladı. Çünkü talep varmış. Bu yıl da Türkiye, IMF de dahil olmak üzere uluslararası kuruluşlarda etkili rol oynamaya çalışacak. Olumlu sonuçlar, tabii ki iktidar partisinin hanesine yazılacak.
ABD İLE İLİŞKİLER
EKSEN değişti mi değişmedi mi tartışmaları bu yıl da devam etse de, tartışma ilişkilerde belirleyici rol oynamayacak. Ankara ile Washington arasındaki ilişkiler özellikle silah kontratları ve savunma anlaşmaları alanında “olumlu” adımlara sahne olacak. Füze kalkanı ve Patriot parçalarının ortak üretimlerinin yanı sıra yeni alışverişler de iki başkent arasındaki kanallarda tartışılacak. Washington’da etkili çevrelerin en çok önem verdikleri de bu konu. Ermeni karar tasarısıyla ilgili girişimler ve Yönetim’in bunları durdurma çabalarıyla bu sıradaki çeşitli pazarlıklar bu yıl da görülecek ama bu konuda büyük bir sürpriz olmayacak. Washington bu yıl da Avrupa’ya “Türkiye’yi dışarıda bırakmayın” diyecek, ve her yıl olduğu gibi bu yıl da Amerika’nın tavsiyesini kale alan olmayacak.
Ankara talep olmadıkça hiçbir konuda arabuluculuk yapmayacağını söylediği için, İran ile arabuluculuk girişimi olursa, talebin Washington’dan geldiğini anlayacağız. Obama Yönetimi, Türkiye’nin Müslüman ülkeler ve gruplarla iyi ilişkilerinden yararlanabileceğini göz ardı etmeyecek. Bu imkanı bu yıl da elinin altında tutmak istediği için Türkiye’nin Taliban, Hizbullah, Hamas gibi örgütlerle ilişkilerini engellemeye kalkışmadan dikkatle izleyecek. Enerji konusunda ise Türk-Rus işbirliği karşısında elinin zayıf olduğunu kabul edecek.
ABD’nin bu yıl sonunda Irak’tan çekilme takviminde bir değişiklik olmadığına göre, Obama Yönetimi, Türkiye’nin Kuzey Irak dahil ülkenin bütününde İran’ı dengeleyecek bir güç haline gelmesini teşvik edecek, destekleyecek.
İSRAİL GİTTİKÇE KEMİKLEŞEN BİR SORUN
İSRAİL ile Mavi Marmara’ya saldırı sonrasında arabuluculuk girişimleri ve iki ülkenin gizli kanallardan sürdürdükleri çalışmalar, tribünlerdeki hassasiyet nedeniyle başarılı sonuç veremeyecek. Çünkü süreçte ilişkilerin düzelmesinden yana olan siyasi güçler kadar, buna karşı çıkan hareketlerin etkisi de eşit ağırlıkta. Her iki tarafta da bu böyle. Türkiye’nin özür ve tazminat koşuluna ilişkin tam formül bulunurken İsrail’den “onlar bize özür borçlu” diyenlerle Türkiye’den “Koşullara Gazze’den ablukanın kalkmasını da ekleyin” diyenler süreci torpilleyecek. Son zamanlarda işaretleri gelen, İsrail’den Gazze’ye yönelik yeni bir operasyon ihtimali ilişkileri daha da gerecek.
ERMENİSTAN, AZERBAYCAN
ERMENİSTAN ile ilişkiler de seçim kurbanı konular arasında. Bu yıl Türkiye’de gelecek yıl Ermenistan’daki parlamento seçimleri herhangi bir adım atılmasına izin vermiyor. Üstelik Ermenistan’dan erken seçim tartışmalarına ilişkin haberler de geliyor. Azerbaycan bu konuda geri adım atmamakta kararlı. Karabağ sorununda her hangi bir ilerleme sağlanabilir mi? Hiç sanmıyorum.
Avrupa Birliği ve Kıbrıs başta olmak üzere, dış politikadaki diğer konu başlıklarına da sonraki yazımda değineceğim.
Yazının Devamını Oku