25 Şubat 2011
TUNUS’da Arap dünyası bir diktatörü devirebileceğinin farkına vardı. Mısır, şiddetin kontrol edilebileceğini gösterdi, Libya’da durum farklı. Çıplak yumruklarını havaya kaldırarak özgürlük isteyenlerin yanı sıra, kalaşnikoflu göstericiler var sokaklarda, yağma var, talan var. Öte yanda kendini kurtarabilmek için bütün ülkeyi ateşe verebilecek kadar deli bir hükümran.
Dünya Muammer Kaddafi’yi çok iyi tanıyor. Yolcu uçaklarına göz kırpmadan ateş açabilen bu diktatörün 1970’li yıllarda, kendisine karşı gösteri düzenleyen öğrencilerin üzerine silah doğrulttuğunu, emrindekilere “öldür” emrini kılı kıpırdamadan verdiğini bilmeyen yok.
1980’de Avrupa’daki muhaliflerini vurdurtan, 1996’da Ebu Salim Cezaevi’ndeki bin tutukluyu kurşuna dizdiren bir “lider” o.
Bu sonuncusunu kendisi de 2004’te itiraf etmedi mi.
İtiraf edip, tutukluların ailelerine tazminat ödemek istemedi mi?
Ama onlar, adil yargılama diyerek tazminatı reddettiler. Lockerbie olayını itiraf edip ödemeye yanaştığı tazminatı kabul eden Avrupa yönetimlerinin aksine.
Kaddafi tazminatları ödedi, kitle imha silahları programından vazgeçtiğini söyledi ve ABD, Avrupa şirketlerine kapılarını açtı. Çadırıyla Paris ve Roma’da dolaştı, ağırlandı, en normal ülkenin en normal lideri gibi.
Ve onunla yapılan anlaşmalara güvenerek oraya gidildi, insanlar gönderildi.
O yüzden şimdi seslerini kısmış vatandaşlarını kurtarmaya çalışıyorlar.
Herkes, ABD’den Çin’e kadar bütün ülkeler, Kaddafi’yi nasihatle yola getirmeye uğraşıyorlar.
LİBYA’daki durum önümüzdeki günlerde daha da açıklığa kavuşacak. Ülkelerine dönen yabancıların anlatacaklarının yanı sıra, orada milyonlarca dolarlık yatırımların akibetiyle ilgili merak artacak.
Libya politikalarının oluşmasında bugüne kadar etkili olan ve aralarında çok büyük petrol, inşaat şirketlerinin de bulunduğu lobinin, keskin bir tavra onay vermesi zor. Kaldı ki, petrol piyasaları istikrarsızlık nedeniyle diken üstünde.
Fiyatların yükselmesi tüketici ülkelerin olmasa da, bazı rakip şirket ve üretici ülkelerin çok işine geldiği bir gerçek.
Örneğin, Suudi Arabistan, domino etkisinden kurtulmak için şimdi daha sağlam bir karta sahip.
Orada meydana gelecek bir istikrarsızlık fiyatları jet hızıyla tırmandırabilir.
Libya’daki ayaklanma sürecinde, diğerlerinde olmayan bir unsur da devrede. Dünya petrol üretiminin çoğunu temsil etmese de Libya petrolü dünya azarlarında en çok aranan kaliteli petrollerden biri.
KADDAFİ’nin dün beklenen konuşması, Libya liderinin ne kadar zor durumda olduğunu ve giderek yalnızlaştığını gösteriyordu. Kaddafi, canlı yayına çıkamadı. Telefon ile bağlandı. Gösterilerin arkasında El Kaide olduğunu söyledi. El Kaide’nin dün, Libya’daki ayaklanmayı desteklediği açıklaması da Kaddafi’nin işine yaradı. Ama önceki gösterilerde adı geçmeyen El Kaide’nin Libya ile ilgilenmesi de akılda tutulması gereken bir nokta. Kaddafi’nin konuşmasında Müslüman Kardeşlere zeytin dalı uzatması da dikkat çekiciydi.
Ama hangi siyasi hesabı yaparsa yapsın Kaddafi’nin ömrü tamamlandı. Libya halkı ondan kurtulacak.
Kaddafi’yi petrol de kurtaramayacak.
Ama sonra Libya’da ne olacak? Bu da Arap dünyasındaki değişim sürecinin en zor ve kritik sorusu olarak karşımızda şimdi.
Yazının Devamını Oku 21 Şubat 2011
ÖNCE Tunus arkasından Mısır, Yemen derken Libya’da isyan ateşi Arap dünyasını etkisi altına alıyor. Ürdün, Kuzey Irak hatta İran’daki gösterileri de katarsak, Doğu Avrupa’yı harekete geçiren özgürlük rüzgarının Arap sahillerine ulaşmak için yirmi yıl beklediği anlaşılıyor.
Ne Müslüman kardeşlerin iktidara gelme riski ne de askeri rejim tehlikesi isyancıların umurunda değil.
Halk artık o rejimleri istemiyor.
Bahreyn’de, muhalefet partileri, taleplerinin sadece demokrasi olduğunu söylüyorlar.
“Cumhuriyet demiyoruz. İngiltere’deki gibi anayasal bir monarşiden söz ediyoruz. Yeter ki demokratik taleplerimize kulak verilsin” diyorlar.
Dün bu taleple yine meydanlardaydılar.
Bahreyn ayaklanması Körfez’de yeni gelişmelere neden olabilir. İktidarın Emir ve ailesinin elinde toplandığı Körfez ülkelerinden olan Bahreyn’deki bu gösteriden Suudi Arabistan, önlemlerin artırılmasını isteyerek, rahatsızlık duyduğunu ortaya koydu.
* * *
YEMEN’de on günden beri gösteriler sürüyor. Yönetim halkın evine dönmesi için hükümet değişikliği gibi kozmetik olsa da bazı adımlar atmak zorunda kaldı.
Libya’dan, katliam haberleri geliyor. İnsan Hakları savunucusu bir avukatın Salı günü tutuklanmasıyla başlayan protesto gösterileri Bingazi başta olmak üzere ülkenin birçok bölgesine yayıldı.
Bugün Arap meydanlarını ayağa kaldıran gücün altında yatan nedir?
Kimine göre gıda krizinin sonucu. Açlık ve yoksulluğun özellikle gençleri sokağa döktüğü iddia ediliyor.
Olabilir. Mısır’da buğday fiyatlarının artmasının ekmek fiyatlarına yansımasıyla büyük gösteriler yapılmıştı geçmişte.
Kimileri de “dışarıdan yönetilen senaryolar” alternatifini öne çıkartıyor. Bunda da gerçek payı var. Ama eğer içeride böyle bir talep olmasaydı, sadece dışarıdan dürtükleme ile insanlar herşeyi göze alıp sokaklara dökülür müydü?
Arap halkı “kurtulmak” istiyor.
Yaşamları boyu, baskı ve tehdit altında yaşayan, lidere biat etmeleri dışında kendilerine hiçbir hak tanınmayanlar çok kritik bir eşiği aştılar.
Korku eşiği aşıldı.
Bu öyle bir eşik ki, aşması çok zor ama aşıldıktan sonra geri dönülmesi imkansız bir nokta.
Şimdi yeni korkularla toplumu etkileme çabaları var.
İstikrarsızlık, radikal İslamcıların iktidara gelmeleri gibi.
Koyu bir hiyerarşi kültürünün hakim olduğu bu coğrafyada, asırlık esaretlerinden kurtulmasını becerebilen halk iradesinin, bir başka baskı rejiminin boyunduruğu altına girmesi artık kolay değil.
Mısır’da Müslüman Kardeşler’in lider kadrolarından yapılan açıklamalarda, “gençlerimize halk içinde erime talimatı verdik” deniyor.
Bu yüzden gösteriler sırasında kuran değil, herkes gibi Mısır bayraklarını dalgalandırıyorlar, özgür Mısır sloganları atıyorlar. Neden? Çünkü onların da halkın desteğine ihtiyaçları var. İktidarı hedefliyorlarsa uzlaşmak zorunda olacaklarını düne göre bugün daha çok fark etmiş durumdalar.
* * *
ARAP halkının isyanında, İran’da, Kuzey Irak’ta Türkiye Mısır’da yaptığını yapmayacak mı? Diktatörlerden değil halktan yana tavır almak, diktatöre ve ülkeden sağlanan çıkara göre belirlenmiyorsa eğer Başbakan Erdoğan, bugün halklarına ateş açanlara da “dur” demeli, halkın taleplerine kulak vermelerini istemeli, yapmayacaklarsa onlara da Mübarek’e olduğu gibi kapıyı göstermeli.
Yazının Devamını Oku 20 Şubat 2011
<b>BRATİSLAVA </b><br>BASIN özgürlüğü konusunda doğru bir adım atıldığında, gazeteciler teşekkür de eder. Dün Uluslararası Basın Enstitüsü’nün Kenya’dan ABD’ye dünyanın 24 ülkesinden gelen Yönetim Kurulu üyeleri böyle bir karar aldı.
Elli yıldan beri dünyanın her tarafında, basın özgürlüğü için mücadele eden örgütün toplantısında Slovak Hükümeti’nin, basın özgürlüğü konusunda attığı olumlu adımlar gündeme geldi. Toplantı sonunda bu gelişmeden duyulan memnuniyetin dile getirilmesi kararlaştırıldı.
İyi bir şey yapıldığında, gazeteciler teşekkür de ederler.
Ama Slovakya Ulusal Komitesi’nin başkanı, “İyi bir adımı desteklemek, bundan sonra her şeye göz yumacağız demek değil” demeyi de ihmal etmedi.
Keşke Türkiye’de de yasalarda ihlallere olanak veren maddeler ayıklansa da biz de teşekkür etsek.
* * *
EĞER basın özgürlüğü için dünyanın herhangi bir yerinde olumlu adımlar atılıyorsa, bu dünyanın her tarafı için demokratik bir kazançtır.
Tam tersi için de aynı şey geçerli.
Basın özürlüğü ihlalleri de her tarafta kaygıyla karşılanır.
Türkiye’deki gelişmelerin ve tartışmaların da dikkatle izlendiğini söylemeliyim.
ODATV baskını dikkatle izleniyor.
Onlar darbeci, terör örgütü Ergenekon ile ilişkileri var iddiaları tatmin edici değil.
Yayın organları ve gazeteciler hangi görüşü savunurlarsa savunsunlar aslolan ifade ve basın özgürlüğüdür.
Kürt sorunu ile ilgili yayın yapan birçok gazete de PKK organı olmakla suçlandığı için kapatılıyor, gazeteciler terör örgütü üyesi oldukları iddiasıyla hapis cezalarına çarptırılıyorlar.
“Terörist bunlar. Müstahaklar” deyip geçecek miyiz?
Aynı kafa bunu da haklı buluyor.
Bu gerekçeler ile, baskıların özünde “düşünce” suçu olduğunu örtbas etmek aslında siyasi bir tavırdır.
Böyle bir ön yargı ve siyasi saplantı içinde, haklardan, özgürlüklerden söz etmek tabii ki mümkün değil.
Neyse ki, bu ülkede demokrasiyi, herkes için savunan ve ayrıntıları tartışmak isteyen birileri hâlâ var. Ve darbelere, askerin müdahalesine seslerini çıkardıkları gibi bugün de özgürlük ihlallerin hesabını tutma sorumluluğunu hissediyorlar.
* * *
BAŞBAKAN cuma sabahı yaptığı konuşmada çok ilginç şeyler söyledi.
Bazı hakimlerin başbakana yönelik hakaretlere “ağır eleştiri” kararı vermelerini içine sindiremediğini anlatırken, ilginç bir mesaj da verdi. “Men dakka dukka, dak edersen duk ederler” derken, basın özgürlüğünden yana kararlara tahammülsüzlüğünü de gizlemedi.
Orada ODATV baskınıyla ilgili de konuştu ve bunun basın özgürlüğü ihlali olduğunu söyleyenlere, gazeteci Mehmet Metiner’i anımsattı.
Metiner’e yönelik bir suikast planının gazetelerde yeterince yer almamasından şikayet etti. Haklı. Bu haber çok daha geniş biçimde yer almalıydı.
Ve gerçeğin bir an önce ortaya çıkartılması için hükümete daha yüksek sesle çağrılar yapılmalıydı. Ve aslında bu ülkede faili meçhul cinayetlere kurban giden tüm gazetecilerin katillerinin bulunması için Meclis’in derhal devreye girmesi istenmeli, AKP, artık faili meçhuller komisyonu kurulması önerilerini geri çevirmekten vazgeçmeye çağrılmalıydı.
Yazının Devamını Oku 18 Şubat 2011
ERGENEKON, Balyoz veya bir başkası. Mahkeme süreci devam ediyor diye akan sular duracak mı? Gazetecilerin evlerine baskınlar yapılacak, bilgisayarlarına, notlarına, belgelerine el konacak, gazeteciler göz altına alınacak ve herkes susacak.
Bir dava sürüyor, şeriatın kestiği parmak acımaz! Mı diyeceğiz?
Soner Yalçın, Ayhan Bozkurt, Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu bugün mesleklerini yapamaz duruma getirildiler.
Bazıları, “Ama onlar Ergenekon davasıyla ilgili göz altına alındılar” diyerek, herkesin susup olan bitene boyun eğmesini bekliyor.
Üstelik de “demokrasi” adına bunu telkin ediyorlar.
Eğer insanlık, hak ve özgürlük alanını daha fazla genişletmek için asırlar boyu sürdürdüğü mücadeleyi vermeseydi, kendisine dayatılan karşısında boynunu kıldan ince hissederek susup otursaydı bugün hâlâ Hammurabi kanunlarına boyun eğmek durumundaydık.
Ayrıca arama gerekçesindeki “halkı kin ve düşmanlığa tahrik”i ne yapacağız?
Bu ifadeyi biz çok iyi biliriz.
12 Mart’ta, 12 Eylül’de ve daha sonra özgür ifadeye yönelik her baskı dalgası kabardığında, yayın organları halkı kin ve düşmanlığa tahrik ettikleri için susturuldular, gazeteciler, aydınlar aynı gerekçe ile hapislere atıldılar.
AVRUPA İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarına baktığınız zaman bu uygulamaların ifade ve basın özgürlüğü ihlali olduğunu göreceksiniz.
Gazeteciler, kaynak açıklama zorunda bırakılamazlar. Oysa belgelerine el koymak açıkça budur.
Ayrıca gazeteciler yapamaz durumda bırakılamazlar. Çünkü onların yaptığı iş halkın haber alma özgürlüğü kapsamındadır.
Haberin yanlışlığı ya da doğruluğu, eksikliği ya da mükemmelliği ancak basın özgürlüğü ortamında ortaya çıkabilir.
Kimin halkı tahrik etmeye çalıştığı, kimin demokrasi karşıtı yayın yaptığı, kimin karalama kampanyası açtığı, kimin doğru habercilik peşinde olduğu ancak özgürlük ortamında, özgür tartışma ikliminde yerli yerine oturur.
Okuyucu, bu çok sesli ortamda kendi kararını kendi verir. Kimi öyle verir, kimi böyle verir. Zaten demokrasi de budur.
DÜN İçişleri Bakanı Beşir Atalay, “Türkiye’de çok değerli bir basın kanunu vardır” dedi.
Madem öyle neden bugün 40’tan fazla gazeteci tutuklu? Neden gazeteciler hakkında hapis cezası istemiyle açılan dava sayısı beş binlere ulaştı?
Neden Zaman Gazetesi’nin 20 küsur muhabiri hakkında Ergenekon davasıyla ilgili belgeleri yayınladıkları için davalar açıldı?
Neden, Başbakanı eleştirdiği için gazeteciler hakkında orantısız para cezaları öngören davalar açılıyor? Doğan Medya’ya yönelik caydırıcı cezalar ilk örneklerdendi, Ahmet Altan ve Taraf Gazetesi’ne açılan davalar ise son örnekler arasında.
Neden Kürtçe yayın yapan gazeteler toplatılıyor? Terör örgütü üyesi olmadığı mahkeme kararında belirtildiği halde neden aynı kararda, terör örgütünün açıklamasına yer verdiği gerekçesiyle gazetecinin hapsi isteniyor?
Neden internet siteleri yasaklanıyor?
O “çok değerli” yasalar sayesinde.
Keşke, “çok değerli” olacaklarına, basın özgürlüğüne öncelik verseydi o yasalar.
Yazının Devamını Oku 14 Şubat 2011
BUGÜN Sevgililer Günü, istediğiniz her şekilde sevginizi ifade edin ama altını araya sokmayın. Çünkü altın öldürüyor. Güney Afrika’nın Johannesburg kenti, geçen yüzyıldan kalan altın madenleri yüzünden önümüzdeki günlerde çok büyük bir çevre felaketiyle karşı karşıya.
Altını çıkartırken kullanılan siyanür ve diğer ağır madenlerin atıklarının doldurulduğu havuzlardan gelen sızıntılar su kaynaklarına ulaştı.
Derhal önlem alınması gerekiyor yoksa, ülkenin en önemli kentlerinden olan Johannesburg, bir zamanlar altınla ceplerini dolduran sömürgecilerin geride bıraktıkları enkazın altına kalacak.
Hükümet önlem alacağını açıkladı ama bu iş o kadar pahalı ki, bir türlü net bir şey söyleyemiyor. Zarar raporunu bile yayınlamakta tereddüt ediyor.
“Keşke elde bir iki maden ocağı kalsaydı, temizleme masrafını yeni gelen şirkete yüklerdik” diye hayıflanıyor uzmanlar.
Ama elde hiçbir şey yok. Altın madeni öyle bir şey. Sömürgeciler gelip oradaki madeni alıyor ve gidiyorlar. Sonra her şey bitiyor.
Geriye nesilleri tehdit eden bir çevre felaketi kalıyor.
BEN, Johannesburg’a üzülüyorum tabii ama bugün içim Kazdağları için yanıyor.
Çünkü karar verildi. Maden İşleri Genel Müdürlüğü raporunu açıkladı.
26’sı işletme, 8’i arama olmak üzere Kazdağları’nda 34 nokta için altın madencilik şirketlerine ruhsatlar verildi.
Kanadalı başta olmak üzere yabancı şirketler yerli işbirlikçilerinin önüne birkaç kuruş bırakıp orada asırlardır yatan altını alıp götürecekler.
Bunun için bölge halkını ikna etme turları yapıldı. Karşı çıkanlar tehditlerle susturulmaya çalışıldı, evleri, iş yerleri kundaklandı. Köy köy kadınlar dolaştırıldı, köylü kadınları kafakola almak için. Altın madenlerinde kendilerine iş vaat edildi.
Kazdağları Kuzey Ege’nin akciğerleridir. Bölgenin esas geçim kaynağı tarım.
Dünyanın en kaliteli zeytini burada yetişir. Meyvecilik deseniz Türkiye’nin vitamin deposu olacak kadar zengin bu bölgede.
Hayvancılığın öldürülemediği ender bölgelerimizden, dünyaca tescilli beyaz peynirin mekanı orası. Ezine peynirinin lezzetini artık bilmeyen yok.
Kazdağları, su kaynakları bakımından da Türkiye’nin en zengin bölgelerinden. Bin pınarlar dağı boşuna dememişler.
Tarihi ve arkeolojik zenginliği açısından da Türkiye’nin belli başlı turizm merkezlerinden.
Gerçek bir hazine Kazdağları. İşte bu hazineyi şimdi bir avuç altın için talana hazırlanıyorlar.
Altın çıkartırken kullanılan siyanür ve bu sırada açığa çıkan ağır madenler bu doğayı tehdit ediyor. Arama çalışmaları da öyle.
ÇANAKKALE Belediye Başkanı Ülgür Gökhan’ı, “Karılarımızın bileziklerini verelim def olsunlar” dedirtecek kadar isyan ettiren karar hayata geçerse, Kaz Dağları’nın birçok kritik bölgesinde altın çıkarma faaliyetleri başlayacak.
Herkes alacağını alıp gittikten sonra çocuklarımız kara kara bölgeyi nasıl kurtaracaklarını düşünecekler. Johannesburg’da olduğu gibi.
Şimdi orada eski altıncılardan kimse yok. Yapayalnızlar, asitli suların havuzlardan dışarı sızmasını izliyorlar.
Dünyada var olan altın miktarı 150 ile 200 bin ton. Geri dönüşümsüz 1600 yıl, geri dönüşümlü ise sonsuza kadar ihtiyaçlara yetecek bir miktar olduğunu söylüyor bilim adamları. Eskilerin verdiği zararı onaramıyor insanlık, yenilere gerek var mı?
Yazının Devamını Oku 13 Şubat 2011
MÜBAREK gitti şimdi ne olacak? Dün sabahtan itibaren dünya bu soruya yanıt arıyor.
Hüsnü Mübarek’in otuz yıllık iktidarını terk etmesi Mısır’ın, bir devrim sabahına uyandığı anlamına gelmiyor.
Farklı siyasi görüş ve inançlardaki grupların, başkaldırı günlerinde büyük bir güç oluşturmalarının nedeni genel bir ittifak içinde bulunmalarından kaynaklanmıyordu.
Müslüman Kardeşlerle, solcular, solcularla sağcılar sadece tek bir noktada birleştiler. Herkesin öncelikli hedefi Mübarek’ten kurtulmaktı.
Dünkü tek seslilik, bugün yok artık.
Bu büyük başkaldırının ne ortak bir liderliği, ne de hazırlığı var.
Bir devrimden söz etmek mümkün değil.
Darbe mi?
Onu söylemek de mümkün değil. Çünkü ordu zaten iktidardaydı. Mübarek, o ordunun bir generali değil miydi?
Ordunun yönetime el koymasından söz edilemeyeceğine göre bu tam bir darbe de değil.
Ordu, iktidarın başını feda etti. Ama gövdesi duruyor.
Bu gövde halkın değişim isteğine yanıt verebilecek mi?
Mısır gerçek bir demokratikleşme sürecine adım atabilecek mi?
Yoksa bugün Mübarek’in gidişini “kutlayan” yabancı ülkelerin liderleri, kozmetik değişikliklerle yetinecekler ve ülkede istikrarın korunmasına mı öncelik verecekler?
İşte bütün sorun burada.
* * *
MISIR’ın başında bugün iki önemli askeri figür var. Başkan Yardımcısı Ömer Süleyman ve Muhammed Hüseyin Tantavi. Her ikisi de asker kökenli. Tantavi hem başbakan yardımcısı, hem Savunma Bakanı hem de Genelkurmay Başkanı.
Süleyman, göreve geldikten sonra yaptığı konuşmalarda gece gündüz meydanları dolduran halk hareketinden “gençlik hareketi” olarak söz etmeye özen gösterdi.
Üstelik gençleri, “kışkırtıcı yayın yapan” yabancı uyduları izlememeye de çağırdı.
Süleyman’ın konuşmalarında “demokratikleşme” niyetinin gölgesini bile göremedim ben.
Tantavi ise ilginç bir figür. Tunus olaylarının ardından Mısır’da hareketlenme başladığı günlerde Tantavi, Washington’daydı.
Obama Yönetimi’nden destek istemek üzere kendisini Mübarek’in oraya gönderdiği iddiaları vardı.
Bu iddialar bir kenara Tantavi, Mübarek rejiminin bir unsuru.
WikiLeaks belgeleri arasında yer alan Mart 2008 tarihli bir belgede, zamanın Kahire Büyükelçisi olan şimdiki ABD Ankara Büyükelçisi Ricciardone’nin Tantavi hakkında ilginç yorumları var.
Tantavi’nin ABD ziyaretinden önce kaleme alınan belgede Amerikalı yetkililere, “Yaşlı ve değişime karşı bir Tantavi” ile karılaşacakları uyarısında bulunuyor. Ayrıca, “Tantavi, merkezi yönetimi zayıflatacağı gerekçesiyle reformlara karşı çıkıyor. O ve Mübarek esas olarak rejimin istikrarı ve zamanlarının sonun kadar statükoyu korumaya odaklanmış durumdalar” deniyor.
Üç yıl önce hakkında böyle tanımlanan Tantavi’den şimdi değişim döneminin başını çekmesi ne kadar beklenebilir?
Yüksek Askeri Konsey, Mısır’ın siyasi partileri, sivil toplum örgütleri ile bir arada yeni dönemin ana hatlarını belirleyecek bir işbirliği ortamını yaratabilecek mi?
Bu soruların yanıtları belli. İlk verilere bakınca iyimserliğe fazla yer olmadığı görülebilir.
Ancak, Mısır Ordusu’nun ABD ile çok yakın ilişkileri bulunduğu, olayların ilk günlerinde Obama Yönetimi’nin askeri yardımın kesilmesi ihtimalinden söz ederek gözdağı verdiğini anımsarsak, asker istese de istemese de değişim talebine kulak vermek zorunda kalacağı tahmin edilebilir.
Önemli olan, bu taleplerin doğru biçimde anlaşılıp anlaşılmayacağı.
Yazının Devamını Oku 11 Şubat 2011
AVRUPA Parlamentosu Dış İlişkiler Komitesi dün Türkiye ile ilgili rapor taslağını görüşürken, dışişleri bakanlığından bir yetkili de İstanbul’da bir grup gazeteci ile gündemdeki konuları tartışıyordu. Kıbrıs, önümüzdeki aylarda Türkiye’nin dış politikasında sonuçlar doğuracak olan yeni bir gözden geçirme sürecini tetiklemiş görünüyor. İlerleme Raporu’nda da bu gidişatın izleri var.
Avrupalı Parlamenterler, Ria Oomen-Ruijten tarafından hazırlanan rapor taslağına tam 315 değişiklik önergesi vermişler.
Aralarında, Kars’taki İnsanlık heykelinin yıkılmasına tepki gösterilmesini isteyen de var, yumurta atan öğrencilere karşı yapılanlardan söz edilmesinde ısrarcı olanlar da. Ama üzerinde çoğunluğun uzlaşma sağladığı değişiklik önergelerinden raporun tonunu belirleyici olanı Kıbrıs ile ilgili.
Rapor, Türkiye Hükümeti’nden Kıbrıs’taki görüşme sürecine destek vermesini ve çözüm için gayret sarf etmesini istemekle kalmıyor. Türkiye’ye “askerlerini Kıbrıs’dan çek” diyor. Ayrıca kayıplarla ilgili komitenin tekrar çalışabilmesi için “askeri bölgeleri de aç” diyor. Değişiklik önergesi ile rapora, daha önce olmayan bir unsur da ekleniyor. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1984 tarihli 550 sayılı kararına atıfta bulunuluyor. Bu madde, Maraş’ın Rumlara geri verilmesi anlamına geliyor.
Raporda ayrıca Türkiye’den, Ankara Protokolü’ne uyması yani deniz ve hava limanlarını Rum gemilerine açması isteniyor. Buna karşılık, değişiklik tekliflerinde bazı parlamenterlerin, “Avrupa Birliği de KKTC ile doğrudan ticaret protokolünü uygulamalı” önerileri oy çokluğu sağlayamıyor ve reddediliyor.
RAPORDA Türkiye’ye reformlara hız vermesi çağrısı da var. Özellikle düşünce, ifade ve basın özgürlüğü üzerindeki baskıların kaldırılması, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatları temelinde yasaların düzeltilmesi üzerinde duruluyor. Seçimler öncesi, yüzde on seçim barajının kaldırılması ve dokunulmazlıklar nedeniyle Türkiye’de yolsuzlukla mücadelenin yapılamadığı da raporun değindiği iki önemli konu.
Rapor önümüzdeki ay Parlamento’da oya sunulacak. O oylama sırasında da bazı değişiklikler olabilir. Ama Kıbrıs sorunu, Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkilerini ipotek altına alan en önemli mesele olarak ön planda olmaya devam edecek. Çünkü Mart ayında Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin özel temsilcisi Alexander Downer da süreçle ilgili raporunu verecek.
BM Genel Sekreteri geçen yıl sonu açıklanan raporunda, “görüşmelerin sonsuza kadar sürmesine imkan olmadığı”nı söylemişti.
Görünen o ki, mart sonuna kadar Kıbrıs’ta tarafların çözüm konusuna uzlaşmalarına imkan yok. Bu durumda görüşmeler eskisi gibi ucu açık biçimde sürebilir mi? Hayır süremez. Herkesin sabrının bir sonu var. Ya Annan planına benzer bir hedef konacak ve taraflara ağır baskı ile bir çözüm metni imzalatılacak. Ki referandum seçeneği oldukça bunun da anlamı yok. Ya da artık masa olmayacak.
Süreç hızla tıkanmaya gidiyor. Türkiye için Avrupa süreci de parlak değil. Kıbrıs ve Avrupa süreçleri bu yıl içinde ciddi kriz riski ile karşı karşıya. Birbiriyle iç içe geçmiş olan bu iki önemli konuda birbirini tetikleyecek olan krizler, Türkiye’yi dış politikada yeni yol arayışlarına mecbur bırakabilir. Avrupa ile yüzleşme, Kıbrıs’ta yeni seçenekler. Bu iki konu, Türkiye’nin dış politika yapım sürecinin gündemine tahmin ettiğimizden hızlı bir biçimde girebilir. Bunu biraz seçim sonuçları belirleyecek, biraz da uluslararası dengeler, destekler, ince hesaplar.
Yazının Devamını Oku 7 Şubat 2011
TÜRKİYE Modeli. O kadar çok söz ediliyor ki herkes aynı şeyden konuşulduğunu zannediyor.
Oysa Batılı yorumcuların kast ettiği Türkiye modeli ile, Tunus ve Mısır’daki ayaklanmalardan sonra “biz Türkiye’yi örnek almak istiyoruz” diyen İslamcı siyasi akımların anlayışları arasında fark var. Batılıların ne anladığı, önceki gün New York Times Gazetesi’nde yayınlanan yazıda ortaya konuyor. İslamiyet, demokrasi ve güçlü bir piyasa ekonomisini bir araya getirebilme mahareti. Bu üçünü birleştirmeyi başaran Türkiye ılımlı İslam modeli olarak tezgaha sürülüyor. Bu “İslamiyeti uyumlu hale getirme” teorilerinden hiçbir şey anlamıyorum.
Yani Türkiye’nin bu bileşimi nasıl yaşadığına ilişkin kafalarda ne oldu açık değil.
Müslüman Kardeşler gibi unsurları daha fazla korkutup uzlaşma süreçlerinden kaçırtmak istemedikleri için, laiklikten hiç söz etmiyorlar. Ama laikliği cımbızla çekip alınca İslamiyet ile demokrasinin birleşmesi derken neyi kast ettikleri anlaşılmıyor.
Dini vecibelerle, demokrasinin ilkeleri arasında, her ikisi de eşit ağırlıkta olmak üzere sağlanan bir dengeden söz ediliyorsa Türkiye o değil. Çünkü böyle bir şey gerçekçi değil.
Yazının Devamını Oku