31 Aralık 2010
BİR Ocak’tan itibaren Avrupa Birliği’nin başkanlığı Macaristan’a geçiyor. Ama bu sıradan bir rotasyon değil. Çünkü Macaristan, daha birkaç gün önce hükümetin basın üzerindeki kontrolünü artıran bir paketi kabul etti.
Eski rejimin özgürlük savaşçısı Macaristan Başbakanı Viktor Orban, bugün özgür basına kilit vurmak istiyor.
İktidar öyle bir şey, insanı gerçeklere düşman ediyor.
Avrupa bu gelişme karşısında endişeli, Lüksemburg Dışişleri Bakanı yeni yasayı Avrupa Birliği’nin ruhuna ve lafzına aykırı olarak niteliyor.
Avrupa yeni yılda gündemini basın özgürlüğü tartışmalarıyla açıyor.
BİZ de yeni bir yıla basın özgürlüğü tartışmalarıyla giriyoruz.
Dün sabah Gazetecilere Özgürlük Platformu, düzenlediği basın toplantısında dört aydan beri yapılan çalışmaları açıkladı.
24 meslek örgütü, basın tarihimizde ilk kez bir araya gelerek medyaya yönelik baskılara karşı ses yükseltme ihtiyacı duydu. Çünkü Türkiye tarihinde bu kadar fazla sayıda gazetecinin hapis cezası ile karşı karşıya kalmaları da bir ilk.
Gazetecilere Özgürlük Platformu üyesi örgütlerin temsilcileri, haber aldıkları duruşmaları izleme kararı aldılar ve izliyorlar, bu duruşmaların sayısı o kadar çok ki yetişmek bile mümkün olamıyor artık.
Türkiye’de her görüşten gazeteci, yazdığı yazı ya da yaptığı bir haber nedeniyle mutlaka başı derde girmiş durumda. Hapis cezaları ile açılan davaların sayısı binleri aştı. Tazminat davalarında, orantısız para cezaları kolayca veriliyor.
Savcılar yasaları, denge faktörünü ve orantı unsurunu yeterince değerlendirmeden uygulamaktan yanalar.
İlgili yasalar zaten ifade ve basın özgürlüğüne karşılar.
Oysa demokrasilerde aslolan basın özgürlüğüdür. Kısıtlamalara istisnadır.
GAZETECİLERE Özgürlük Platformu üyeleri dün sabah Diyarbakır’da Gurbet Çakar’ın davasını izlediler.
Gurbet Çakar, Türkçe ve Kürtçe yayınlanan tek kadın dergisi Renge Heviya Jine’nin sorumlu müdürü. Dokuz aydan beri hapisteydi dünkü duruşmada serbest bırakıldı.
Bu karara çok sevindim.
Ama aynı duruşmanın ardından Diyarbakır’da bu kez Azadiya Welat Gazetesi’nin Yazıişleri Müdürü Emine Demir, 2008-2009 yılları arasında yayınlanan 84 haberde, “örgüte üye olmamakla beraber örgüt adına suç işlediği” iddiasıyla tam 138 yıl hapis cezasına çarptırıldı.
Öcalan’ın resmini yayınlamak da suç kapsamında Türkiye’de.
Mustafa Balbay’dan Şamil Tayyar’a, Emine Demir’den Mehmet Baransu’ya kadar farklı görüşlerden gazetecilerin, görüşlerini savunmasanız da ifade özgürlüklerini savunmak demokrasi kültürünün gereği. Biz gazetecilerin de sorumluluğudur.
Gazetecilerin düşüncelerini ifade ettikleri ya da Türkiye’nin gerçeklerini haberleştirdikleri için mesleklerini yapamaz hale getirilmelerini mümkün kılan her yaptırım, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden geri dönüyor.
Çünkü gazeteciyi meslekten men etme girişimi, özünde halkın haber alma özgürlüğünü kısıtlamak, halkın habere ve farklı görüşlere ulaşma hakkını elinden almak anlamına geliyor.
Biz yeni bir yıla yine gazetecileri hapiste, büyük bir kısmı hapis ve para cezaları ile karşı karşıya, muhalif seslerin bastırılmaya çalışıldığı, medyanın propaganda aracı olarak görüldüğü bir ortamda giriyoruz. Tahammülsüzlük ve dayatmacılığın normal sayıldığı bir iklim bu.
Yeni yıl dileklerimden biri de, basın ile ilgili yasaların demokrasi kriterlerine uygun biçimde yeniden ve en kısa zamanda düzenlenmeleri olacak.
Düşünceler sanık, ifadeler tutuklu olmasın artık.
Yazının Devamını Oku 27 Aralık 2010
DIŞİŞLERİ Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun önceki gün Conrad Otel’de köşe yazarları ile yaptığı sohbet toplantısında, bölgemizin geleceği açısından Türkiye, İran ve İsrail ilişkilerinin ne kadar önemli, ancak o denli de karmaşık olduğunu gördük. Bu ülkelerin iç kamuoyları ve dış politika tercihleri arasında derin farklılaşmanın yaşandığı bir dönemden geçtiğimiz anlaşılıyor. Mesela Türkiye ve İsrail’de ilişkilerdeki sorunları aşma isteğinden bol bol söz ediliyor ama gerekli irade bir türlü gösterilemiyor.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu, ilişkilerin düzeltilmesi yönünde Türkiye’de irade mevcut olduğunu ama bunun İsrail’de bulunmadığını söyledi. Dün İsrail’den jet yanıt geldi. Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Yigal Palmor, “İsrail Türkiye ile daima iyi ilişkiler istemiştir ve istemeye devam etmektedir” dedi.
Ama şu anda her iki ülkenin hükümetleri fena halde “seçmen” kapanında. Bunun nedenleri de yok değil. Her iki tarafta da ideolojik yükleri hayli ağır hükümetler var. Davutoğlu, İran’ın nükleer krizi ile ilgili hükümet politikalarından söz ederken, İsrail’in sahip olduğu ileri sürülen nükleer silahlar meselesi ile İran’daki durumu ilişkilendirmeyi tercih ediyor.
Oysa bölgede tüm nükleer silahlara karşı çıkmak bu arada İsrail’in elindekilerin de denetimini istemek ayrı bir şey, İran’ın nükleer çalışmalarının yakında bu ülkeyi nükleer güç haline getireceği iddiaları karşısında izlenecek pozisyon farklı bir şey.
İlkini ikincisi ile karıştırdığınızda, “Madem İsrail konusunda bir şey yapılmıyor, o zaman İran’a da karşı çıkmayın” anlamına geliyor bu tavır.
Türkiye gerçekte bunu mu istiyor?
HAYIR Türkiye nükleer bir komşu istemiyor ama İran ile ilişkilerin derinleşmesinden çıkarları olduğunu öne çıkartarak, batı ittifakının yani Amerikan ve Avrupa politikalarının takipçisi olma zorunda hissetmiyor kendisini. Dışişleri Bakanı Davutoğlu toplantıda füze kalkanından hiç söz etmeden, Türkiye’nin kesinlikle bir cephe ülkesi olmak istemediğinin altını kalın çizgilerle çizerek. “Biz ne NATO’nun ne de bir başka ülkenin cephesi olmak istemiyoruz” dese de “cephe” görüntüsü vermekten kaçınamıyor.
İran ile ilişkilerde kullanılan ifadeler ve dışarıya aktarılan tutum, Türkiye’nin nükleer krize ilgili pozisyonunu, “ulusal çıkar” gerekçesinin ötesinde İran rejimi ile zaman zaman İsrail ve Batı’ya karşı cephe haline geldiği izlenimi veriyor. (Bu konuda son zamanlarda daha dikkatli bir tavır izlense de.)
TÜRKİYE, İran ve İsrail ilişkileri eskisi gibi değil artık. Son on yılda iç dinamiklerde ciddi değişimler yaşandı. Irak’taki durum nedeniyle İran bölgedeki Şii nüfus üzerindeki etkisine sahip çıkma kararı verdi. Bölgeye müdahalelerini artırdı. Türkiye’de İsrail karşıtlığının dayandığı ideolojik temel genişledi. İsrail’de sol’un zayıflamasıyla çözümsüzlük iradesi güçlendi.
Artık ne soğuk savaş dönemi araçları, ne nostaljik beklentiler ne de geri dönüş mümkün. Yeni yüzyılın yeni gelişmelerine sahne oluyor bölge. Batı ittifakı da çatlamıyor tabii ama değişim gösteriyor. Çıkar dendi mi akan sular duruyor.
New York Times Gazetesi, ifade özgürlüğü yasası kapsamında açtığı davayı kazanınca Amerikan Maliye Bakanlığı’nın belgelerine ulaştı. ABD son on yılda on bir şirketi İran’a yaptırım yasasının dışında tutmuş. Aralarında büyük gıda şirketleri de bulunan on bin işletme İran’a serbestçe ticaret yapmış ve yapmaya devam ediyor. 21.yüzyılın ilk on yılından geleceğe bakınca bu coğrafyanın siyasi geleceğinde Türkiye, İsrail ve İran arasındaki ilişkilerin ve mesafelerdeki ince ayarın çok mühim rol oynayacağı aşikar değil mi?
Yazının Devamını Oku 26 Aralık 2010
DÜN sabah Dışişleri Bakanı Prof. Ahmet Davutoğlu, dış politika konusunda çalışan gazetecilere 2010 yılının değerlendirmesini yaptı. Türkiye’nin ABD, İsrail, Ermenistan politikalarında yaşadığı iniş çıkışlardan mıdır yoksa deneyimin öneminden midir tam olarak bilemiyorum ama bu kez Ahmet Davutoğlu’nun üslubunda öncekilere göre daha alçakgönüllü bir ton dikkatimi çekti.
Bu ne demek? Bu, her şeyi yeniden keşfetme yaklaşımının terk edilmesi demek.
AKP’nin dış politika dahil, devlet politikalarındaki sürekliliği elinin tersi ile itip, her iyi şeyi ben yaptım inkarcılığından uzaklaşmak demek.
Bakanın partisi ile arasında bir sorun olduğunu ima etmeye çalışmıyorum, aksine hatalı adımların hükümetine eksi puan olarak yazılmaması konusunda son derece dikkatli. Diplomaside ustalaştığının bir göstergesi de bu..
Ama ilk kez Davutoğlu’ndan Türk dış politikasında devamlılık nosyonuna sahip çıktığını duyuyorum.
Bu önemli çünkü Dışişleri Bakanlığı, diğer bakanlıklardan biraz daha farklı olarak siyasi tonu belirgin olmaması gereken bir bakanlık. Devlet politikalarının sürekliliğini geleceğe aktarma durumunda olan bakanlık.
Düne kadar, ilk kez Türkiye’yi Ortadoğu’ya, Afrika’ya ve dünyaya açtık diyen Davutoğlu, dünkü toplantıda, “Hiçbir refleksimizde devletin nev zuhur olduğu yaklaşımı yoktur. Biz devlet geleneğine sahip çıktık ve çıkıyoruz” dedi.
* * *
AKP, iktidarda olmasına rağmen devletle kavga içindeki görüntüsünü terk mi etmeye karar verdi onu bilemiyorum ama Davutoğlu, AKP’nin dış politikadaki farkını geçmişe sahip çıkarak çizmeye dikkat etti.
Değişen dünyada Türkiye’nin de değişim sürecinde olduğunu ve hükümetinin bu sürece ayak uydurduğunu söylerken, “Bunun tabii ki dış politikaya etkisi olacak” dedi.
Türkiye’nin eksen değiştirip değiştirmediği tartışmalarından en fazla rahatsızlık duyanlardan birinin de Davutoğlu olduğu anlaşılıyor. Çünkü, hem reel politika üretmek durumunda olmak hem de siyasi vizyonunu teorik hayata uygulama dinamiğini içinde taşımak insanı zor durumlarda bırakabiliyor
Davutoğlu, Osmanlıdan bu yana bu topraklarda dört restorasyon dönemi yaşandığını, Islahatlarla başlayan süreçte, Cumhuriyet’in kurulması ile devam eden değişim dayatmalarının en sonuncusunun da şimdi yaşandığını söylüyor.
“Türkiye dünyada düzen kurucu ülkeler arasına girmektedir” diyen Davutoğlu’na göre, “İran diplomasisi Türkiye’nin küresel sahneye çıkmasını sağladı. “
Ama Tahran deklarasyonunun, ABD ve Avrupa tarafından reddedilmesinden sonra Ankara’nın, aktif bir arabuluculuk rolüne kendiliğinden soyunmak istemediği kesin. Bakan, “Net bir talep gelmedikçe biz artık karışmayız, sadece ev sahipliği yaparız” diyor.
* * *
TÜRKİYE İran’ın nükleer güç olması konusunda ne düşünüyor?
Bu soru önceden çeşitli defalar yanıtlandı. Türkiye bölgesinde hiçbir ülkenin nükleer silah sahibi olmasını istemiyor. Ama Bakan başka bir konudaki endişesini de gizlemiyor. İran bahane edilerek yarın öbür gün Türkiye’nin de nükleer enerji çalışmalarına müdahale edilirse, Türkiye engellenirse ne olur?
Bunun anlaşılabilir nedenleri var. Halihazırda nükleer teknolojiye sahip ülkelerin nükleer OPEC benzeri örgüt oluşturma ihtimalleri, ucuz enerji alternatifini ortadan kaldırabilir. Bu gerekçelerden biri sayılıyor. Ama o kadar değil tabii İran’a yaptırımlar Türkiye’yi ekonomik bakımdan da ilgilendiriyor deniyor, bir de İsrail’in durumu gerekçelere ekleniyor. “İsrail nükleer güç oldu, ona neden kimse dur demiyor?” sorusu ortaya atılıyor. Türkiye, şimdiye kadar bölgede hiçbir ülkenin ciddi biçimde öncülüğünü yapmadığı bir kampanyayı üstlenmiş görünüyor. İsrail ile ilişkiler, orman yangını ile açılan kanalda sürüyor ama şimdilik bir değişiklik söz konusu değil. Ermenistan cenahından da yeni bir haber yok.
Şimdilik bozulan ilişkilerin tamiri, fren yapılan konularda yeniden zemin yoklayarak harekete geçme çalışmaları gündemde ağırlık kazanmışa benziyor.
Yazının Devamını Oku 24 Aralık 2010
ÖLÜMÜ ve öldürmeyi konuşmaktansa, çözümü konuşmak en doğru olanıdır. Bu süreçte tek doğru olmayan, silahların gölgesinin özgür tartışma ortamı üzerinden henüz gerçek anlamıyla kalkmamış olmasıdır bana göre.
DTK Eşbaşkanı Ahmet Türk, “Demokratik özerklik çalışması tamamen bir fikir alışverişidir. Ama birileri sanki kararlar alınıyor gibi yansıtmaya çalıştı” diyor.
Taslağı dikkatle incelediğim de Ahmet Türk’ün haklı olduğunu daha iyi gördüm. Bu, ortak karar almaya müsait bir metin değil.
Zaten, konuların ana başlıkları etrafında bir gündem yerine, insanların önüne hazır bir taslak getirmek, ortak görüş üretme sürecini zorlaştırıyor.
Metin, çok muğlak, üstü kapalı, hatta zaman zaman çelişen ve içi boş ifadeler taşıyor.
Mesela ben bu “ahlaki”likten bir şey anlamadım.
Ne yapıyorsun diyebilirsiniz, orada bayraktan, öz savunmadan söz ediliyor onlar dururken sen “ahlak” meselesine mi takıyorsun diyebilirsiniz.
Ben bu Demokratik Özerk Kürdistan’ın özünü anlamaya çalışıyor ve Kürtler için gerçekten demokratik bir toplumsal örgütlenme formülü sunup sunamayacağı ile ilgileniyorum doğrusu.
METİNDE, “Demokratik Özerk Kürdistan hukuku, ya ahlak ya hukuk ikilemine düşmeden yalnızca hukukla toplumun yönetilmesini doğru ve olanaklı bulmadığından dolayı ahlakın ve politikanın bir aradalığıyla toplumsallığın korunmasını yönetilmesini benimser. Vicdanını yitirmiş bir toplumun bitmiş bir toplum olduğuna inanarak hukukun yanında ahlakı, toplumun kendini yürütüş vicdanı, yüreği olarak görür” deniyor.
Bu ahlakı kim belirleyecek? Kim denetleyecek? Kim uygulamasında görev alacak? Toplumun dini önderleri mi yoksa siyasi kurullar mı?
Siyasi ya da dini hiç fark etmez, bu mesele hayat içinde hakim gücün bir yönetim ve baskı aracı haline kolaylıkla dönüşebilir.
Ben bu ahlak vurgusunu, siyasi bir süs olarak görüyorum eğer öyle değilse çok tehlikeli buluyorum. Eğer özgürlüklerden söz ediyorsak yeni halk komiserleri oluşturmak da nesi?
METİN entelektüel tutarlılık açısından sorunlu.
Türkiye ve Kürdistan’ı ortak bir vatan olarak görmekteyiz deniliyor fakat, Kürdistan denilen coğrafyada öylesine etnik kimliğe dayalı sıkı bir örgütlenme öngörüyor ki, o coğrafyada Türklerin ortaklığından söz etmek mümkün değil.
Demokratik Özerk Kürdistan Toplum Kongresi adı verilen ve köylerden kentlere meclislerle örgütlenmesi öngörülen siyasi varlık, Türkiye parlamentosuna kendi delegelerini göndereceğini söyleyen taslakta, “siyasi partilerin, ideolojik hegemonyayı, siyasi egemenliği amaçlamadan ahlaki ve politik topluma ters düşmeden yeniden yapılandırılması gerektiğini öngörüyor” diyor.
İdeolojik hegamonya tamam da, siyasi egemenlik amaçlamamak mümkün mü? Siyasi partiler iktidar hedeflerinden vazgeçeceklerse eğer, özerk Kürdistan bölgesinde “siyasi egemenliği” kimler amaçlayacak? Sadece Demokratik Özerk Kürdistan Toplum Kongresi mi?
Sevgili arkadaşlar, iktidar ilişkilerini halkın önüne net biçimde koymadan demokrasi yolculuğuna çıkmanız mümkün değil.
TASARI gerçekten tartışmaya muhtaç.
Ama daha ilk günden hakim çevrelerden büyük bir tepki yükseldi. AKP Türkiye’ye suikast girişimi olarak niteliyor. Bu suikastta, açılım politikalarının fos çıkmasının hiç mi payı yok?
Açılım, dil başta gelmek üzere temel özgürlükler konusunda bazı olumlu sonuçlar verebilseydi, bugün Türkiye’de böyle bir metin Kürt meselesi gündemini bu biçimde kaplayamazdı.
Madem kapladı, o zaman bırakın açıkça tartışalım.
Türkiye’nin iç barışı için tartışma ortamının güvenliğini sağlamak artık hem hükümetin, hem muhalefetin, hem de kendisini sorumlu hisseden herkesin boynunun borcu.
Yazının Devamını Oku 20 Aralık 2010
MANUCHER Muttaki, seksenlerin sonunda casusluk gerekçesiyle istenmeyen adam ilan edilip Türkiye’yi terk ettikten sonra, İran rejiminin etkili isimleri arasında Ahmedinejad’ın Dışişleri Bakanlığı’na kadar ilerledi. Her ne kadar onun Ahmedinejad’ın seçimi olmadığı, zorla kabul ettirildiği ileri sürülse de neden şimdi?
Neden İran Cumhurbaşkanı, Muttaki’yi şimdi, bir dış ziyaret sırasında Senegal’de iken görevden aldı?
İran’ın nükleer projesine ilişkin görüşmeler yeniden başlamışken, önümüzdeki ay İstanbul’da daha etraflı biçimde konu gündeme gelecekken neden Tahran bakanını değiştiriyor?
Bu sorunun resmen açıklanmış bir yanıtı yok.
Ancak tahminlerde bulunulabilir.
Acaba WikLeaks’in yayınladığı Amerikan Dışişleri Bakanlığı belgelerinin etkisi var mı?
Bu belgelerde İran’ın Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkelerinde ciddi bir endişe yarattığı, Irak’taki faaliyetlerinden herkesin derin bir rahatsızlık duyduğu yer alıyordu.
Ayrıca Türkiye dahil diğer bütün bölge ülkelerinin de İran’a şüphe ile baktıkları bölge yetkililerinin Amerikalı diplomatlara yaptığı açıklamalardan anlaşılıyordu.
İran’ın bölgesel yalnızlığı, bu belgelerden de anlaşılabileceği gibi ciddi bir sorun. Hangi ülke kendi bölgesinde bu kadar yalnız kalmayı göze alabilir?
Ayrıca son Güvenlik Konseyi oylamasında, tarihi müttefiklerinden Rusya’nın da mesafe koymaya başladığı görüldü, Çin bile yaptırımlardan yana oy kullandı.
DIŞİŞLERİ Bakanlığı’na vekaleten atanan Ali Ekber Salihi, Tahran Times’a yaptığı açıklamada, “Dış politika ve diplomaside güven yaratmak çok değerli bir yatırımdır” diyor.
Cumartesi günü vekaleten atanma töreninde yaptığı konuşmada Ali Ekber Salihi, pozitif ve dengeli bir dış politikanın öneminden söz ederken, ülkesinin uluslararası arenaya girmenin yolunu böylece döşemesi ve bölgesel ve uluslararası sorunların çözümünde rol alması gerektiğini söylüyor.
Ali Ekber Salihi, komşularla ilişkilere de değiniyor ve “Suudi Arabistan ve Türkiye ile ilişkilerimizi geliştirmek önceliğimizdir” diyor.
Amerikan diplomatik belgelerinde Suudi Arabistan’ın en yetkili ağızlarından açıklanan şüphe ve korkulara karşı Tahran’ın yeni bir imaj tazeleme ihtiyacı mı bu?
Suudi Arabistan için yeni bakan şöyle diyor: “Suudi Arabistan İran ile özel bir siyasi ilişkiyi hak etmektedir. İran ve Suudi Arabistan İslam dünyasının ve bölgenin iki etkili ülkesidir. Bölgede ve İslam dünyasında sorunları birlikte çözebilirler.”
Türkiye’nin stratejik konuma sahip olduğunu belirten İranlı bakan, “Bu devletle ilişkilerin geliştirilmesi de İslam dünyasının lehinedir” diyor.
İRAN nükleer programıyla ilgili olarak önümüzdeki ay İstanbul’da yapılacak görüşme öncesi Avrupa Birliği ve Amerikan Yönetimi, BM Güvenlik Konseyi’ni atlayarak, İran’a yeni yaptırımlar konusunda anlaşmak üzereler.
İran ekonomisi, yaptırımların olumsuz etkisini ağır bir yük olarak zaten taşıyor. Tahran, iki gün önce enerji sübvansiyonlarını azaltma kararı aldığını açıkladı.
Nükleer programından taviz vermeye yanaşmayacak gibi görünen İran rejimi, ekonomik izolasyona karşı direnebilmek için bölgesel siyasi izolasyona karşı yeni önlemler almaya hazırlanıyor.
Dışişleri Bakanı değişikliği köklü bir siyaset değişiminden çok taktik değişiklik olarak görünüyor.
Yazının Devamını Oku 19 Aralık 2010
KEMAL Kılıçdaroğlu, dün medyaya otosansür uygulamayın, kendinizi sınırlamayın mesajı gönderdi. İşte Kılıçdaroğlu’nun CHP Kongresi’nde yaptığı konuşmayla ilgili sansürsüz fikrim:
Maalesef o kadar vaade rağmen, Kılıçdaroğlu’nun kadınlar konusundaki sözleri yetersiz kaldı.
Bu onun kabahati değil.
Çünkü CHP içinde doğru dürüst bir kadın hareketi kalmadı.
Parti içi demokrasinin olmaması kadın hakları konusunda çalışan kadınların önünü kapadı, kariyerizmi pompaladı. Parti içinde kadın dayanışmasına darbe vurdu.
Aralarında Gaye Erbatur gibi bir kadın hakları savunucusu, Gülsün Bilgehan gibi bu alanda uluslararası dayanışma mekanizmalarını harekete geçirebilen bir kadın siyasetçi ve diğer tanınmış emektar kadın siyasetçiler olan bir partiden daha net mesajlar beklerdim.
Tamam Genel Başkan, yeni döneminde, kadınları siyasete taşıyacağını söyledi, ama bu kadar iddialı bir başlangıca uygun siyasi adımların müjdesi yoktu konuşmada.
CHP ki, kadın kotasını belli ölçüde benimseyen bir parti, Genel Başkan, dünkü konuşmasında en azından “kota”dan daha net bir biçimde söz edebilirdi.
Kamu kuruluşlarından, özel sektöre kadar kadının hayata eşit biçimde katılmasını teşvik edecek vaatler verebilirdi.
Tabii karşısında, kadın meselesini sadece yoksul kadınların banka hesabına para yatırmak (bu da iyidir, kesinlikle karşı değilim) olarak gören bir rakip olunca, CHP Başkanı da hedeflerini dar tuttu. Umuyorum, tüzük kongresinde bu konuda daha net bir yaklaşım görebiliriz.
Çünkü CHP’nin temel meselelerde net konuşmaması, sorunların çözümünü geciktiriyor. Çözüm önerileri açık ve net biçimde siyasi rekabet alanına çıkmadan, herhangi bir çözüm için gerekli uzlaşma iklimini yakalayabilmek de mümkün değil.
Siyaset çıtası düşük kaldıkça, sorunları çözüm isteği ve toplumsal dinamiğin oluşması da o kadar düşük ve ağır oluyor.
* * *
BURADAN sözü Kürt sorununa getireceğim belli oldu tabii. Evet. Otosansürsüz söylemeliyim ki, Kılıçdaroğlu’nu izlerken Kürt meselesinden “ima”larla söz etmesine şaşırdım.
Bir yandan Lozan başımızın üstünde diyeceksiniz, o meşhur “Biz Kürtler ve Türkler” söylemine üstü kapalı atıfta bulunacaksınız sonra da sorunun adını koymaktan imtina edeceksiniz.
Yeni bir yola çıkarken, hassas dengeler üzerindeki parti içi mutabakatı gözden kaçıramazsınız ama Kürt meselesi artık adı konmuş bir mesele.
Kılıçdaroğlu, etnik ve dini sömürüye karşı durarak sorunları “üçüncü yol” politikalarıyla çözeceğini söylüyor.
Bu içi henüz dolu olmayan bir iddia. Ama önemli. CHP, toplumun gelişme çizgisini doğru yakalarsa üçüncü yol-ki ben bunu haklar, özgürlükler ve demokrasinin evrensel prensipleri temelinde geliştirilecek politikalar olarak algılıyorum-politikalarını olgunlaştırırken sorunların adını koymaktan geri duramaz.
* * *
TIPKI askerin siyasete müdahalesi konusunda olduğu gibi.
BDP’nin çift dillilik açıklamalarına Genelkurmay Başkanlığı’ndan verilen yanıt yeni bir müdahale değil mi? Bu konuya, çeşitli siyasi partiler ve temsilcileri yanıt verdi ve vermeye devam ediyorlar. Yazılıp çiziliyor. Toplumsal tartışma sürüyor. Yetmiyor mu?
Belki dün Genel Başkan’dan daha net bir duruş sergilemesini beklemek acelecilik olurdu ama konuşmada asker vesayetinden hiç söz etmeden, sadece askeri mahkemelerin kaldırılacağı vaadiyle yetinmek, parti içi dengeler açısından gerekli olabilir ama yeni bir CHP ve üçüncü yol için yeterli değil.
Otosansürsüz yazıyı bitirirken, Türkiye’nin değişim kararlılığı içindeki bir CHP ile seçime gitmesinin, siyasi rekabet ortamının kalitesini artırmaya, sonuçta Türkiye’ye yararı olacağını da teslim etmeliyim. İktidar isteğinin tetiklediği değişim arzusunu dünkü Kongre’de görmemek mümkün değildi.
Yazının Devamını Oku 17 Aralık 2010
AVRUPA kumar oynuyor. Avrupalı liderler, siyasi çikarlarını birlik hedeflerine hiçbir zaman tabi kılamadıkları için ve kendi zenginlerinin hırsları ortak bir potada hiç bir zaman eriyemediği için bugün, Avrupa’nın geleceği ile kumar oynuyorlar.
Dünkü Avrupa zirvesi öncesinde Atina’da başlayan gösteriler adım adım yayılıyor.
Halk, kötü yönetimin, har vurup harman savurmanın, hayali zenginliklerin bedelini ödemek istemediği için sokaklarda.
Üniversite öğrencileri, kendilerine sorulmadan alınan kararlar yüzünden bir euro’luk hayatlara mahkum.
MİNİK Lüksemburg’un Dışişleri Bakanı Jean Asselborn, Fransa ve Almanya’yı Avrupa Birliği’ne tepeden bakmakla suçluyor. Alman Başbakanı Angela Merkel’in, Avrupa’nın diğer ülkeleri tarafından teklif edilen eurobond pazarı yaratma önerisini geri çevirmesine ateş püskürüyorlar.
Almanya ve Fransa’nın diğer bütün ülkeleri yönetmeye kalktığı ve her adımdan sonra “Avrupa’yı kurtardık” edasıyla sahneye çıkmalarının artık tahammül fersah olduğu açık açık her fırsatta dile getiriliyor.
Yüksek faizli kredilerle sıkıntıda olan hükümetlerin tek tek kurtarılması seçeneği dışında, daha makul kredilerle bütün Avrupa’nın katılacağı ortak bir tahvil pazarı fikrine Merkel kesin karşı çıkıyor.
“Bu biçimde ancak riski genelleştiririz” diyor.
Almanya’nın bugün kadar Avrupa’ya hep dayatmada bulunduğu açıkça konuşuluyor ama kimliklerini açıklamak istemeyen bazı üye ülke yetkililerine göre, artık Almanya kimseyi dinlememeye başladı.
İflas riski arttıkça Avrupa başkentlerinden Almanya ya da Fransa’yı hedef alan eleştirilerin dozu da artmaya başladı.
Wikileaks belgelerinde Amerikalı diplomatların Merkel için seçtikleri “bön, basit” gibi sıfatları kullandıkları da hatırlanacak olursa, Euro’nun yuvarlanacağı daha derin bir krizden kimin sorumlu tutulacağı da anlaşılıyor.
HER şeye rağmen euro bölgesinin korunması konusunda hâlâ Avrupa’da ortak bir anlayış var. Ama bir şey daha var. Avrupa Birliği önümüzdeki yıl bütçesini görülmedik oranda daraltıyor. Yüzde altı bir artış beklenirken, yüzde 2.9 oranında bir artış ancak kabul edildi. Bu da, Avrupa fonları ile kalkınmaya çalışan yeni üyelerin işinin bu yıl çok zor olacağını gösteriyor.
Dün Brüksel’de toplanan Avrupalı liderler, ekonomik krizin hafifleyeceğine dair herhangi bir işaret olmaksızın bu yılı kapatıyorlar.
Başkentlerden gelen imdat çığlıkları artıyor, Avrupa zirvelerinde ortaklar, radikal çözümlerin etrafında dolaşıp, geçicilerle yetinerek kumara devam ediyorlar.
Yazının Devamını Oku 13 Aralık 2010
CUMA günü ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ile görüştüğü sırada kalp krizi geçirerek ağır ameliyata alınan Richard Holbrooke, Yugoslavya’nın dağılma süreciyle birlikte bizim de ilgi alanımıza girmişti. Bosna savaşını sona erdiren 1995 Dayton Anlaşması’nın mimarı Holbrooke, pek bilinmese de Kıbrıs sorununu Avrupa Birliği parametreleri içine taşıma formülünü geliştiren uluslararası aktörlerden biridir. Belki, sorunun çözümünün zorlaştırılmasında rol oynayanlardan biri de denebilir.
SOVYETLER Birliği’nin dağılmasından sonra Avrupa’ya odaklanan Holbrooke, 1993-94 yılında Almanya Büyükelçiliği, ardından 96 yılına kadar ABD Dışişleri Bakanlığı Avrupa ve Kanada’dan sorumlu bakan yardımcılığı görevinde bulundu.
Dayton anlaşmasının da imzalandığı bu dönemden sonra 1997 Temmuz’unda ABD Başkanı Bill Clinton’ın Kıbrıs özel temsilcisi oldu.
Kıbrıs sürecindeki önemli aktörlerden bir diğeri olan İngiliz diplomasisinin etkili diplomatlarından Sir David Hanney, 2005 yılında kaleme aldığı “Cyprus: the search for a solution” ( Kıbrıs: Bir çözüm arayışı) adlı kitapta Holbrooke’un Avrupa Birliği “koz”una yaklaşımını ortaya koyuyor.
Hanney, Holbrooke’un temsilci olarak atanmasıyla Kıbrıs sürecine damdan düşer gibi daldığını söylüyor. Atanmadan hemen sonraki günlerde Londra’da Amerikan Büyükelçisi’nin evinde gerçekleşen buluşmaları sırasında Hanney, Holbrooke için: “Avrupa Birliği üyeliğinin Türkiye’nin pozisyonunda anahtar mesele olduğunu gördü” diyor.
Ve devam ediyor: “Eğer bu konuda ilerleme olursa, (Türkiye’nin) Kıbrıs’a odaklanması ve çözüm yolları arayışının da güçlü olacağını görmüştü. Çünkü, Kıbrıs’taki statüko ile Türkiye’nin AB üyeliği hevesi arasındaki tutarsızlık olduğu açıktı. (Ona göre) eğer Türklerin adaylığı bir yere varmazsa o zaman Türklerin Kıbrıs’ta statükoda ısrarları ve çözümün zor koşullarını kabul etmek için hiçbir neden görmeyecekleri de açıktı.”
O görüşme sırasında Hanney, Holbrooke’a, “Avrupa Birliği’nin Agenda 2000 ile uğraştığı bir dönemde” yani ilk genişleme dalgasına hazırlandığı günlerde “Türkiye ile ilgilenmediğini” söylüyor. Bu saptamaya Holbrooke’un verdiği tepki ilginç:
“O zaman ya Avrupa Birliği’nin tavrını değiştirmeliyiz ya da Türkler hazır olmadan Kıbrıs meselesinde ilerleme sağlamaya çalışarak, müzakereye yanlış yerden başladığımızı kabul etmeliyiz.”
“Holbrooke, benim müzakerelerin karmaşıklığıyla ilgili açıklamalarım karşısında sabırsızlık gösteriyordu. Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler süreçlerinin, birbirleriyle çelişmemeleri için uyumlu olmaları gerektiğini vurguladığımda, bende süreç takıntısı olduğunu söylüyordu. Teknik meselelere takılıp kalınmamalı, ve anahtar konumdaki oyuncuların büyük kararlar almaları sağlanmalıydı.”
Bu görüşmenin sonunda Sir David Hanney, Holbrooke’un sahneye apar topar dalmasıyla takım çalışmasına fazla yer kalmadığı izlenimi edindiğini söylüyor kitabında. Sonra ne oluyor? Kıbrıs tam üyelik yolunda ilerlerken, AB Türkiye ile müzakereleri açmasa da sorunun çözümü için Holbrooke’un önerdiği denge, sağlanamadığı gibi giderek bozuluyor.
Holbrooke Amerikan diplomasisinin önemli bir ismi. Onun hastalığını öğrendiğimde o günler geldi aklıma. Kıbrıs’ın Avrupa Birliği üyeliğinin, sorunun çözümü ve Türkiye’nin Avrupa hedefi açısından açısından iyi bir fikir olmadığını zaman gösterdi. Holbrooke Dayton’da başarılı oldu ama Kıbrıs’ta olamadı.
Yazının Devamını Oku