Ferai Tınç

Kıbrıs’a ilginin nedeni anlaşıldı

6 Şubat 2011
BUGÜNE kadar, dünyanın çeşitli yerlerindeki toplantılarda Türkiye’nin Kıbrıs’a ilgisinin nedeni hep gündeme gelir. Türkiye’yi Ada’da işgalci güç olarak niteleyenlerin aksine Türk tarafı, Ada’daki varlığını izah ederken, “Kıbrıs Türklerinin özgürlük ve güvenliklerini korumak” olarak gösterir.
Türklerin Ada’da azınlık konumuna düşürülmesine karşı çıkılır, “Çünkü geçmişte azınlık olmanın ne anlama geldiği görüldü, Türkler gettolara hapsedilmeye çalışıldı, yok edilmek istendi” diye söze başlayarak, iki tarafın da kabul edeceği bir çözümden sonra Türk askerinin zaten Ada’da kalmayacağı güvencesi verilirdi.
Ama artık bunlar anlatılmayacak herhalde.
Başka şeyler söylenecek.
Çünkü Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Ocak sonunda sendikaların KKTC’de düzenledikleri genel grev sırasında taşınan bazı pankartlara kızdı.
O pankartlar Türkiye’ye karşıydı.
Ama böyle gösteriler KKTC’de hep oldu.
Annan Planı süreci öncesinde ve o dönemde (AKP sürece destek vermişti) bazı sivil toplum kuruluşları Türkiye’ye karşı mitingler düzenlediler. Pankartlar taşındı, karşıt sloganlar atıldı.
Ama Türkiye’nin hiçbir başbakanı ya da üst düzey bir yetkilisi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın söylediği o sözleri sarf etmedi.
Eleştiriler oldu, o kişiler hainlikle suçlandı ama bütün Kıbrıs Türk halkının üzerine bir hamlede “besleme” damgası vurulup, aşağılanmadı.

BUNDAN sonra Kıbrıs’ta çözüm süreci ile ilgili tartışmalarda Kıbrıs Türk halkının haklarından, güvenliğinden filan söz edilmeyecek.
Çünkü esas mesele Türkiye için o değilmiş.
Başbakan Erdoğan, Kıbrıs’ın Türkiye açısından öneminin “stratejik” olduğunu söylüyor.
Türkiye’nin çekilmesini isteyenlere, “Türkiye buradan çek git diyor. Sen kimsin be adam. Şehidim var, gazim var, stratejik olarak ilgiliyim. Kıbrıs’ta Yunanistan’ın ne işi varsa, Türkiye’nin Kıbrıs’ta stratejik olarak o işi var. Ülkemizden beslenenlerin bu yola girmesi manidardır. Biz destekliyoruz, bunun karşılığı olması gerekmez mi” diye haykırıyor.
Tarihte bu kadar samimi bir itiraf var mıdır, bilemiyorum. İngiltere Hong Kong’tan çekilirken bile bu kadar “içten”, bu kadar “şeffaf” olamamıştı.

KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile ilgili sözler de yenilir yutulur gibi değil.
Yönetimi duyarsız bulan başbakan “benden randevu istiyor, çağırıp kendisiyle konuşacağım, soracağız” diyor. Ne diyecek merak ediyorum. Nasıl bunlara izin verdiniz mi? Neden yasaklamadınız mı? Hepinizin dosyası var ayağınızı denk alın mı?
Hem Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti diyeceksiniz. Orada bağımsız bir varlığın bulunduğunu uluslararası platformlarda savunacak ve haklarının gözetilmesini isteyeceksiniz;
Avrupa Birliği’nden, Kıbrıs ile “doğrudan ticaret” yapmasında ısrarcı olacaksınız;
Sonra da “çağırıp sorarım, beslemeler, adama bak çık git diyor, benim ilgim stratejik” diye aynı konuşmanın içinde içinizi döküvereceksiniz. Bitmedi, bu stratejik ilgi için iyi de para verdiğinizi açıklayacaksınız.
Üstelik de bu konuşmayı, Birleşmiş Milletler çözüm için devredeyken ve çözüm istemeyen taraf kimdir, kim değildir içerikli bir raporu da kaleme alacakken yapacaksınız.
Rumlarla anlaşmakla suçlanan halkı böyle aşağılayıcı biçimde hedefe oturtarak, Rumların yüzünde güller açtırabilirsiniz. Beni ilgilendirmez.
Ama vergilerimizle gerçekleşen bu “besleme” işinin stratejik gerekçesini mutlaka daha açık, net biçimde öğrenmek isterim. Değer mi değmez mi?
Yazının Devamını Oku

Kahire’de yumuşak geçiş dönemi hazırlığı

4 Şubat 2011
MISIR’da hükümet karşıtı gösterilerin 10. gününde hükümet halktan özür diledi.

Evet özür diledi ve olaylarla ilgili araştırma başlatılacağını söyledi ama bakalım Mübarek’e istediği “yumuşak geçiş” imkanı tanınacak mı?
El Baradey, Hüsnü Mübarek’e “Cuma gününe kadar çekil” demişti.
Bugünkü gösterilere katılımın boyutu ne olacak belli değil ama zaman geçtikçe muhalefet arasında çatlaklar da ortaya çıkıyor.
“Irak ortada, demokrasi hızlı değişimlerle gelmez” diyen sıradan insanların sayısı önümüzdeki günlerde artacak gibi duruyor.
İstenmeyen bir şey oldu. Türkiye’nin başı çektiği arkasından ABD ve İngiltere, Almanya Fransa’nın aynı gün Mısır’a ulaşan mesajları, ayaklanmanın “Batı” dizaynı olabileceği şüphesini, o olmasa bile “oyuna gelmeme uyanıklığını” tetikledi.
Çok değişik kaynaklardan gelen yorumlarda böyle bir eğilimin yavaş yavaş ortaya çıktığı görülüyor.
“Demokrasi istiyoruz, ama 30 yıllık bir diktatörlükten demokrasiye yavaş geçmeliyiz, kurumsal değişimi hazırlamalıyız” diyen yorumlara dünden itibaren daha sık rastlamaya başladım.

Yazının Devamını Oku

WikiLeaks belgelerinde Mısır

31 Ocak 2011
WİKİLEAKS ‘te 28 Ocak’ta yayınlanan belge, 4 Nisan 2007 tarihini taşıyor. Üzerinde “gizli” damgası var. Ve şimdi Ankara’da göreve başlayan zamanın Kahire Büyükelçisi J. Ricciardone’nin onayını taşıyor. Belgede askeri darbe ihtimalinden söz ediliyor. Elçilik yetkilisiyle konuşan bir parlamenter, şimdi Mübarek’in başkan yardımcılığına getirdiği İstihbarat Örgütü Başkanı General Ömer Süleyman ile Savunma Bakanı Hüseyin Tantavi’nin, Mübarek’in oğlu Cemal’den çok rahatsız olduklarını söylüyor. Babasından sonra başkanlık koltuğuna rahatça oturabilmesi için yapılan Anayasa değişikliğinden sonra Cemal ve çevresinin devlet kademelerinde at oynatmak istediği anlaşılıyor.

Adı gizlenen bir yetkilinin, yine adı gizlenen söz konusu parlamentere, “Cemal ve çevresinin yolsuzlukları sabrımı taşırıyor artık” dediği, geceleri uyuyamadığını söylediği ve ülkenin başına neler gelebileceğini bilmediğini, Cemal ya da Mübarek’in siyasi reformları yapıp yapmayacakları konusunda şüphesi olduğunu anlattığı aktarılıyor.

Yolsuzluklardan yılan ve geceleri uykularının kaçtığını söyleyen bu kaynak, “Mısır için Mübarek sonrası en iyi çözüm askeri darbe olacaktır. Çok kötü bir noktadayız. Kötüler arasında en iyi çözüm bu olacaktır” diyor. Amerikalı diplomat bu duyumu aktardıktan sonra ilk kez ülkede askeri darbenin telaffuz edildiğini ekliyor notlarına.

BİR AY SONRA

Bir ay sonra kaleme alınan bir başka belgede Mübarek sonrası muhtemel adaylar üzerinde duruluyor. Ömer Süleyman en güçlü aday olarak değerlendiriliyor. Tantavi’nin adaylığına orduda karmaşaya ve 20’inci yüzyılda görüldüğü gibi bir albaylar darbesine yol açabileceği gerekçesiyle soğuk bakılıyor. Müslüman Kardeşler’in ise askeri gücü yetersiz olduğu için Mübarek sonrası başkanlık yarışına girmesi ihtimali pek ciddiye alınmıyor.

Mübarek sonrası siyasi ortama ilişkin tahlil de dikkat çekici. Yeni lider onun kadar güçlü olamaz. Bu sonuca varıldıktan sonra, kitlenin desteğini alabilmek için önceleri, halka yaptığı konuşmalarda Amerikan karşıtı bir ton görülebileceği söyleniyor. Cemal Abdül Nasır, Enver Sedat ve Mübarek’in ilk dönemlerinde yaptığı gibi. Müslüman Kardeşler’e zeytin dalı uzatabileceği tahminlerine de yer veriliyor merkeze giden mesajda.

BLOGCULAR İÇİN 2011 FIRSATI

Belgelerden biri de dijital medya ile ilgili. Ülkede blogların insan hakları ihlalleri, özellikle de kadın hakları ihlalleriyle ilgili geniş bir haberleşme ağı yarattıkları, bunun demokratik muhalefeti güçlendirebileceği belirtilirken, 2006’dan sonra bu hareketliliğin yavaşladığına dikkat çekiliyor. Ama bilgi veren bir kaynak, “Bloggerların anlamlı bir değişimi harekete geçirebilmeleri için siyasi açılım şimdilik yok. Ama 2011 başkanlık seçimleri bir fırsat olabilir” diyor. Bu bilgi de değerli görülüp not ediliyor.

HAZIRLIKSIZ YAKALANMADI

AMERİKALI diplomatların son dört yıldır topladıkları bilgilere (ulaşabildiklerimize tabii) şöyle bir göz gezdirildiğinde bile, Washington’un gelişmelere hiç de hazırlıksız yakalanmadığı anlaşılıyor. Mübarek sonrası yumuşak geçiş sürecinde askerin desteğinin alınabileceği bile hesaplanmış. Mübarek’in olaylar karşısındaki uzun suskunluğu, Amerika’nın en güçlü aday olarak gördüğü istihbarat başkanını yardımcılığa getirmesi, oğlunun ülkeyi terk etmesine izin vermesi, askerin halka karşı güç kullanmaması, bir yumuşak geçiş planını işaret etmiyor mu? Obama-Erdoğan görüşmesinden sonra bu planda Türkiye’nin payına da bir şeyler düştüğü kesin.

Tezgahta bir yumuşak geçiş planı olduğu anlaşılıyor ama atasözündeki gibi, evdeki hesap her zaman çarşıya uymaz. Bakalım bu hesap çarşıya uyacak mı, ne kadar uyacak? Zaman içinde daha iyi anlayacağız.
Yazının Devamını Oku

Anayasa tartışmaları kırmızı çizgiler

30 Ocak 2011
ARTIK eskisi gibi olmayacak. Olmaması gerektiği için değil toplumdan gelen sinyallere bakınca görüyorum. Değişik kesimler anayasayı konuşmak için çeşitli girişimler düzenliyorlar.
Seçimlerden sonra yapılacak yeni Anayasa, meşruiyetini kapsayıcılığından alacak.
Toplumun bütün kesimlerinin katılacağı anayasa yapım süreci bunun için çok önemli.
Ancak bu biçimde Türkiye, ilk sivil anayasasını gerçek bir temsile dayanarak yapabilecek.
Dün değişim isteyen bir grubun düzenlediği, “Herkesin Anayasası’nı, hepimiz yapmak için buluşuyoruz” başlıklı toplantıya katıldım.
Değişik görüşlerden ve platformlardan temsilcilerin katıldığı toplantının ilk gününde “temsil” sorunu üzerinde duruldu.
Eğer katılımcı bir Anayasa isteniyorsa baraj sorunu, seçimlerden önce mutlaka çözülmelidir. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, seçim barajıyla ilgili görüşleri belli.
Baraj kalkarsa ülkede istikrar kalmaz.
Magrip ve Ortadoğu’da hak aramak için sokaklara dökülen halkların ayaklanması karşısında Türkiye’nin, istikrarı demokrasiye tercih ettiğini gösteren tepkiler vermesi de bu zihniyetin sonucu değil mi?
Ama toplumun geleceği açısından demokrasi daha sağlıklı bir durum üstelik de istikrarın, uzun vadeli garantisi.
Dünkü toplantının açılışında konuşan Leyla Zana, yeni anayasayı tünelin ucundaki ışık olarak yorumladı.
“Yeni anayasamız toplumsal sözleşmeyi yansıtmalı, ortaklık toplumunun anayasası olmalı” beklentisini de ortaya koydu.
Gerçekten de, bugüne kadar tepeden inmeci anayasalarla Türkiye, iktidarı ele geçiren güçlerin iradelerini yaşamak zorunda kaldı. Gerçekten demokratik
bir ülke olamadı.
Demokratik hukuk devletinin kurumları kökleşemedi. 
* * *   
YENİ Anayasa Türkiye için yeni bir umut. Bir fırsat.
Heykel, içki ve bunun gibi çok tartışmalı konularla gündem karartılmazsa, seçimlere kadar en önemli konu yeni Anayasa olacak.
Önce seçimler sonra yeni Meclis’te biz gerekeni yaparız zihniyeti Türkiye’ye yine zaman kaybettirecek.
Toplumun bütün kesimlerinin taleplerini seslendireceği platformların artması, siyasi partilerin bu taleplere sahip çıkmaları seçim sürecini ve söylemini de belirlemeli.
İnsan hakları ihlallerine, yasakçı uygulamalara olanak sağlayan Anayasal çerçeveden kurtulmak için toplumun en geri kesimlerindekilerin de seslerinin duyulabileceği platformlar oluşmalı.
Toplumun değişik kesimlerinin, hatta taban tabana zıt olanların, birbirini anlayıp ilk sivil Anayasa’yı oluşturabilmek için gerekli ortak bir platformda buluşabilmelerinin ön koşulu özgür tartışma ortamının yaratılması.
Kırmızı çizgilere toslamayan bir tartışma ortamı.  
İnsanların korkusuzca görüşlerini açıklayıp, eleştirebilecekleri bir özgürlük ortamı sağlanmadıktan sonra toplumsal uzlaşma da sağlanamaz. 
* * * 
DÜN çeşitli sivil toplum kuruluşlarında temsilcilerini dinlerken, sürecin İkinci
12 Eylül Anayasa’sındakinden farklı olacağını düşünüyorum. 
Yeni bir Anayasa’yı bu toplumun tüm unsurları bekliyor.
Siz tartışın biz gerekeni yaparız yaklaşımına bundan sonra toplum izin vermeyecek.
Sokaklar tartışmaya başladı.  
Bu sağlıklı başlangıca siyasilerin sahip çıkıp, seçim öncesi tutumlarını açıklamaları gerekiyor.
İçki, heykel, türban, tartışmaları ile gündem saptırılmak istense de, esas gündemimiz Anayasa. Siyasi partiler, bu konudaki tavırlarını seçim sonrasına bırakamazlar, zaten bırakamayacaklar da.   
Yazının Devamını Oku

Ortadoğu ezber bozuyor

28 Ocak 2011
FACEBOOK’ta yurttaş gazeteciliği sitelerinden bir resim her şeyi anlatıyor. Bir adam ve bir kadın. Kadının elinde Tunus bayrağı. Erkeğin elinde bir pankart. Her ikisi de ayrıca birer somun ekmek taşıyorlar ellerinde.
Pankartta, “Dün Tunus. Bugün Mısır. 25 Ocak haklarımızı almaya başladığımız gün” yazıyor.
Bu resmi, Amerika’da yaşamak zorunda kalan Mısırlı gazeteci arkadaşım Mona Eltahawy gönderdi.
“Batılılar Arapların başkaldırabileceklerini tahmin edemediler. İşte önce Tunus bu önyargıyı yıktı. Sıra Mısır’da.” diyordu.
Bugün Mısır’da gösterinin daha büyük boyutlara ulaşması bekleniyor.
Geçen seçimlerde başkanlığa adaylığını koyan eski Atom Enerjisi Ajansı Başkanı El Baradey, Viyana’dan ülkesine dönüp sokağa ineceğini açıkladı.
Mısır’da bu tip gösterilerde genellikle aynı şeyler olur. Hükümet sonunda Müslüman Kardeşler’i suçlar, bir iki taviz verir ve Mübarek rejimi devam eder.
Ya şimdi?
Müslüman Kardeşler, göstericileri sembolik olarak desteklediğini açıkladı ama yönetimin eleştirilerine hedef olmamak için örgüte, “Sokağa in” çağrısı yapılmayacağı söylendi.
Müslüman Kardeşler şimdilik kenarda.
Sokakları, 30 yıllık Mübarek rejimine, onbinden fazla siyasi tutuklunun bulunduğu baskı atmosferine, yoksulluğa, haksızlığa karşı öfkeli insanlar dolduruyor.
Siyasi hareketler henüz öne çıkmadılar.
Şimdi gözler orduda. Mısır Ordusu sokağa inecek ve halkla göğüs göğüse gelmeyi göze alacak mı? Ya da siyasete el koyacak mı?
Aynı soru Tunus için de geçerli. 
İlk kez, militanlar değil halkı demokrasi, daha iyi yaşam, eşitlik talepleriyle sokaklarda. Arap halkı rejimlere kafa tutuyor.
Bu gerçeğin karşısında işbirlikçi Batı yönetimleri şapa oturdu. 
Zaman geçtikçe kendileri de fark ederek ufak manevralara başladılar. Avrupa yine uyuyor. ABD’den salı günü yapılan açıklamada, “Mısır hükümetinin istikrarının ABD için öneminden” söz edildikten sonra, Mübarek rejiminin halkın endişelerine çözüm getirme çabası içinde olduğu söylenmişti. Dün Beyaz Saray’dan yapılan açıklamada, yine Mübarek Yönetimi’ne destek vardı ama bu kez, taleplerini dile getiren Mısır halkına şiddet uygulanmaması çağrısı da yapılıyordu.
Arap halkının öfkesi, Ortadoğu’da rejimler devrilirse yerlerine İslamcılar gelir yorumunun, Ortadoğu’nun tek gerçeği olmadığının ilk işaretlerini veriyor. Demokrasinin ille de Batı’dan gelmeyeceğini, ille de tepeden inme olmayacağını da ortaya koyuyor. Arap aydınları bu iddialarının ellerinden uçmaması için çırpınıyorlar.
BU RAPORLARLA İLERLENEBİLİR Mİ?
Ortadoğu’da ezberler bozulurken, Türkiye ile İsrail ilişkileri bu kez de, Mavi Marmara olayıyla ilgili raporlar nedeniyle iyice çıkmaza girdi. Raporlarda, tarafların uzlaşma sağlayabilecekleri ufacık bir nokta bile yok.
Hafta içinde Dışişleri Bakanlığı yetkililerinden, bir grup gazeteci arkadaşımla birlikte Türkiye’nin hazırladığı raporun ayrıntılarına ilişkin bilgi aldık. 
Rapor çalışmasının devam edeceğini öğrendik. Belki durum farklılaşır ama olayla ilgili bir sonuç çıkartması beklenen panelin, bu raporlarla yol alabilmesi çok zor.
Üstelik Washington, bu konuda da basiretsiz.   
Panel, hem nalına hem mıhına deyip “Sen de haklısın, sen de” formülünü benimsese bile Türkiye’nin kırmızı çizgilerinden (özür ve tazminat) ikisinin de karşılanmayacağı şimdiden belli. Hatta İsrail, “Bize özür borçları var” demeye başladı.
Türkiye ve İsrail’in, Ortadoğu’daki bu değişim sürecine, birbirlerini etkisizleştiren bir uzlaşmazlık içinde girmeleri her iki ülke açısından da şanssızlık.
Yazının Devamını Oku

Batı’nın demokrasi ihracı Tunus’a tosladı

24 Ocak 2011
FRANSA Dışişleri Bakanı Michele Alliot ?Marie, Tunus Devlet Başkanı’nın ülkeyi terk ettiğini Tunuslu bir arkadaşından duyduğunu açıklarken nasıl gafil avlandıklarını itiraf ediyordu. Fransa’nın, arka bahçesi olarak gördüğü Magreb’de diktatörlere göz yummaktan, gerçeği göremez hale geldiğinin itirafı. Bu kasıtlı körlüğün hangi boyutlara ulaştığının izi, Fransa dışişleri bakanlığı sözcüsünün Perşembe günü yaptığı açıklamasında da vardı. Sözcü Bernard Valero, “Fransa hükümeti, Bin Ali ve çevresinin Fransa’daki hesaplarını bloke etmek üzere gerekli önlemleri aldı” dedi. demek ki Fransa, bir diktatörün ülkesini soyup soğana çevirmesine de göz yummuş, yolsuzluk rejimine bir nevi yataklık da yapmıştı.
Tunus’ta olayların ilk günlerinde neden sessiz kalındığı sorusuna bazı Fransız yetkililerin “ Biz başkalarının içişlerine karışmayız” açıklamaları, Fildişi Sahili’nde aralık ayında yapılan seçimleri kaybetmesine rağmen görevden ayrılmayan Devlet Başkanı Gbagbo’ya “koltuğu bırak ya da yaptırımlar geliyor” talimatını verdiği günlere rast geldi. Ama en acıklısı da Avrupa Birliği yetkililerinin verdikleri yanıtlardı. Neden Avrupa sessiz kaldı? “Bizi Fransa’nın kararsızlığı yanılttı. Geç tepki vermemize neden oldu!”

TÜRKİYE? Türkiye’nin de durumu farklı değil. Dışişleri Bakanlığı’nın 14 Ocak’ta yaptığı üç kısa açıklamada, “olayları derin kaygı ve üzüntüyle karşılıyoruz” dendikten sonra “Bölgesinde önemli bir konuma sahip olan dost ve kardeş Tunus’ta mevcut gerginliğin daha da artmaması, asayiş ve huzurun yeniden temin edilmesi” temennisinde bulunulmakla yetinildi.
Bu açıklamada ilgimi “yeniden” sözcüğü çekti. Olaylardan önceki istikrar “huzurlu” bir istikrar mıydı? 23 yıllık diktatörlük rejimine karşı, her şeyi göze alarak isyan bayrağını dalgalandıran Tunus halkına verilecek cevap bu olmamalıydı. “Huzurlu istikrarına dönersin inşallah!”
Olayların şiddete yol açmadan, ülkede demokrasi, insan hakları, özgürlükleri güçlendirmesine katkıda bulunması temenni edilebilirdi. Türkiye’nin bu yolda destek vermeye hazır olduğu mesajı verilebilirdi.
Ama sadece Tunus değil. Türkiye Lübnan’da da bunu yapıyor. Hariri suikastının aydınlatılması yerine, katil ile maktulün “istikrar” noktasında uzlaşmalarına çaba sarf ediyor.

El KUDS El Arabi gazetesinde yayınlanan yazısında Faslı gazeteci Hussein Macdubi tarafından önemli bir saptama yapılıyor.
“Batı, Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla birlikte Doğu Bloku’ndaki ayaklanmaları, sonra Gürcistan ve Ukrayna’daki halk hareketlerini destekledi. Venezuela, Bolivya, Ekvator ve İran’da muhalefetten yana tavır aldı. Ama Arap dünyasına bu desteği vermedi” diyor “Bu ayrımcı tavır Batı’yı, sadece öncülüğünü yaptığı demokrasi ilkeleriyle çelişkiye düşürmüyor; halklarının zenginliklerini sömüren, varlıklarını çalarak suç işleyen bu rejimlerin suç ortağı haline getiriyor.” Avrupa’nın, istikrar uğruna, zengin kaynakların paylaşım hesapları uğruna, Arap rejimleri ile işbirliği içinde olması, demokrasinin gelişmesini engelliyor.
Arap sokakları, artık sadece İsrail karşıtı söylemlerle hareketlenmiyor. Tunus’taki olaylarda, Cezayir’deki gösterilerde sadece sakallı ve baş örtülü kadınlar yok. Yolsuzluklardan, baskılardan bunalan demokrasi isteyen her kesimden halk var. Devrim mi değil mi kesin bir sonuç için henüz erken. Ama şu bir gerçek. Arap halkı, Batı’nın desteği ile değil, demokrasiyi kendi sokaklarında, kendi deneyimleriyle öğrenme sürecini ateşledi. Bu kolay bir yol değil.
İnişli çıkışlı ama en kalıcı ve hakiki olanı; Demokrasi, insan hakları ilkelerini görmezden gelen bir dış politikanın halklar nezdinde etkisizliğini göstereni.
Yazının Devamını Oku

İran’a çatışma yarıyor

23 Ocak 2011
İRAN ile İstanbul’daki görüşmeler iyi geçmedi. Cenevre’de hiç olmazsa yeniden buluşma kararı alınabilmişti. Ama dün görüşmelere “açık kapı bırakma kararı” ile yetinildi.
ABD, Rusya, Çin, Fransa, İngiltere ve Almanya ile masaya oturmadan önce İran, ön koşullarını koyarak bir uzlaşma ihtimalini zaten iyice zayıflatmıştı.
Ben İranlı bir yetkili olsaydım, bugün masaya otururken kendimi her zamankinden daha güçlü hissederdim.
Lübnan krizi en çok kimin işine yarıyor sorusuna vereceğim yanıt İran olurdu.
Hariri suikastıyla ilgili olarak Birleşmiş Milletler tarafından ve Hizbullah’ı suçladığı artık kesin olan raporu açıklama kararı, bölgede uzlaşma arayışlarını iyice zorlaştırdı.
Suriye ve Suudi Arabistan geçen hafta Hizbullah ve raporun açıklanması konusunda ısrarcı olan Hariri’nin uzlaşması için devreye girdiler. Katar ve Türkiye de aynı çizgide bir orta yol aradı.
Ama İran en başından beri, açıkça rapora ABD ve İsrail’in komplosu damgasını vurdu.
Bundan sonra Hizbullah’ın daha güçlü olacağı bir hükümet kurulması gerektiğini telkin etti.
Uzlaşma arayaşı içinde olan arabulucular kanadı ne yazık ki başarısız oldular.
Babasının katilinin cezalandırılmasını isteyen Hariri ile, tek bir Hizbullah üyesinin bile mahkeme önüne çıkmayacağını söyleyen Hizbullah kanadı arasında, orta yol arayışı sonuç vermedi.
Ne Hizbullah geri adım attı ne de Başbakan Hariri.
Şimdi Hizbullah’ın arkasında İran, Hariri’nin ise ABD var. Suudi Arabistan da iki günlük gecikme ile yanlış anlaşıldığını Hariri’yi desteklemeye devam ettiklerini açıkladı.
Ya Suriye? Suriye İran’dan daha farklı bir konumda. Lübnan’da güçlü bir Hizbullah yönetimi İran’ın işyine gelir ama Suriye için aynı şey değil.
Gücünü, ülkedeki diğer unsurlarla paylaşan güçlü Hizbullah hareketinin varlığı Suriye’nin bölgedeki etkinliği açısından daha uygun.

LÜBNAN krizinden Hizbullah’ın güçlenerek çıkması İran’ın rolünün daha da güçlenmesi demek olacak.
Bu ihtimal bugünlerde Ortadoğu başkentlerinde hesaba katılan en somut veri.
Irak’ta seçimlerden sonra etkisini daha da arttıran İran’ın Lübnan’da daha da güçlenmesi ne Suudi Arabistan, ne de Körfez ülkelerinin işine gelir. Mısır’ın da bu ihtimalden hiç hoşlanmadığı kesin.
Son yıllarda bölgesel güç iddiası artan ve bölgede daha fazla görülür hale gelen Türkiye açısından da farklı değil.

ÇATIŞMA riski, sadece Ortadoğu’yu değil Batı’yı da endişelendiriyor. Velid Canbolat’ın Lübnan Parlametosu’nda kilit parti olarak ağırlığını Hizbullah’tan yana koyması önümüzdeki günlerde gerginliğin tırmanacağını gösteriyor.
ABD ve Batı karşısında sadece bölgedeki Şiilerin değil geniş kitlelerin desteğini arkasına alan İran, bölgesel pazarlıklarda elindeki kozların değerini arttırdığından, şimdi nükleer kriz masasında daha rahat.
İstanbul görüşmelerinde sonuç alınamaması, yeni yaptırımları gündeme getirebilir deniyor. Ama acaba Rusya ve Çin Haziran’daki desteği verecekler mi? Verseler bile yaptırım silahının etkisinden söz etmek mümkün mü?
Dünkü toplantının ardından Ahmedinejad yönetimi eve “zaferle” döndü demek yanlış olmaz.
Yazının Devamını Oku

Gençler nasıl korunur

21 Ocak 2011
GENÇLER nasıl korunur? Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, dün TÜSİAD’da yaptığı konuşmada gençleri içkiden korumanın devletin anayasal sorumluluğu olduğunu söylüyor.
Gençlerle ilgili hükümetin gündeminde üç madde var.
Türban, içki ve yumurta.
Türkiye’nin genç nüfusunun bütün sorunu bunlar mı?
Hayallerini gerçekleştirecek hiçbir olanağa sahip olmamaları hiç mi sorun değil? 
Gittikleri okullarda düşünce ve ifade özgürlüğünü en geniş biçimde soluyamamaları.
Şikayetlerini dillendirmeye kalktıklarında, eğer bunu sistemin ve iktidarın formatı dışına taşırırlarsa hemen, “Marksist-Leninist örgüt üyeleri” damgası yemeleri.
Bununla da yetinilmeyip “gizli güçlerin maşası” hakaretiyle karşı karşıya bırakılmaları.
Muhalefet haklarının hapis cezalarıyla kısıtlanması, suskun ve pısırık bir hiyerarşide kendilerine düşen yere razı olmaktan başka çıkar yol bırakılmaması hiç mi gençlik sorunu değil?  
Dünkü konuşmada Başbakan, otuz yıldan beri devletin kullandığı bu jargonu tekrarladı. Marksist Leninist örgüt üyeleri! 
Anti komünist söylemden medet uman siyasetçi tipinin tarihe karıştığını sanıyordum.
İleri demokrasiden söz eden bir siyasetçinin hâlâ aynı dili kullanması şaşırtıcı değil mi?
   
TÜRBANA gelince, bu meseleyi kanunları uygulanamaz hale getirerek değil, yasal düzenlemelerle çözmek hükümetin sorumluluğu değil mi?
Üzerinden siyaset yapmayı düşünmüyorsa tabii.
Ama bu düzenleme için de net olmak lazım.
Türbanlı kadınları boşluklardan sızmaya çalışan tırtıkçılar durumuna düşürmeden bu işi çözecek olan hükümettir.
Çözüm için toplumsal uzlaşmayı sağlayacak olan da hükümettir.
Uzlaşma sağlanmadan bu sorun aşılamaz. Uzlaşma sağlandığında sınırlar netleşecek. Belki sınırlar belirlenecek. Diyeceğiz ki şuralara türbanla gidilebilir, şuralara gidilemez.
Ya da sınır mınır kalmayacak, isteyen istediği kılıkla her yere gidebilecek. Ama mesele çözülecek.
Biz yaptık oldu karmaşasının yerini hukuk düzeni alacak. 
Karşılıklı dayatma geriliminden bu ülke kurtulacak.
       
TÜSİAD’a seslenirken Başbakan, Hrant Dink davası ile ilgili eleştirilere de “insaf, biz katili 36 saatte bulduk” diye yanıt verdi.
Keşke gerçek katillerin kısa sürede ortaya çıkartılmalarıyla da övünebilseydi.
Yeni bir anayasadan söz ettiği, iş adamlarını yerli otomobil üretmeye çağırdığı konuşmasında yeni bir Türkiye vizyonu çizmesini beklerdim ben.
Gençleri içkiden kurtarmak için yasal düzenleme yerine, onları mutlu edecek canlı bir spor, sanat, kültür ortamı yaratmak için attığı adımları anlatabilseydi keşke.
Küresel rekabete açılan sanatçılardan, yazarlardan, sporculardan, bilim insanlarından söz etse ve gençlerin bu örnekleri izlemeleri için iş dünyasına “birlikte ne yapabiliriz” sorusunu yöneltseydi.
Hrant Dink’in ölümünün dördüncü yılında Türkiye’nin ifade ve basın özgürlüğü açısından kat ettiği yolları anlatabilseydi, orantısız para ve hapis cezalarıyla, ölümlerle gazetecilerin susturulmasının Türkiye’nin kaderi olmadığını söyleseydi. Faili meçhullerin üzerine aslanlar gibi gittiklerini anlatsaydı. 
Ama o farklı bir vizyon aktardı. Gençlerin nasıl korunması gerektiğini anlatırken bir soru takıldı aklıma. Yoksa Ogün Samast içkiyi fazla kaçırdığı için mi Hrant Dink’i öldürdü?
Yazının Devamını Oku