Ferai Tınç

Türkmenlerden mesaj Türkiye bu ateşe girmesin

15 Nisan 2007
TÜRKİYE Irak’a müdahale etmeli mi? Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, ardından Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in, yeşil ışık yaktıkları bu soruya Iraklı Türkmenler ne diyor?

Türkiye’den gelen bu sesler orada nasıl yankılanıyor?

Iraklı Türkmenlere soruyorum.

Nazım Devlet, Şii ve Sünni Türkmenlerin birbirlerine düşürülmek istendiği Telafer’deki Irak Türkmen Meclis üyesi.

Yavuz Efendioğlu, Irak Türkmen Cephesi Musul İl Başkan Yardımcısı.

Yalova’da düzenlenen Irak ile ilgili bir toplantıya katılmak üzere önceki gün Türkiye’ye gelmişler.

Nazım Devlet soruma, "Türkiye Irak’a girmesin" diyerek yanıt veriyor.

Neden?

"Irak zaten oyundur. Türkiye’nin yararınadır karışmaması. Çünkü giren bu oyunun ateşinde yanıyor."

Devam ediyor.

"Irak değişim içinde. Geçen yıl gibi değil hiçbir şey. Şiiler ve Kürtler arasında bugünkü grup ve partilerden farklı düşünen yeni oluşumlar başladı. İkinci seçimlerde Meclis’e farklı düşünen insanlar girdi. Bunların arasında Irak’ta olan her yabancı gücün, yerli siyasi hareketlerin farklı farklı oyun planları var. Irak’ın bütünlüğünden yana olanlar var. Zaman geçtikçe Kürtlerin ve Şiilerin bölünme planları daha zor hale geliyor. Irak bugünkü gibi devam etmeyecek. Mutlaka durulacak. Şu anda Türkiye bu karmaşaya asker gönderip, bu oyunun bir parçası haline gelmesin."

7 BİN 500 TELAFERLİ GENÇ HAPİSTE

Telafer, ülkenin birçok yerinden daha zor koşullar altında.

Sünni ya da Şii, anadilleri Türkçe olan aşiretlerin asırlardan beri yaşadıkları Telafer ağır baskı altında. Şu anda 82 büyük aşiret var.

Amerikalıların raporlarına göre, isyan merkezlerinden biri Telafer. İşgale karşı çıktıkları bir gerçek.

Irak’ta cezaevlerinde 7 bini üzerinde Telaferli genç bulunuyor. Türkmen gençlik, potansiyel tehlike görülüyor. Cezaevini boylamaları için nüfus kağıtlarında "Telafer" yazması yeterli. Ve iddiaya göre bugün Irak hapishanelerinde en kalabalık grup Telaferli gençler.

BU MİLLET ÇÖKMEZ

Irak’tan Türkiye’ye yönelik açıklamalar fazla ciddiye almamak gerektiğini söyleyen Nazım Devlet, "Şu anda Irak’ta kimse güçlü değil" diyor "Irak’ta hükümet mi var? Etkisi nedir? Evet biz Türkmenler baskı altındayız. Ama bizi dağıtmayı başaramayacaklar. Merak etmeyin bu millet çökmez. Biz Türkiye’nin askeri değil, siyasi desteğini arkamızda hissetmek istiyoruz. İran, bütün Irak’ta hiç çekinmeden faaliyet gösteriyor. Türkiye ise sanki çekiniyor."

MUSUL TEZKEREYE SEVİNMİŞTİ

Yavuz Efendioğlu
, Türk askerinin AB ile birlikte Irak’a girişini teklif eden tezkerenin 1 Mart’ta Türkiye Meclisi’nde reddedildiğini duyunca Musul’un çok sevindiğini anlattı. "Musul haberi duyunca çok memnun kaldı. Geçseydi, çok kötü olurdu" sözleriyle sohbete katıldı.

Bunlar, bölgeden gelen sesler.

Irak’a askeri müdahale planları yaparken oradaki Türkmenlere kulak verilmeli hiç değilse.

Geçtiğimiz günlerde Sünni ve Şii Türkmenleri birbirine düşürmek için düzenlenen büyük provokasyonu ise yarın anlatacağım.

Buradan bakınca gözden kaçanları ateşin içinden gelenlerle konuşacağım.
Yazının Devamını Oku

Kerkük çıkmaza koşuyor

13 Nisan 2007
IRAK Meclisi’ndeki patlama ile Kerkük’te tırmanan kriz arasında ilişki var mı bilemiyorum ama ülkenin tek güvenli yeri olan Yeşil Bölge içindeki Meclis’te meydana gelen patlamanın sembolik anlamı büyük. Şiddet artık her yerde. Irak’ta statükonun sürmeyeceğini gösteren önemli bir işaret bu.

Dün Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın Irak halkının arasına kan girdiği tespiti de yaklaşmakta olan bu yeni dönemin habercisi. Irak’ta, savaş ve Saddam’ın devrilmesi, anayasa ve hükümet kurulmasının ardından üçüncü dönem başlıyor. İki başarısız dönemin uzantısı olan yeni bir süreç.

Şiiler ve Sünnilerin ardından Kürtlerin de çatışmalara çekileceğini söylemek kehanet değil.

Barzani’nin Türkiye’yi tehdit boyutuna varan çıkışları da bunun habercisi. Barzani’nin sinirinin esas nedeni Irak Anayasası’ndaki 140’ıncı madde ile ilgili.

Kerkük’ün Irak Kürdistan bölgesel yönetiminin denetimine geçmesini sağlayacak süreçte sorun var.

* * *

BU
yıl sonuna kadar referandumun yapılmasıyla noktalanacak olan Kerkük süreci tıkanıyor. Kerkük’ün statüsünü belirleyecek olan referandum bilindiği gibi üç aşamalı bir planın parçası.

Anayasanın 140’ncı maddesine göre Kerkük’ün statüsünü belirlemek için önce normalleşme sağlanacak. Sonra nüfus sayımı en sonunda da Aralık ayı sonuna kadar referanduma gidilecek.

Ama önce normalleşme.

Normalleşme Irak siyasetinde, Saddam’ın Kerkük’e getirdiği Arapların geldikleri yerlere dönmeleri, Kürtlerin de geri gelmesi anlamını taşıyor. Ayrıca Saddam zamanında Bağdat’a bağlanan kasabaların da Kerkük eyaleti sınırları içine alınması öngörülüyor. Bunların aralarında Türkmen kenti olan Tuzhurmatu, Şamşamal, Klar ve Kifri de var. Ayrıca Sincar, Mahmur ve Mandali’den de geçmesi isteniyor Kerkük sınırlarının.

Kerkük’te durumun normalleştirilmesi için kurulan komisyon, bu iki konuda tasarı hazırlayarak Başbakan Maliki’ye verdi.

İlk adımda, geri gitmek isteyen Araplara 15 bin dolar para ve gidecekleri yerlerde toprak vaadeden tasarı kabul edildi.

Başbakan, bu tasarıyı parlamentoya sunmadan, sadece hükümetin onayıyla geçirtme konusunda Kürtlerle uzlaştı.

Ama karar bir türlü yürürlüğe girmiyor.

Parlamentodaki Sünni ve bazı Şii gruplar buna itiraz ediyorlar. Kararın uygulanması halinde bunun bütçeye 4 milyar dolarlık yük getireceğini söylüyorlar.

Normalleştirme Komisyonu’nda Irak Kürdistan bölgesi hükümetini temsil eden Bakan Muhammed İhsan, bir süre önce Erbil’de yaptığı basın toplantısında, "Irak’ta liderlik krizi var" demiş "İlk anlaşmamıza göre uygulama için Maliki’nin imzası yeterli olacaktı" diye şikayette bulunmuştu.

Ayrıca bu konuyu Amerikalı ve İngiliz yetkililerle de konuştuklarını aktarmış ve "Konuştuğumuzda 140’ıncı madde konusunda kararlı görünmüşlerdi" sözleriyle de hayalkırıklığını yansıtmıştı.

* * *

PEKİYİ
140’ıncı madde uygulanmazsa ne olur?

Bu soruya Muhammed İhsan, "140’ıncı maddenin uygulanmaması halinde, hiç şüpheniz olmasın ellerimizi ovuşturmayacak başka planlar yapacağız" diyor.

Bu planlar arasında Türkiye’yi tahrik ederek çatışmaların içine çekmek ve gündem değiştirmek de var mı?

Bunu bilemem. Bundan sonra Irak ile ilgili her plan daha büyük karmaşa ve çatışmayı birlikte getirecek gibi geliyor bana.

Irak’ın tek güvenli bölgesi Meclis’e taşınan şiddet bunu haber veriyor.
Yazının Devamını Oku

Birinci hanım kim olacak

9 Nisan 2007
FRANSA’da cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turu 22 Nisan’da. Öne çıkan üç aday didik didik tartışılıyor. İşsizlikten, Avrupa Birliği’nin geleceğine kadar halkın aklındaki her soruya verdikleri yanıtlar, kamuoyu yoklamalarında aldıkları puanları etkiliyor.

Fransızlar, bir yıldan beri cumhurbaşkanlığa adaylığını koyanları tanıyor. Ve bir yıldır adaylar adım adım izleniyor, hesap soruluyor, hedefe oturtuluyor, eski defterleri araştırılıyor.

Adaylığını açıklarsa seçime kadar yıpranacağı hesabı yapılmıyor. Çünkü böyle bir siyasi kültür yok.

Tabii sorular sadece başkanla ilgili değil. Adayların eşleri de mercek altında. Fransa’nın "Birinci Hanım’ı kim olacak?"

Başkan eşlerinin yasal sorumluluğu yok ama ülkenin bir numaralı kadınının Fransa’yı temsil sorumluluğu olduğu için gözler üzerlerinde.

Fransa’da bir numaralı kadın adaylar arasında, Sosyalist aday Segolene Royal’in dört çocuğunun babası François Hollande de var. Sosyalist Parti’nin Başkanı. Ona da "Bir Numaralı Bay" deniyor.

* * *

BİZ
ise cumhurbaşkanı adaylarımızı hálá tanımıyoruz.

Diyebilirsiniz ki, "Sen yarı başkanlık sistemi için yapılan bir yarıştan söz ediyorsun, bize uymuyor."

Türkiye’de Cumhurbaşkanının ne kadar önemli olduğu, o koltuğa oturanın kendi rengi ya da renksizliğini devletin en tepesine nasıl sindirdiği ortada.

Orta Asya Cumhuriyetleri ve Kafkasya ile kurulan dostluk köprülerinde Özal ve Demirel’in siyasal çizgileri etkili olmadı mı örneğin?

Cumhurbaşkanı eşlerinin önemini anlatmaya çalışırken, yok Fransa’dan, yok Amerika’dan hep batıdan örnek veriliyor. Bizim kültürümüz farklı da diyebilirsiniz.

Ortadoğu’dan mı verseydim? Orada, cumhurbaşkanlarına herhangi bir konuda bir şey sorulabiliyor mu?

* * *

BİZ
maalesef cumhurbaşkanı adaylarımızı tartışamadık. Çünkü tanımadık.

Bir numaralı kadının profilini, bu profilin ikiden itibaren tüm kadınlara vereceği vizyonu tartışamıyoruz.

Erdoğan, Türkiye için nasıl bir cumhurbaşkanı istediğini açıklıyor ama başkaları açıklayınca kızıyor.

Başbakan Erdoğan’ın eşinin başı örtülü olduğu için Çankaya’ya çıkmaması gerektiği görüşünde değilim.

Eğer bu konuda toplumsal uzlaşı sağlanmışsa neden olmasın. Ama yok. Olması da mümkün değil. Çünkü mesele bir başörtüsü değil.

Başörtüsünü kamusal alana çıkartma ısrarı, kadın erkek eşitsizliğinin gönüllü kabulü. Bu yüzden kadınların bu konudaki ısrarını anlamıyorum.

Erdoğan’ın uzlaşma taleplerine kulak tıkayarak Çankaya’ya çıkmasının ideolojik rövanş iklimini tetiklemesinden endişe ediyorum.

Avrupa Birliği hedefinin bulandığı ortamda bu daha da tehlikeli.

Ayrıca genel seçimler üzerindeki etkisini de akıldan çıkartmamak lazım. Eğer Erdoğan Çankaya’ya çıkarsa, genel seçimler cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turu haline gelir. Oyları bölmeme kaygısı öne çıkar. Yine toplumun birçok rengi Meclis dışında kalır.

* * *

FRANSA
first lady’lerini de didik didik ediyor. Bayan Sarkozy’nin yayıncı sevgilisi ile kaçamakları da didikleniyor ama, güzelliği ve zerafeti de artılar hanesine ekleniyor. Bayrou’nun kasabada sakin bir hayatı tercih eden eşinin anaçlığı vurgulanıyor. Mikrofonlar uzanıyor, adaylar evlerini gazetecilere açıyorlar. Halktan temsil yetkisini almak, tahta çıkmak gibi bir şey değil çünkü.
Yazının Devamını Oku

Gazeteci makulesi

8 Nisan 2007
ŞİMDİ Hasan Cemal, gazeteci milleti diyor, eskiden gazeteci makulesi de denirdi. <br><br>Makule soy demekmiş. Sonradan öğrendim. 50’li yıllarda gazetecilerden pek hoşlanmayan İstanbul burjuvazisinin kullandığı bir tabir olarak anımsıyorum.

Ben seviyorum, hele de hayatta gazetecilikten başka hiçbir işin ucundan tutamamış olan 212’lilerin "gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar" misali en fazla darmadağınık olduğu bu dönemde gazeteci milleti ya da gazeteciler makulesi olduğumuzu bilmek iyi geliyor bana.

Cuma günü öldürülen gazeteciler günüydü. Gazeteciler Cemiyeti, bu makulenin şehitlerini andı.

Gazeteciler Cemiyeti’nin, yeniden restore ettirdiği Basın Müzesi’nde öldürülen gazeteciler galerisini dolaştım.

1919 Hasan Tahsin, Hasan Fehmi Bozkurt, Ahmet Semih, Zeki Bey, Hasan Tahsin Recep.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, tek parti dönemi ve çok partili döneme geçiş, işten atılmalar, hırpalanmalar, parti gazetelerinin ve gazetecilerinin birbirleriyle didişmeleri ve didişirken kan kaybetmeleri, işsizlik kuyusuna savrulanlar ve kurbanlar.

Kıbrıs, Türkiye’nin siyasi tarihini her zamanki gibi derinden etkiliyor.

1974 Adem Yavuz, Kıbrıs’ta şehit oluyor.

80 darbesini hazırlayan yıllarda Abdi İpekçi.

Sağ ve sol gazetelerde çalışan gazeteciler, karanlık köşelere götürülüp öldürülenler.

90’dan itibaren Kürt sorununun önde gelen seslerinin yanı sıra laiklik vurgusunu sivriltenler Çetin Emeç, Uğur Mumcu,. 1999’da Ahmet Taner Kışlalı.

Sekiz yıl sonra son şehit Hırant Dink, bizim makulenin ilk Ermeni kökenli gazetecisi Hırant Dink.

Bu galeride başka bir şey daha dikkatimi çekiyor. İsimlerin ve resimlerin altındaki kara boşluk. Yanıtsız bir soru.

Katil kim? Bilmiyoruz. Bu karanlığın sorumluluğunu biraz da biz taşıyoruz.

***

SABAH Gazetesi’ne TMSF’nin el koyduğu bu dönemde bu makule "bağımsızlık" gibi ciddi bir sorunun var olmaya devam ettiği gerçeğiyle bir kez daha yüzleşti.

Bu sorunun çözümü belli oysa. Demokrasi ve örgütlenme hakkı, sendikalar, meslek örgütleri bu bağımsızlığın tek garantisidir.

Sermaye katında hangi değişim olursa olsun, haber yayma araçları ne kadar çeşitlenirse çeşitlensin, hatta yeni deyimiyle gazeteciliğe "içerik üreticiliği" bile densin, bugün dünyanın tüm demokratik ülkelerinde gazetecilik örgütleri bu "içerik" bağımsızlığını koruma gayreti içindeler.

Biz gazeteci makulesiyiz. Hasan Cemal’in dediği gibi bir millet. Bağımsızlık bir yerden delindi mi bu milletin nasıl hırpalandığını, tepeden inmeciliğin herkesi nasıl tepelediğini iyi biliriz.

***

BİR
de geleceğe sorumluluk var. Basın Enstitüsü Derneği’nin düzenlediği meslek içi eğitim programlarının altıncısına gelen baş vurulardan, kendisini mesleki açıdan geliştirmek isteyen, daha iyi televizyon yayıncılığı, daha kaliteli gazetecilik yapmaya çalışan ne kadar çok genç meslektaşımız olduğunu anladık.

En sağdan en sola değişik yayın organlarında çalışan 45 genç meslektaşımız kursları izlemeye yetkin bulundu. 45 genç gazeteci ve onlara izi veren yöneticileri, mesleğini önemseyenlerin sadece küçük bir örneği idi.

Programın ilk günü Orhan Birgit, Oktay Ekşi sürekli eğitimin bizim mesleğimizdeki önemini anlatırken, Haluk Şahin uzun zamandır duymadığımız bir gerçeği kulaklara fısıldadı. Haluk Şahin "gazeteciler de bir cemaattir. Babıali’nin dağılmasından sonra" dedi. Cemaat, millet, gazeteci makulesi. Farklı görüşlerde yayın organlarında çalışılsa da sonunda gazeteciler diye bir soy vardır soykırımlarda kayıplar verse de direnen.
Yazının Devamını Oku

Kerkük’te referanduma hazırlık

2 Nisan 2007
IRAK Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin, Başbakan Tayyip Erdoğan’a Kerkük davetinin üzerinden bir hafta bile geçmeden Irak Hükümeti’nin aldığı son karar, Kerkük’te nüfus yapısını değiştirme girişiminin istikrarlı biçimde süreceğini kanıtlıyor. Bunu görmek için Talabani’nin davetine uyup Kerkük’e heyet göndermeye bilmem gerek var mı?

Parlamentonun onayına lüzüm olmadan hükümet kararının yeterli görüldüğü bu adıma gore Saddam döneminde kente getirilen Arap nüfusun dönmesini teşvik etmek için, Kerkük’ten ayrılmak isteyen Araplara 15 bin dolar para ve toprak verilecek.

Adalet Bakanı’nın istifasına neden olan bu kararı yorumlayan bir yetkili, "Bu tamamen gönüllü olacak, isteyen geldiği yere gönderilecek" dese de Kerkük’teki Türkmen ve Arapların temsilcileri aynı görüşte değil.

Ayrıca "dönmek isteyen çok sayıda ailenin, form doldurmak için başvurduğu" açıklamaları da referendum öncesi ikinci büyük nüfus hareketinin yaşanacağını gösteriyor Kerkük’te.

Zorla ya da para ve toprak vaadiyle, ne olursa olsun sonuçta Kerkük’ün nüfus yapısının değiştirilmesi konusunda Maliki hükümetinde Şii ve Kürtler arasında ittifak sağlandığı anlaşılıyor.

SÜRECİN İLK ADIMI

SUNNİ
ve Şii Araplar arasında bu karara karşı çıkanlara verilen yanıt ise, kararın anayasa uygun olduğu şeklinde.

Evet, Irak Anayasası’nın 146’ncı maddesi, Kerkük’ün kaderinin Aralık 2007’de yapılacak olan referandumla belirleneceğini öngörüyor.

Ancak bunun için iki koşul var. a) İstikrarın sağlanması; b) nüfus sayımının gerçekleşmesi.

İşte bu karar, nüfus sayımının yapılmasını sağlayacak sürecin ilk adımı. Yani istikrarı sağlamak için hükümetin aldığı önlem.

Arapların geri dönüşünden sonra gelecek yeni Kürt nüfusla referandum aralık sonunda, öngörüldüğü gibi yapılacak.

Pekiyi bu referandumda ne sorulacak? Bu nokta önemli. Ankara, bu sorunun Irak’ı oluşturan bütün unsurların uzlaşmasıyla belirlenmesini öneriyor. Ama benim görebildiğim kadarıyla, ABD’nin de Maliki hükümetinin de gündeminde böyle bir mesele yok.

TÜRKMEN VE ASURİLER ÖZERKLİK İSTİYOR

IRAKLI
Türkmenler ve Asuriler, Iraklılar olarak eşit haklar için uluslararası kampanya başlattılar.

Avrupa Parlamentosu, geçen hafta Iraklı Türkmenleri ağırladı.

Avrupalılar, Kerkük’ün Irak’ta yeni bir istikrarsızlık kaynağı haline gelmekte olduğunu bir de Türkmenlerden duydular.

Bu sırada Iraklı Asuriler de Amerikan Kongresi’nde dertlerini anlatıyorlardı. Kuzey Irak’ta kendilerine Hıristiyan Kürtler denildiğini ve dillerini konuşmalarına izin verilmediğini anlattılar.

"Cengiz Han bile bize böyle davranmadı. Köylerimizden evlerimizden çıkartılıyoruz. Tarihin en eski dönemlerinden beri bu topraklar üzerinde yaşamış olmamıza rağmen Kürtler bizi ata yurdumuzdan atmaya çalışıyor. Eğer bugün Irak’ın her hangi bir yerinde yaşayan Asurilere Saddam’ın devrilmesinden sonra yaşamınız düzeldi mi diye sorarsanız size verecekleri yanıt HAYIR’dır" diye durumlarını özetlediler.

Her iki grubun dünyaya duyurmak istedikleri talep aynıydı. Özerklik.

Bölünmüş bir Irak’ta yaşam haklarını tamamen kaybetmekten endişe eden, Irak halkının bu iki asli unsuru da kendileri için alternatif arayışında.
Yazının Devamını Oku

Birileri Tahran’a söylemeli

1 Nisan 2007
"PENTAGON yakın gelecekte İran’a yönelik bir hava saldırısına hazırlanıyor." Rus Jeopolitik Bilimler Akademisi Başkan Yardımcısı General Leonid Ivashov’a ait olan bu sözler geçen hafta Rus basınında yer aldı.

Rus general, "Hiç şüphem yok Amerikalılar saldıracak" diyordu.

Dün yine Rus kaynaklı haberlerde bu kez adı açıklanmayan üst düzey Rus askeri yetkililere dayandırılarak, "ABD, Nisan başında İran’daki nükleer tesisleri bombalayacak" iddiası yer aldı.

Basra Körfezi’ndeki Amerikan askeri varlığının Irak savaşı öncesindeki yoğunluğa eriştiğine işaret eden güvenlik yetkilisi, "Rus istihbaratının elinde ABD’nin saldıracağı yolunda bilgiler bulunduğunu da" söyledi.

Daha önce de, yine kimliğini gizli tutan bir Rus askeri yetkilinin açıklamaları medyaya yansımıştı. Amerikalılar İran’a karşı kara ve hava operasyonları tatbikatlarına hız vermişlerdi.

"Pentagon, İran’ı en düşük bedel karşılığında dize getirecek çok etkili planlar hazırladı" diyordu üst düzey Rus güvenlik yetkilisi.

ABD operasyonunun adı bile vardı "Operation Bite". Isırık operasyonu diye çevirmek mümkün.

Rus kaynaklarından yayılan bu haberler ne kadar doğru, ne kadar yanlış bilmiyorum.

Ama bir hafta içinde Rusya’dan peşpeşe yapılan bu açıklamalar, İran üzerindeki baskıların yoğunlaştığını gösteriyor.

***

İNGİLİZ
denizcilerin kaçırılması, yeni bir kriz yaratarak İran’ın nefes almak için kendisine alan açmasını sağlayacak mı?

Bu operasyon ile 23 Mart’ta BM Güvenlik Kurulu İran’a yaptırımları ağırlaştıran 1747 sayılı kararını kabul edilmesi aynı zamana rastladı. Ne tesadüf!

Uluslararası Atom Enerji Ajansı’nın çağrılarına kulaklarını tıkayıp uranyum zenginleştirme çalışmalarına devam edeceğini açıklaması, Tahran’ı askeri müdahaleyi de göz ardı etmeyen bu kararla karşı karşıya bırakıyordu.

1747 sayılı karara göre yaptırımlarla yüzyüze kalanlar arasında nükleer programda yer aldığı saptanan önemli isimler ve onların şirketleri de var. Ayrıca İran’ın en büyük bankalarından Sepah da bunların arasında. ABD daha önce Sepah’ın işlemlerini dondurmuştu. Şimdi Avrupa Birliği de, son karardan sonra aynı yolu izleyecek.

İngiliz askerlerin esir edilmesi gündemi değiştirirken, Tahran rejiminin nükleer tesislerini uluslararası denetime kapatma kararı fazla ses getirmediyse de kriz kapımızda.

***

RİYAD
’da Arap Birliği toplantısı sırasında Türk gazetecilerinin sorularını yanıtlayan İran Başbakanı’nın tavrı çok dikkatimi çekti.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kadın asker Faye Turney’in serbest bırakılması için yaptığı girişimle ilgili soru soran gazetecilere Muttaki kahkahalar içinde, "Türkiye ile ilişkilerimizde çok daha önemli konular var. Bunlar küçük meseleler" yanıtını verdi.

Müttefiki Rusya’yı bile kızdıran ve son güvenlik kurulu kararını onaylamasına yol açan İran yönetimi, nükleer çalışmalarının bizi de tedirgin ettiğini, El Kaide yöntemleriyle İngiliz esirlerin görüntülerini kamuoyunu etkilemek için kullanılmasından hiç hoşlanmadığımızı bilmek zorunda. İlişkilerimizde bu konular da çok önemli.

Enerji işbirliği, bölgesel ittifak bunlar iyi ama Ankara, bu gelişmelerden rahatsız oduğumuzu da etkili bir dille iletmeli Tahran’a.
Yazının Devamını Oku

Erdoğan’ın eşitlik anlayışı sorunlu

30 Mart 2007
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan, "Biz modern dünyanın düştüğü hataya düşerek, kadın ve erkeği birbirine kırdırma hatasına düşmeyeceğiz" diyor. AKP tarafından düzenlenen Kadın Şura’sında konuşan Başbakan, "hanım kardeşlerini erkeklerin ianesine teslim etmeyeceklerini" söylüyor.

Kadınların siyasi hayata katılmalarını teşvik edecek "kota"ya karşı çıkmasının nedeni bu.

Erkeklerin ianesine teslim etmemek!

Siyaset otobüs mü? Erkekler kalksın hanım kardeşlerine yer versin, değil mi ama?

Neyse Başbakanımızın gözü aydın.Uzun zamandır binmediği için bilmiyordur ben söyleyeyim, artık otobüslerde de erkekler kadınlara yer vermiyor.

Böylece erkek ianesine muhtaç olmadan, ayakta, itiş kakış durağımıza kadar gidebilme özgürlüğünü elde etmiş bulunuyoruz.

* * *

KADIN hakları mücadelesinin "modern dünyanın hatası" olduğu anlayışı 1980’lerden sonra özellikle Ortadoğu’da siyasi İslam’ın yükselmesi ile birlikte yaygın biçimde savunulmaya başlandı.

"Emperyalist Batı, insan hakları ve kadının evrensel hakları kılıfı altında aslında kültür emperyalizmini dayatmaktadır. Oysa, farklı kültürlerde hakların tarifi de farklılaşır. Müslüman ülkelerde, insan hakları ve kadınların durumu dini ve kültürel özellikler çerçevesinde değerlendirilmelidir."

Sanki Batı’da da kadınlar, eşitlik mücadelesi verirken karşılarında Kilise ve gelenekleri bulmamışlar gibi Müslümanları farklılaştıran bu yorum, sadece siyasi İslam’ın değil, Ortadoğu’nun baskı rejimlerinin de işine geldi.

* * *

DİNİ
ve etnik haklar için mücadele demokratik de, kadınların siyasette ve hayatın her alanında eşit biçimde temsili neden "modern dünyanın hatası" oluyor?

Başbakan’a göre, kadının parlamentoda, yerel yönetimlerde, bürokraside yer alması, karar mekanizmalarında görünür hale gelmesi için geçici bir süre kota uygulanması "modern dünyanın hatası".

Ama sosyal yardımlaşmada, Başbakan’a göre kadının payı büyük. Ve bu takdire değer.

Kadına iktidar kapalı, partileri iktidara taşıyacak olan seçim öncesi çalışma alanı sonuna kadar açık!

* * *

MAALESEF, kadınların elde ettikleri kazanımlarla ilgili Ortadoğu’da örnek teşkil edecek bir durum bulamadığım için Batı’dan bir örnek veriyorum.

Fransa’da Sosyalist Parti, kadınlar için ilk kez yüzde 30’luk kota uygulaması başlattığında parlamentoya ve yerel yönetimlere seçilen Sosyalist kadın oranı yüzde 17’ye ulaşmıştı. Kota uygulamayan sağ partilerde bu oran ise yüzde 4’lerdeydi. 2000 yılında eşitlik yasasının kabulüyle birlikte ise yerel, bölgesel, Avrupa Parlamentosu ve Senato seçimlerinden sonra bu kurumlardaki Fransız kadın siyasetçi oranı yüzde 48’e yükseldi.

Şimdi soruyorum, bu "modern dünyanın düştüğü bir hata" mı?

Kota uygulamasıyla Fransa’da kadınlar "mal" mı oldu?
Yazının Devamını Oku

100 DJ’li 35 parti Avrupa ideali için yeter mi?

26 Mart 2007
AVRUPA Birliği 50’nci kuruluş yılını, kamuoyuna damardan iştah şurupları zerk ederek kutluyor. Berlin’de 35 diskotekte düzenlenen partilerde 100 DJ, Avrupa gençliğine, unutulmaz bir hafta sonu geçirterek Avrupa idealinin keyfini yaşatmaya çalışsalar da elli yıllık geçmişin, elli yıllık geleceğe nasıl kefil olacağı belirsizliğini koruyor.

Dün Avrupa Birliği, sessiz film oynar gibi anayasa sözcüğünü telaffuz etmeden, kamuoyuna önündeki en kritik adımı anlatmaya çalıştı.

Bu tuhaftı. Anayasa imzalanırken Türkiye’yi Roma’ya davet etmiş ve "geleceğimiz ortaktır" mesajı vermiş olan Avrupa’nın 50’nci yıldönümünde, kamuoyunu ürkütmemek içi Türkiye’yi dışarıda bırakması da tuhaftı.

Ne Avrupa idealine uydu bu tutum ne de Avrupa Birliği’nin temellerini atan kurucularının siyasi irade ve cesaretlerine eşdeğer bir tavırdı.

* * *

AVRUPA
Birliği’nden, 50’inci yıldönümünde yüzleşmesi gereken konuları yok farz ederek, popülist bir kolaycılık, konserler, danslar ve Komisyonun bütçesinden milyonlarca euroluk partilerle günü geçiştirmek yerine, daha anlamlı bir kutlama beklerdim doğrusu.

Ne yazık!

Yazık çünkü 2007, Roma Antlaşması’nın imzalandığı 1957 ile siyasi irade açısından büyük farklar sergiliyor.

Eğer bu siyasi irade Avrupa’ya geri dönmezse, Türkiye’nin üyeliği, genişlemenin nasıl devam edeceği, Avrupa’nın kendi içindeki Hıristiyan olmayan nüfusuyla entegrasyonu, bölgesel güç olup olmayacağı ve tabii ki bütün bunları gerçekleştirecek kurumsal değişimi yapıp yapamayacağı sorularına olumlu yanıtlar üretilmesi mümkün değil.

Avrupa ideali, Türkiye’yi kapı arkasına saklayarak gelecek nesillere aktarılamaz.

40 küsur yıldan beri Türkiye ile Avrupa arasında adım adım örülen kader birliğini sanallaştırmak mümkün değil.

Eninde sonunda birilerinin çıkıp, "yalandı" demesi gerekecek.

Bütün sözler yalandı, kararlar yalandı, anlaşmalar yalandı.

* * *

25 Mart 2007, sadece Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde değil, Avrupa tarihinin de bir yüzleşme noktası olarak değerlendirilecek ileride.

Bunun siyasi yansımaları Avrupa’nın hiçbir idealine uymuyor.

"Biz daha önce olmadığı gibi bugün birbirimizi seviyoruz. Biz Avrupa Birliği vatandaşları, ortak çıkarımız için birleştik" diye başlayan ve "ırkçılık ve yabancı düşmanlığı bir daha geri dönmesin" diyen Berlin deklarasyonunu hazırlayanlara sormak isterdim.

Türkiye’yi dışlamak, Türk korkusuna, son yıllarda gelişmekte olan ırkçılık ve yabancı düşmanlığına prim vermek demek değil midir? Yabancı düşmanlığıyla uzlaşmak Avrupa idealini gelecek nesillere nasıl taşıyabilir?

Türkiye ile ilişkiler, birleşme sürecinde ısrar, yükselen ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına karşı en doğru siyasi mücadele biçimidir.

Türkiye kadar Avrupa Birliği için de bu ilişkinin derinleşmesi halkları gerçek Avrupa idealleri etrafında birleştirecek, barış, demokrasi ve insan hakları, farklılıkların uyum içinde yaşamasını sağlayacak.

Yoksa yüz değil bin DJ’li partilerde her gece dans edilse de barışın ve yeni bir dünyanın coşkusu yakalanılamaz.
Yazının Devamını Oku