Ferai Tınç

1 Mayıs demokrasinin neresinde?

4 Mayıs 2007
BİR türlü palazlanamayan demokrasimizin bir bacağını, askerin siyasete müdahalesi yine yaraladı. Bizim civcivin öteki bacağı da 1 Mayıs’ta, İstanbul’da fena zedelendi.

Onu da AKP kırdı ama nedense görmezden gelindi.

Çünkü bugünlerde demokrasinin ihlali dendiğinde sadece cumhurbaşkanlığı seçimlerine müdahaleyi anlamak zorundasınız.

Onu eleştirebilir, kınayabilirsiniz.

Ya 1 Mayıs? İstanbul’u, büyük bir hapishaneye çeviren o zihniyet?

Hiçbir hükümet, bir valiye fatura çıkartarak, böylesi büyük ağır bir baskı girişiminin siyasi sorumluluğundan sıyrılamaz.

O gün Taksim Meydanı’ndaydım.

Çok 1 Mayıs’lar gördüm, işgaller, sokağa çıkma yasakları, sıkıyönetim kuşatmaları yaşadık ama böyle ağır bir baskı atmosferini anımsamıyorum.

Bu kadar çok biber gazı solumadım. Cop ya da tokat yemeyen şanslı İstanbullular arasında olduğuma şükrediyorum.

Önde, görünürde polis; geride asker vardı.

***

1977
1 Mayıs’ının Türk siyasi tarihinde ne kadar önemli bir dönüm noktası olduğunu biraz biliyoruz, ileride daha çoğunu da öğreneceğiz.

34 kişinin ölümüne, iki yüzden fazla insanın yaralanmasına ve işçi sınıfı ile Türk solunun büyük buluşmasının tuzla buz edilmesine yol açan bu olayın failleri kimdi?

30 yıldır yanıtsız kalan bu soruyu gündeme getirmek için düzenlenmişti toplantı.

Belki DİSK daha iyi çalışmalı, daha geniş bir ittifak arayışına girmeli, sağlam siyasi hazırlık yapmalıydı.

Ama, "provokasyon kokusu aldık" gerekçesiyle bütün İstanbul’u kapatmak neyin nesiydi?

"Taksim izinsizdi, Kadıköy’e gitselerdi!" Böyle söyleyenler de oldu.

Kadıköy’e ulaşmak kolay mıydı? Çok mu izinliydi Kadıköy?

Türkiye o gün, Anayasa Mahkemesi kararına kilitlendiği için, yüzlerce kişinin coplandığı, şiddet gördüğü, bir kentin kuşatıldığı 1 Mayıs rezaletini anlayamadı.

***

DÜN
, Dünya Basın Özgürlüğü günüydü.

Ülkemizde 23 gazeteci ve yazar cezaevinde. Çok sayıda yazar, çizer düşünceleri nedeniyle yargılanıyor.

Bu yıl bir meslektaşımız, arkadaşımız Hrant Dink öldürüldü. Hem de ihbarlar değerlendirilmediği, önlemler alınmadığı için.

Türk Ceza Yasası ve Terörle Mücadele Yasası’nda yapılan değişikliklerle basın özgürlüğü hedef alındı.

Gazetecilerin önceki yıllarda yapılan değişikliklerle sağladığı düzeltmeler geri gitti. Hapis cezası kaldırılmıştı, yeniden yasalara girdi.

Ne zaman yapıldı bu değişiklikler? Kim yaptı? AKP iktidarı, AKP Hükümeti.

Başkalarından demokratik anlayış bekleyenler, önce kendi demokrasi anlayışlarında adil olmayı öğrenmeliler.

Ne oldu 301’inci maddeye? Neden değiştirilemedi?

Birileri mi engelledi?

Keşke AKP, geçen cuma akşamı yayınlanan Genelkurmay bildirisine karşı gösterdiği "kararlı" tavrı, iktidarı süresinde demokrasinin gerçekten kök salması için gösterebilseydi.

Bugün demokrasiden söz ederken, inandırıcı olurdu.
Yazının Devamını Oku

Siyasete geri dönüş

30 Nisan 2007
İSTANBUL’da dün verilen iki mesajın altını çizmek istiyorum. <br><br>Demokrasi ve uzlaşma. Dünkü mitingde öne çıkan mesajlardan biri "Ne din devleti, ne darbe" idi.

Eğer asker, mitingden hemen önce uyarıda bulunmasaydı bu slogan atılmayacaktı.

Zaten din devleti tehdidine karşı yürüyenler eğer böyle bir slogan üretiyorlarsa bunu doğrudan askeri müdahaleye karşı sivil bir yanıt olarak değerlendirmek gerekir.

Ankara’nın ardından İstanbul’daki miting, yıllardır siyasete ilgisini kaybeden, sandık başına bile gitmek istemeyen kitlelerin geri dönüşünü simgeliyor bana göre.

Ve bu geri dönüş sırasında, askeri müdahalelere de artık kesin yanıtını veriyor.

Askerle değil, sivillerle siyaset.

Atatürkçülüğün, laikliğin sadece askeri müdahalelere çanak tutan zihniyet sahiplerinin endişesi olmadığını gösteren, ezberleri değiştiren yeni bir dönem.

Bu kalabalıklara bakarak, demokrasinin bu ülkeye yerleşmeye başladığını artık rahatça söyleyebiliriz.

Askeri muhtıralar ve "ben yaptım oldu" tepeden inmeciliğiyle bir yere gidilemeyeceğinin nazik mesajını bu halk verdi.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde hükümet bu kadar dayatmacı bir yol izlemeseydi, her şey son ana kalmasaydı, daha yumuşak bir yol izlenseydi meydanlar bu kadar kalabalık olur muydu?

* * *

DÜN
sabah, yola çıktığımda genç kızlar, çocuklar, kadınlar dikkatimi çekti. Ellerinde bayrak tek başlarına miting meydanına yürüyerek gidenler.

Bir genç kız, "Biz, Kürt, Türk, Çerkez, Müslüman, Hıristiyan kim olursak olalım burada Türk bayrağının altında bir olduğumuzu gösteriyoruz" diyordu.

Bir kişinin saptaması değil ortak bir talep.

Siyasete ve siyasetçilere, "Artık bu birlik için harekete geçin" uyarısıdır bu.

Önümüzdeki dönemde siyaset Türkiye’yi normalleştirmenin formüllerini bulmak zorunda.

Başörtüsünü bölücü simge olmaktan çıkartacak, PKK dayatmacılığına karşı Kürt sorununu ulusal bir sorun olarak ele alacak çözümleri de halka sunmak zorunda siyasi partiler.

Bundan sonra, Türkiye’de bu sorunları gerçekten dikkate alıp çözüm düşünmeden siyaset yapılamaz.

O, uzlaşma denen sihirli ortak noktayı bulmadan geniş kitle partisi olunamaz.

* * *

KADINLAR
, önümüzdeki seçim döneminde çok daha görülür biçimde siyaset yapacaklar. Dünkü mitingin bu yönünü de görmek gerekiyor.

Bugüne kadar erkek kahvelerinde propaganda ile yetinen ya da ellerinde yüz gram kahve ile ev ev dolaşarak oy isteyenler kadınlara seslerini böyle ulaştıramayacaklarının farkına varmalılar.

Kadınlar, siyasete el koyuyor. Siyasetin dinamik gücü haline geliyorlar.

* * *

ÇAĞLAYAN
’dan, algıladığım ikinci önemli mesaj ise siyasi partilere yapılan birleşme çağrısı idi. Ben bunu sadece sağ ve soldaki siyasi partilerin birleşmesi olarak algılamıyorum.

Bugün halkın talebi olan laik demokratik, sosyal hukuk devleti Türkiye vizyonunu, farklılıklara yaşam hakkı tanıyan bir zihniyet ikliminde hayata geçirmeye aday bir siyaset arayışı olarak yorumluyorum.

Böyle bir siyasi oluşum, seçimlere bu kadar kısa bir zaman kala ortaya çıkabilir mi, sanmıyorum.

Ama var olan siyasi hareketler bu talebi mutlaka ciddiye almak zorunda. Çünkü halk siyasete geri döndü.
Yazının Devamını Oku

Bildiriler kadar meydanlar da dikkate alınsaydı

29 Nisan 2007
ÇOĞUNLUK bizim, bizim dediğimiz olur. <br><br>Hayır olmuyor. Güç bende, benim dediğim olur.

Hayır, o da yetmiyor.

Atı alan Üsküdar’ı geçemiyor.

Cuma günü, cumhurbaşkanlığı seçimlerini izlerken bunlar geçiyor içimden.

Cumhurbaşkanlığı seçiminde yaşanan gerginliğin esas nedeni, CHP mi?

Bu gün elimi vicdanıma koyup düşünüyorum.

Hayır. İlk gününden bu yana AKP liderliği, bu süreci çok kötü yönetti.

Başbakan Erdoğan, aldırmaz tavrını, bütün telkinlere kulaklarını tıkayarak son ana kadar sürdürdü.

Oylama bittikten sonra yaptığı konuşmada, sanki Abdullah Gül’ün birinci turda seçilememiş olmasının nedeniymişçesine Meclis’e gelmeyenleri halka "havale" etti.

Bugüne kadar, Anayasa Mahkemesi tartışmalarını ciddiye almadığını söyleyen ve meselenin mahkemede bitmemesi için bir uzlaşma aramaya yanaşmayan kendisi değilmiş gibi.

CHP, mahkeme engelini çıkarmayabilirdi. Evet ama bunu yapmak zorundaydı. Muhalefetin temsilcisi bir partinin, "bu seçimi tek başına yapma" yani "uzlaş" demek için izlediği sert bir taktikti bu.

Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün oylamadan sonraki açıklamalarını da yadırgadım.

İlk turda kendisinin seçilememiş olmasını, "normalleşme"ye ve demokrasiye karşı bir hareket olarak yorumladı.

Şu anda çok anormal bir durum var da normalleşme, AKP adayının cumhurbaşkanlığına çıkmasıyla mı sağlanacak. Ne normalleşecek?

Tam tersi oluyor. İmalı mesajlar, dayatmalar normalleştirmiyor, rejimi anormal sıkıntılara sokuyor.

***

NE
yazık. AKP’li kadro, Refah Partisi’nden koparken merkezde bir parti vizyonu ile geniş bir ittifak arayışına girmişti.

Uzlaşma kültürünü besleyebilecek, karşılıklı anlayış atmosferi yaratabilecek fırsat vardı. Kaçtı.

Cumhurbaşkanlığına tırmanma telaşı, AKP liderliğine her şeyi unutturdu.

Bu ittifakı genişletmek şöyle dursun, cumhurbaşkanlığına yaklaştıkça AKP liderliği sadece kendi yandaşlarının içine su serpen mesajlar, imalı konuşmalarla etrafındaki çemberi daralttı.

***

DEMOKRASİNİN
"sayısal çoğunluk iradesi" olmadığını içimize sindirmek, siyaset dışı müdahaleleri anlayışla karşılama durumuna düşmekten daha onurlu bir duruştur.

Yani diyorum ki, meydanlardaki sese kulak verseydiniz de rejimi TSK bildirisine muhatap etmeseydiniz.

Muhalefeti cılızlaştıran, siyasetin kurumsallaşmasını engelleyen müdahaleler yerine meydanlardan yükselen sesi, demokratik itirazı önemsemekten söz ediyorum.

İşte bu yüzden bugün İstanbul Çağlayan’da, kadın örgütlerinin öncülüğünde düzenlenen miting önemli.

Bugün sokakları dolduranları, Türkiye’nin laik, demokratik, hukuk devleti rotasındaki her türlü sapmaya karşı yükselen bu sesi, bütün siyasi partilerin bir birlik çağrısı, uzlaşma arayışı olarak anlayıp dikkate alması gerekiyor.

Sağ ve solda, bu uzlaşmayı başaramayanların marjinalleşmesi kaçınılmaz görünüyor.
Yazının Devamını Oku

Abdullah Gül dünyayı gerçekten çok mu sevindirdi?

27 Nisan 2007
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı adayını, "Bu hareketi beraber kurduğumuz Abdullah Gül kardeşimiz" diye açıkladığı zaman AKP grubundan sadece alkış yükselseydi yine de razıydım. Ama başka tepkiler de vardı. O, coşku patlamasının yaşandığı anda aralardan gelen "Kıskananlar çatlasın" temposu.

İşte bu tempo kulaklardayken, cumhurbaşkanı adayının ismi çok da önemli değil.

Karşıdakinin kuşatılmışlık duygusunu derinleştiren açıklamaların, hareketlerin ne yazık ki sonu gelmiyor.

Dün Meclis Başkanı Arınç’ın, basın toplantısının sonunda kendisini tutamayıp "güzel günler geliyor, güneş daha parlak doğacak bundan sonra" açıklamalarını da aynı zihniyetin, "iktidarı ele geçirme" sevincinin bir belirtisi olarak algılanmaması mümkün mü?

Yoksa neden güneş bundan sonra daha parlak doğsun ki?

* * *

BU, kendinden olmayanı dışarıda bırakan takım ruhu, Emine Hanım ile kızı, Babacan ve Arınç’ın eşlerinin hep birlikte Hayrünisa Gül’ü tebrik etmek için Dışişleri Bakanı konutuna gittiklerinde de ekranlara yansıdı.

Ne Semra Özal’a, ne Nazmiye Demirel’e ne de Semra Sezer’e yapılan tebrik ziyaretlerine benzeyen bir görüntüydü bu. Aralarında türbanlılar olmuş olsa bile.

AKP çekirdek kadrosunun türbanlı eşlerinin görüntüsü ise çok farklıydı.

Türbana, kadın hakları açısından baktığımda karşı olmama rağmen, hiçbir zaman türbanlı bir kadına kendimi uzak hissetmedim. Buna rağmen, Çankaya tebriki için Dışişleri konutu önünde beliren yeni türban burjuvazisinin profilinin verdiği görüntüyü dışlayıcı bulduğumu da söylemeliyim.

* * *

ABDULLAH Gül, AKP’nin "çekirdek kadrosu"nun en uzlaşmacı karaktere sahip ismi olarak değil de, Meclis’te varılacak bir uzlaşma sonucunda aday olsaydı durum daha farklı olurdu.

Onun ılımlı kişiliği, yapıcı ve alçakgönüllü yaklaşımı o zaman farklı bir anlam kazanırdı.

Bugünkü siyasi gerginlik ortaya çıkmamış olabilirdi.

Gül’ün adaylığı içeride gerginliği ne yazık ki yatıştırmadı. Ya dışarıdaki tepkiler?

Dün AB Komisyonu Güvenlik ve Dış Politika sorumlusu Solana, Gül’ün adaylığı konusunda çok olumlu şeyler söyledi. Kendisiyle bir çok konuda birlikte çalıştığını ve her zaman yapıcı, çözüm üreten yaklaşımını takdir ettiğini belirtti.

Abdullah Gül, Avrupa ve ABD’nin çok yakından tanıdığı bir isim. Fazilet Partisi’nin, daha sonra AKP’nin dış ilişkilerinin kurulmasındaki rolü nedeniyle de geniş bir çevresi var.

Ortadoğu ve Arap dünyasında da, uzlaşmacı çizgisiyle sempati yaratmış olan bir siyaset adamı.

Uluslararası ilişkilerde tabii ki aktörler, tanışıklıklar önemlidir. Ama tek belirleyici değildir. Hatta esas belirleyicilerden bile değildir. Esas olan, izlenen politikalar ve onları oluşturan ülke içi dengelerdir.

Yoksa, Denktaş ve Klerides birbirlerini en yakından tanıyan iki politikacıydı ama dönemlerinde uzlaşma yönünde herhangi bir adım atılamamıştı.

Demirel’in, Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetlerinin liderleri ile ilişkileri çok iyiydi ama bu bazı sorunların aşılmasına yetmedi.

Uluslararası kulislerden yansıyan değerlendirmelerde bu gerçekleri de dikkate almak gerekir.

* * *

CUMHURBAŞKANI
adayının belirlenmesinden sonra, konu Anayasa mahkemesine gitsin gitmesin, Gül seçilsin seçilmesin, bundan sonraki esas mesele seçimler.

Kuşatılmışlık hissiyatı, önümüzdeki seçimlerin esas dinamiği haline gelecek hiç şüpheniz olmasın.
Yazının Devamını Oku

Fransa Avrupa’ya destek olmalı

23 Nisan 2007
"AVRUPA Birliği Türkiye’ye destek olmalı." Le Monde Gazetesi, 19 Mayıs tarihli baş yazısında bu manşeti kullanmıştı. Ama nasıl? Fransa, Türkiye konusunda Avrupa’ya destek olmadan bu mümkün mü?

Çünkü, Avrupa Birliği’nin Türkiye ile müzakere kararını aldığı 2005’ten bu yana Türkiye’ye en fazla köstek koyan AB ülkesi Fransa oldu.

Başkanlık seçimleri için yarışın başladığı bir dönemde Türkiye ile müzakerelerin gündeme gelmesi, Fransız sağının pompaladığı popülizm atmosferinde politikacılar tarafından çok kötü biçimde kullanıldı.

Özellikle de Anayasa tartışmaları sırasında, Türkiye’nin üyeliği sık sık gündeme geldi.

Fransız politikacılar, yeni bir vizyon vereceklerine daha fazla puan toplamak için halkın korkularına teslim oldular, Hıristiyan Avrupa muhafazakarlığına prim verdiler.

Bu ortamda Fransız halkı Anayasayı reddetti.

Bu ortamda Fransa, Kıbrıs’ın arkasına gizlenerek Türkiye’nin müzakere sürecinin tıkanmasına göz yumdu.

Evet, Hollanda da Anayasa’yı kabul etmedi ama eğer Fransa’da onaylansaydı süreç bugünkü gibi tıkanmayacaktı. Türkiye’nin üyeliğine karşı direnç de bu kadar katı bir hale gelmeyebilirdi, Fransa’nın pozisyonu farklı olsaydı.

* * *

FRANSA
Cumhurbaşkanı Chirac, önceleri Türkiye’nin üyelik sürecine destek veren AB liderleri arasındaydı. Ama sonra ne oldu? "Türkiye’nin üyelik kararını Fransız halkı verecek" gerekçesiyle müzakere sürecini sonu açık bir maceraya dönüştürecek referandum kararını o icat etti.

Dün başkanlık seçimlerinin ilk turu için Fransa sandık başına gitti. Adaylar dış politika konusunda fazla konuşmadılar ama Türkiye önemli dış politika konuları arasındaydı.

Sarkozy, "Türkiye AB üyesi olamaz çünkü Avrupa’da değil küçük Asya’da bulunmaktadır" dedi, coğrafi engele dayadı gerekçesini.

Bayrou’nun gerekçesi, "Türkiye AB üyesi olamaz çünkü AB değerlerini paylaşmıyor" idi.

Sosyalist aday Segolene Royal’ın ne dediği ise tam anlaşılamadı. Bazen "evet"e bazen de "hayır"a yakındı Royal’in yanıtları.

En güçlü adayların yaklaşımı böyle. 6 Mayıs’ta ikinci turdan sonra yeni cumhurbaşkanı seçilmiş olacak.

Fransa’nın değişime direnişi sona erecek mi? Göreceğiz.

Ama bu sorunun yanıtı sadece Fransa için değil Avrupa Birliği’nin geleceği açısından da önemli olacak.

* * *

LE Monde
Gazetesi, "Avrupa Birliği, Türkiye için bu zor dönemde gözlemci olarak kalamaz" dediği baş yazısında " Ankara’nın gelecekti üyeliğini müzakere ettiği 2005 yılından bu yana AB’nin kendisi veya Fransa gibi üye devletler sürekli Türk siyasi ortamını çürütmeye katkıda bulunan güvensizlik sinyalleri gönderip durdu. Oysa Avrupa perspektifi demokratik reformların yelkenlerini dolduruyor, Türkiye’yi hızla Batı normlarına yaklaştırıyordu. Bugünse reformlar ölü bir noktada ve grupların yaşattığı şiddet yeniden başlıyor. Bu sadece Türklerin sorunu olarak görülemez" diyor.

Doğru, Türkiye ve Avrupa’nın geleceği birbirini etkileyecek. Türkiye’nin Avrupa Birliği vizyonu ile harekete geçen değişim dinamiği, Avrupa’yı da bölgesel güç haline dönüştürecek aynı dinamiktir.

Le Monde, "Avrupa Türkiye’ye destek olmalı" diyor ama bunun için önce Fransa, Avrupa’ya Türkiye konusunda destek vermelidir.
Yazının Devamını Oku

Nefretin reytingi yüksek

22 Nisan 2007
"BİR mermerin üzerine düşen su damlası kadar bile etkili olamayabiliriz şimdilik; ama biz, yaptığımız haberlerde uzlaşmayı, birbirini anlamayı sağlayacak noktaları ön plana çıkartırsak, tarafsızlık adına sadece güçlü olanın, sadece resmi ağızların açıklamalarını yansıtmakla kalmazsak barış gazeteciliği yapmış oluruz." Washington State University’nin Liberal Arts Koleji dekan yardımcısı Susan D. Ross’u dinledik geçen hafta.

Basın Enstitüsü Derneği’nin, Aydın Doğan Vakfı’nın desteği ile 1-5 yıllık deneyimi olan genç gazeteciler için düzenlediği "Gazetecilik meslek içi eğitim programı"nın altıncısında Barış Gazeteciliği’ni anlattı.

Malatya’daki cinayetlerle sarsıldığımız günlere denk gelen bu konferansta genç bir gazeteci arkadaşım haklı bir itirazı dile getirdi.

"Sizin söylediklerinizi anlıyorum. Ama gerçek farklı. Sizin önerdiğiniz gibi haberler değil, kutuplaşmaları anlatan, çatışmaları yansıtan haberler sattırıyor."

Yanlış mı? Doğru. Böyle bir talep yaratıldı mı var mıydı tartışmalarını bir kenara bırakıp, hepimiz elimizi vicdanımıza koyup söyleyelim.

Küfürün, hakaretin, çatışmanın,savaşın verildiği haberler, savaşkan yorumlar, sert eleştirileri tercih etmiyor musunuz?

Bu toplumda nefret dilinin reytingi yüksek.

Osmanlı geçmişimizdeki o farklı din, dil ve ırkların yan yana kardeşçe yaşadığı efsaneleri ile vicdan arındırıp, kendisi gibi düşünmeyenlerin susturulmaları için her yolu mübah görenlerin iki yüzlüğü sürdükçe de nefret dilinin reytingi düşmeyecek.

Vurup inletmeyen, susturup dinletmeyen hiçbir izah bu açlığı kesmeyecek.

***

AMA
olsun, mermere akıtılan su damlaları gibi, bir gün onun taşı üzerinde bir çizik oluşacağını bilerek kendimizi sorgulamaktan vazgeçmemeliyiz.

Mesela, Malatya’daki cinayetleri iktidarın İslamcı siyasetine bağlamaya çalışırken, kendi durduğumuz zeminde de çürük tahtalar bulunabileceğini akıldan çıkartmamalıyız, değil mi?

Malatya vahşetinin kurbanlarından Necati Aydın, İzmir’de yedi yıl önce jandarma ekipleri tarafından, "misyonerlik" yaptığı gerekçesiyle gözaltına alınmış.

Dünkü Hürriyet Gazetesi’nin Gündem sayfalarında çok ilginç bir fotoğraf vardı.

Herhangi bir uyuşturucu operasyonundan sonra ele geçirilen paketler ya da silahlar gibi, aynı şekilde dini kitap ve kasetlerin teşhir edildiğini gösteren bu fotoğraf, Hıristiyanlıktan hoşlanmayan, onu suç sayan zihniyetin devlette de bulunabileceğinin en açık örneği değil mi?

Nerede laiklik?

***

TARİHTEKİ
örneklerden yola çıkarak, misyonerlerin Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak için gösterdikleri faaliyetler hatırlanıyor ve misyonerlik, casusluk ile eşdeğer tutuluyorsa eğer o zaman da akla, nerede hukuk devleti sorusu gelmez mi?

Misyonerlik suç değil; ama "aralarında casuslar olabileceği için" her misyoner potansiyel "casus" mudur?

Aynı, siyasal İslamcılığa karşı olan herkes potansiyel "kafir"dir gibi.

Aynı, Türkiye’nin demokratikleşmesini, Avrupa Birliği’nin kalite kriterlerine ulaşmasını isteyen herkesin "Brüksel çetecisi" ya da "vatan haini" sayılması gibi.

Tıpkı Kürt kimliğinden söz edenlerin "bölücü" damgası yemesi ya da "ulusal çıkar"ları hatırlatanların "aşırı milliyetçi" olarak sınıflandırılması gibi. .

***

SUÇLAMALAR
, ithamlar, küfürler ve düşmanlıklarla beslenenlerin reytingi yüksek nefret diline karşı, uzlaşma ve barış dilini geliştirmek zorundayız. Hem de hiç vakit kaybetmeden, kendimizden başlayarak.
Yazının Devamını Oku

Türkmen gözüyle Telafer

20 Nisan 2007
TELAFER, Batı kaynaklı haberlere baktığınızda, Kuzey Irak’ta Suriye sınırında bir kent. Oysa Telafer Türkiye’ye de sınır komşusu. 45 kilometre mesafede. Yine Amerikan kaynaklarını esas aldığınızda Telafer’in "dörtte üçü Sünni, dörtte biri Şii".

Ve Sünnilerle Şiiler birbirlerine düşman.

Oysa Telafer, Sünni ve Şii Türkmenlerin kenti.

Amerikan New Yorker Dergisi’nin 19 Nisan tarihli sayısında "Telafer’den Çıkan Ders" başlıklı on beş sayfalık makalede kentin Türkmen kökeniyle ilgili benim rastladığım en dikkat çekici nokta "kentte Türkmence konuşuluyor" saptaması oldu.

Arapça’nın ya da Kürtçe’nin bir lehçesi gibi.

Kuzey Irak’ta en büyük Türkmen kenti olan Telafer, Musul’a bağlı.

Savaşın ilk günlerinden bu yana Telafer ağır baskı altında.

Önceleri teröristlerin Suriye üzerinden Telafer’e sızdıkları iddiasıyla kent altüst edildi. Donald Rumsfeld’in "teröristlerin başını tepside bekliyorum" dediği o ilk dönemde, evlerin kapıları kırıldı, Amerikan askerleri rastgele evlere baskın yaptı, erkekler hapsedildi, insanlar evlerini terk etmeye zorlandılar.

Türkiye’de yüksek öğrenim yapan bir grup Iraklı Türkmen gençle tanıştım. Aralarında Musul’dan ve Telafer’den olanlar da vardı. En merak ettiğim soruyu sordum kendilerine, "Bize aksettirildiği gibi Sünni-Şii çatışması var mı Telafer’de?"

"Yok"
dediler.

ZAHO’YA ALTERNATİF

TELAFER
Irak Türkmen Meclisi üyesi Nazım Devlet ile de bir hafta önce, Irak Türkmenleriyle ilgili bir konferansa katılmak üzere geldiği İstanbul’da görüştüm.

"Telafer, Sünni ve Şiilerin yaşadığı 350 bin kişilik bir ilçe. Mezhep ayrımı savaşa kadar yoktu. Burada 82 büyük aşiret yaşıyor. Savaş başlayınca Telaferliler, Irak bayrağını kaldırmayı kabul etmediler. Bu isyan sayıldı. Şimdi, Sünni-Şii ayrımını yaratmaya çalışıyorlar."

27 Mart günü Şii bölgesinde patlayan bomba ve ardından Şiilerin Sünnilere yönelik saldırıları, halkı bölmeye ve Telafer’deki Türkmen nüfusu dağıtmaya yönelik bir plan olarak görülüyor.

Neden?

"Telafer, bu bölgedeki en önemli stratejik nokta. Saddam döneminde Türkiye ile Irak arasında açılması planlanan Ali Rıza kapısı burada.

Irak’taki en kalabalık Türkmen bölgesi üzerinden geçişi sağlayacak bu kapının açılması Irak Kürdistan Yönetimi tarafından istenmiyor. Zaho’ya, alternatif olacak diye."

KERKÜK KUŞSA MUSUL VE TELAFER KANATLARIDIR

İşgalin ikinci haftasında Amerikan güçlerinin ve peşmergenin bölgeye girişiyle birlikte Telafer’in kaderi ters döndü.

Nazım Devlet, savaşın başında 3 bin 488 iş yeri olan kentte bu gün sadece 221 açık işyeri olduğunu söyledi. Ayrıca faili meçhul cinayetler, saldırılar, Amerikan güçlerinin baskınları sonucu çok sayıda aile kenti terk ederek kamplara yerleşti.

Şu anda kentte tam 105 askeri nokta var. Bir caddeden diğerine geçmek için bu noktaları aşmak gerekiyor. İşte 27 Mart’ta 198 kişinin ölümüne neden olan bomba yüklü kamyon da bu sıkı kontrol noktalarından en az dördünü aşarak içeri girmiş. Bunun nasıl olduğu sorusuna verilen yanıt tek: "Türkmenleri bölmeye ve bu bölgeden uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Kardeşi kardeşe düşürmeye çalışan bir oyun oynanıyor."

Çünkü, "Kerkük kuş ise Musul ve Telafer de onun kanatlarıdır" diyorlar.
Yazının Devamını Oku

Mesaj alındı mı?

16 Nisan 2007
ANKARA’daki mitinge çağrının sahibi olan örgütlerin hedeflerinin, tüzük ve amaçlarının bu saatten sonra bence hiçbir anlamı kalmamıştır. Eğer böyle büyük bir kitleyi ortak bir mesaj harekete geçiriyorsa, o dernekleri değil, o mesajı anlamaya çalışmak gerekir artık.

Mesaj, darbe filan değil, gerçek demokrasi talebinin seslendirilmesidir.

Bu isteğin şimdi dillendirilmesinin esas nedeni Cumhurbaşkanlığı seçimine giderken AKP Hükümeti’nin tavrıdır.

Ben yaparım olur. Çünkü çoğunluk bende. Çünkü güç bende.

Meclis’teki çoğunluğunu bir afra tafra meselesi haline getirmesi, adayını son ana kadar saklaması, "açıklayalım da yıpranalım mı?" yaklaşımı her geçen gün daha geniş bir kitle tarafından "dayatmacılık" olarak hissedilmeye başlandı.

"Meclis karar verir" sloganlarıyla sokakların donatılması, "seçmek bizden kabul sizden" olarak algılandı.

Ankara’daki mitingin böyle bir kalabalığa ulaşmasını, bu dayatmalara karşı yükselen demokratik refleks olarak görmek gerekir.

* * *

DEMOKRASİ
, uzlaşma rejimidir.

Başbakan Tayyip Erdoğan, cumhurbaşkanının uzlaşma ile seçilmesini isteyenlere, daha önceki cumhurbaşkanı seçimlerinde böyle bir arayış olmadığı cevabını verdi.

Ama bu kez durum farklı. Türkiye ilk kez, bir sistem kuşkusu yaşıyor. Laiklik ilk kez bu kadar sıkıntılı bir konu olarak gündeme taşınıyor.

Kadrolaşma, inkar edilemeyecek kadar açık bir hal aldı.

Bu duruma karşı çıkanları darbeci diye nitelemek, hükümete yönelik en ufak eleştiriyi bile böyle damgalamak demokrasi ile bağdaşır mıydı?

Bu ortamda, Cumhurbaşkanlığı için mutabakat lazım. Uzlaşma şart.

Demokratik nezaket bunu gerektirirken Meclis çoğunluğuna sığınarak etrafında dokunulmazlık zırhı yaratmaya çalışan hükümet kendisiyle ilgili kuşkuları o kadar besledi ki, darbeciyle darbe karşıtları aynı meydanda buluştular.

* * *

BU
gerçeği görmeden, eleştirilerden dersler çıkartmadan hiç bir siyasetçi, hiçbir siyasi parti istediği hedefe ulaşamaz.

Bir sözüm de meslektaşlarıma.

Destekleyin ya da desteklemeyin, ama Ankara’daki miting bir haberdir. Bütün dünya basınının ilgiyle izlediği bu habere, televizyon kanallarında İngiliz BBC televizyonundan bile az yer verilmesi, dün bazı gazetelerde hiç yer almamasını ya da sayfa altlarına çekilerek küçültülmesini tuhaf karşıladım.

Andıçlara karşı, darbe planlarına karşı haklı bir itiraz yükselt ama yüzbinlerin sesine kulak tıka.

Nerede kaldı o birlikte peşine düştüğümüz basın özgürlüğü?

* * *

NOKTA
Dergisi’nin basılmasını, belgelere el konmasını kınadık. Ama kınamak yetmiyor. Şu gerçeği görmemiz gerekiyor. AKP, basın özgürlüğü konusunda samimi değil.

Ne oldu 301’e? Basın örgütlerinin diğer maddelerle ilgili değişiklik talepleri ne oldu? Yanıt bile gelmedi.

AKP Hükümeti darbeye, darbecilere, Türkiye’yi germek isteyenlere karşı. Hepimiz karşıyız.

Ama AKP iktidarı döneminde NOKTA Dergisi’nin başına gelenler de darbe dönemlerini aratmıyor.

* * *

DÜNKÜ
yazımın sonunda, bugün Kuzey Irak’taki en büyük Türkmen kenti Telafer’deki son durumla ilgili bilgi vereceğimi yazmıştım. Unutmadım. Ankara mitingi öne geçti. Çünkü oradan gelen mesajı ciddiye almak gerekiyor. Bu halk anlaşmak, uzlaşmak ve tabii ki "mutabakat" arıyor. Mutabakatsız demokrasi, uzlaşmadan demokratlık our mu?
Yazının Devamını Oku