Ferai Tınç

Bir gece ansızın nükleer yasamız oldu

21 Mayıs 2007
İKİ hafta önce Türkiye, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin toz dumanı arasında nükleer yasasına sahip oldu. Bir gece Meclis sıralarının iyice tenhalaştığı saatlerde, kuyrukta bekleyen 147 yasa tasarısı arasından sıyrılıp, kürsüye çıkan nükleer yasa tasarısı sessiz sedasız onaylandı.

Uzmanlar yasaya ateş püskürüyor.

Elektrik Mühendisleri Odası hazırladığı raporda yasada ciddi boşluklar olduğunu belirtti.

Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, Nükleer Güvenlik Komitesi ve Danışma Kurulu eski üyesi Prof. Nükleer Mühendis Tolga Yarman ise, "Konuyu derinlemesine bilmeye, gerek yoktur; Türkçe’ye hakim herhangi bir kimse dahi, yasa metnini okur okumaz, bu metnin, bir tercüme metin olduğunu fark eder. Yani, Türkiye Büyük Millet Meclisi, son toplamda bir arzuhalci yerine konmuş, aslı dışarıda hazırlanıp önüne getirilen bir tercüme metni, skandal niteliğinde ve korkulur ki, ne olduğunu dahi fark edemeden, otomatikte, kanunlaştırmıştır" diyor.

Metni okuduğunuzda siz de ne kadar çeviri kokan satırlarla karşılaştığınızı göreceksiniz.

Türkiye’de nükleer tesislerin kuruluşuyla ilgili yasal düzenlemenin temelini teşkil eden dört sayfalık yasayı incelediğinizde ciddi eksikler olduğunu görmek için uzman olmanız gerekmiyor.

Ama ben yine de uzmanların eleştirilerini aktarayım size.

* * *

YASA
, satış lisans sahibi tüzel kişilerin santralden üretilen elektrik enerjisini on beş yıllık ikili anlaşmalar çerçevesinde satın almasını öngörüyor. 15 yıllık kontrat garantisi veriyor yasa. Bununla da kalmıyor, "Toptan ve perakende satış şirketlerine satışı yapılacak miktarla santralın üreteceği elektrik miktarı arasında kontrata bağlanmayan bir üretim fazlası olursa bu miktar için Türkiye Elektrik Ticaret ve Taahhüt Anonim Şirketi TETAŞ alım anlaşması yapar" diyor.

Prof. Yarman’a göre 15 yıllık kontrat garantisi, piyasanın fiyatları belirlediği bugünün gerçeğine uymuyor, çünkü çok uzun bir süre. Ayrıca kontrat dışı üretim fazlasına devlet alım garantisi veriyor.

Bir başka "güzellik" de, kamu tarafından kurulacak olan santrallere özel sektörün "istediği oranda" ortak olabileceğinin yasada belirtilmesi.

Ama yedinci madeye dikkat.

"Söküm işinden ve taşınmazın çevre kuralları kapsamında kabul edilebilir hale getirilerek Hazineye iadesinden şirket sorumludur. Bu işlemler için fon kaynakları yetersiz kalması durumunda maliyetler Hazine tarafından karşılanır."

"Bu yaptırım, bu yasanın devlete, dolayısıyla millete attığı en büyük somut kazıktır"
diyor Prof. Yarman.

* * *

AYRICA
yasada güvenlik önlemlerinin yetersizliği de dikkat çekiyor. Radyasyondan korunmak için düzenleme, halk eğitimi, çevre koruma, sağlık önlemlerine de ilişkin hiçbir düzenleme yok. Şirket, sadece inşaat sırasında meydana gelebilecek bir kazaya karşı sigorta yaptırmakla yükümlü tutuluyor. İşletme sırasında bir kaza olursa? O zaman da Paris anlaşmasına atıfta bulunuluyor.

Prof. Yarman bu konuda şöyle diyor: "Kazanın, o da eğer olacaksa tazmini, esas olarak Paris Sözleşmesi’ne raptedilmiş ki, bu sözleşmeye göre tazmin tavanı yuvarlak bir milyar dolardır. Devlete düşen yükümlülükse, 700 milyon dolar kadar olmaktadır. Çernobil kazasının ortaya çıkardığı fatura ise, 500 milyar dolara dayanmış görünmektedir."

Elektrik Mühendisleri Odası’nın raporunda ise güvenceler konusunda uluslararası yasalardan önce kendi iç hukukumuzda özel hükümlere yer verilmesi gerektiği vurgulanıyor.

Petrolden sonra Türkiye’nin ikinci önemli yasası olan nükleer de toz duman ortamında Meclis’ten geçiyor. Hem de ne laiklik, ne demokrasi, ne dini duyarlıklarla ilgili tartışmalara değmeden, onların arasından usulca süzülerek. Bravo ona, aferin bize!
Yazının Devamını Oku

İtalya laikliği tartışıyor

20 Mayıs 2007
İTALYA laiklik tartışmalarıyla çalkalanıyor. <br><br>İktidardaki sol birlik hükümeti, Vatikan’dan esen rüzgárlara karşı zorlanıyor. Laiklik krizi, Emma Bonino liderliğindeki Radikal Parti’nin girişimiyle, hükümetin medeni yasada değişiklik yapmak için harekete geçmesiyle ortaya çıktı.

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğini en fazla savunan, kampanyalar gerçekleştiren Emma Bonino, Prodi hükümetinde Ticaret ve Avrupa Politikaları Bakanı olarak görev yapıyor.

Tasarı, evlenmeden birlikte yaşayan çiftlerin ve onların çocuklarının yasal haklarını düzenlemeyi amaçlıyor.

İtalyan yasalarına göre, evli çiftlerin sahip olduğu vergi indirimi, sosyal yardım gibi haklardan, bu çiftlerin de yararlanması amaçlanıyor.

İşte bütün gürültü de bu tasarıdan kopuyor.

Haziran ayında Parlamento’ya gelecek olan medeni yasa değişikliğini savunanlar, "Yaşam koşulları değişti. Gençler işsiz, evlenemiyorlar, ailelerinin evlerinde oturuyorlar, ama birlikte bir yaşam paylaşıyorlar. Bu beraberliğin yasal güvenceleri olmalı. Fransa, partnerler yasasını yürürlüğe nasıl koyduysa biz de yeni yaşam biçimlerine ayak uydurabilmeliyiz" diyorlar.

Ama Katolik Kilisesi ve sağ partiler, bu yasa ile ülkede eşcinsel evliliklerin teşvik edileceği, aile kurumunun zayıflayacağı gerekçesiyle müthiş bir kampanya ile yüz binleri geçen cumartesi günü sokaklara çıkardılar.

Yasayı savunanlar da aynı gün başka bir meydanı doldurdular.

12 Mayıs Cumartesi günü, Roma’nın iki büyük meydanında iki ayrı miting düzenlendi.

Piazza San Giovanni’deki "Katolik Gurur" mitingine karşı Piazza Navona’da "Laik Cesaret".

***

SAN
Giovanni Meydanı’ndaki Aile Günü mitingine katılanların sayısının bir buçuk milyona ulaştığını ileri sürdü sağdaki yayın organları.

Bu miting Katolik sivil toplum örgütleri tarafından düzenlendi, sağ partiler tarafından desteklendi ama arkada Vatikan vardı.

Oradan birkaç kilometre uzaktaki Navona Meydanı’nda toplanan "laikler"in sayısının 15 bin civarında olduğu açıklandı.

12 Mayıs İtalyan yakın tarihinin en ilginç günlerinden biri. Dindeki boşanma yasağına karşı medeni yasada Katoliklerin, ilk kez yasal olarak boşanma hakkına kavuştukları gün.

Katolik Gurur mitingi işte bu güne, Radikal Parti’nin uzun süren mücadelesi sonucu 33 yıl önce İtalya’da boşanmanın yasallaşmasının yıldönümüne denk getirilmişti.

***

LA
Repubblica Gazetesi’nin tanınmış yazarı Luigi Scalfaro, "Katolik Gurur" mitinginin "İtalyan demokrasisine indirilmiş bir darbe olduğunu" yazdı.

Dinin, siyasete müdahalesinin kabul edilemez olduğunu, halkın dini duygularının arkasına gizlenen sağ partilerin, dini siyasi amaçları için kullandığını vurguladı Scalfaro, 13 Mayıs tarihli yazısında.

"Gönül isterdi ki, dünkü kalabalıklar sağ partiler tarafından bu şekilde kullanılmamış olsunlar. Ama Fini ve Berlusconi’nin nasıl bir heyecanla karşılandıklarına bakmak ve Berlusconi’nin konuşmalarına kulak vermek yeterli" dediği yazısında Scalfaro, Berlusconi’nin mitingde yaptığı konuşmasından şu cümlelere de yer verdi:

"Ben buraya, gerçek Katoliklerin solda yer alamayacaklarını göstermek için geldim. Kiliseyi susturan ve dini özel alan ile sınırlamak isteyen komünistler ile bir arada olamam. Ben, Kilise’nin özgürce konuşabilmesi, kendi gerçeğini ve aynı zamanda bize de ait olan kendi değerlerini dile getirebilmesi için buradayım."

***

VATİKAN
’ın bir buçuk milyon kişiyi sokağa dökmesi, "Vatikan’ın, 17’nci yüzyıldan beri ilk kez bu kadar hareketlendiği" yorumlarına yol açıyor. Bunun nedeni, sağ gazetelerin yazarlarına göre, "Katolik değerlerin tehdit altında olması."

Değişen bir şey yok. Dinin siyasete müdahalesinin gerekçeleri de aynı, amaçları da. İktidar, hakimiyet.
Yazının Devamını Oku

Demokrasiyi sınırlama ittifakı

18 Mayıs 2007
ULUSLARARASI Basın Enstitüsü, 56’ncı dünya kongresinin kapanışında konuşan Başbakan Erdoğan’ı dikkatle dinledim. Başbakan, ’301’in ilk başta Avrupa Birliği ve Türkiye’deki basın örgütlerinin onayını aldığını ancak daha sonra uygulamalar ortaya çıkınca 301’e eleştiriler gelmeye başladığını’ söyledi.

Bu açıklama, karşısındaki grubu ikna etmedi.

Çünkü IPI Yönetim Kurulu üç yıl önce İstanbul’daki toplantısında Başbakan’ı Sepetçiler Kasrı’nda dinlemişti.

Ve o gün, TCK değişikliğinde bazı maddelerin basın özürlüğünü tehdit edeceği kendisine söylenmiş, bunlar arasında 301 özellikle telaffuz edilmişti.

Başbakanın yanıtı "Uygulamayı görelim, dediğiniz gibi olursa değiştiririz" olmuştu.

Oysa salı günü, hiç bunlar olmamış, kendisi herhangi bir taahhütte bulunmamış gibi 301’in hálá orada duruyor olmasında hiçbir sorumluluk almaya yanaşmayan bir tavır içindeydi Başbakan.

"Sivil toplum örgütleri bu konuda ortak bir tavır oluşturamadılar" dedi. Sorumlu olarak sivil toplumu işaret etti.

Son üç yıl içinde Başbakan’ın 301’i değiştirmek için düğmeye bastığı haberlerini hem çok okudum hem de, tanığı olduğum bu açıklamalarının haberlerini yaptım. Yani ne kadar söz verip ne kadar sözünde durmadığını iyi biliyorum.

Bir çırpıda Anayasa’da değişiklik yaptıran bir başbakanın, basın ve ifade özgürlüğü üzerindeki engelleri kaldırma konusundaki zorluğu kabul edilebilir bir gerekçe mi? 301 konusunda onu ilk kez dinlemeyen bütün IPI üyesi gazeteciler de kabul edemediler zaten.

YÜZDE ON DEMOKRASİ

NE
yazık ki bugün iktidar ile muhalefet arasında demokrasinin "sınırları" konusunda tam bir uzlaşma var.

Basın ve ifade özgürlüğü AKP’nin umurunda değil, peki CHP’nin derdi mi? Ya da Meclis’teki diğer siyasi grupların?

Yüzde on barajı için de aynı şey geçerli.

Başbakan, yine aynı konuşmada yüzde on barajıyla ilgili soruyu yanıtlarken, bunu demokrasi uğruna koruduklarını açıkladı.

"Yüzde on hep ülkemi geri götürmüş, koalisyonlar hep kaybettirmiştir. Kopenhag kriterleri TAMAMİYLE çıkartılmışsa bunun nedeni tek partili hükümet olmuştur" dedi.

AB Komisyonu’nun müzakereleri başlatma tavsiyesinde, "Türkiye Kopenhag kriterlerini KISMEN yerine getirmiştir" dediğini bilmesem Başbakan’ı kafamı sallayarak huşu içinde dinlerdim ben de. Ama olmuyor.

CHP de, baraj sorununa ciddi biçimde eğilmedi.

O zaman ne olacak? İradesini ortaya koymanın en güçlü aracı olan, o tek oyunu baraj altında kalan partilere veren İNSAN "ülkemde" sesini nasıl duyuracak?

Bağımsız adayların seçim listesine sokulmasında da CHP bir sakınca görmedi.

İKİ ATEŞ ARASINDA

KENDİMİ
, tam bir kaosa sürüklenen Gazze’de, El Fetih ile Hamas ateşi arasında kalan Filistinli gazeteciler gibi hissediyorum.

Bir Filistinli meslektaşım BBC’ye verdiği haberde, "Sakallı iseniz İslamcı diye El Fetih’çilerin hedefi oluyorsunuz, boynunuzda kolye varsa Hamas öldürüyor. Halk iki ateş arasında" diyordu.

Gerçek iki ateş arasında bir yerdeyse, orada durup neler olup bittiğini aktarmak da bizim görevimiz.
Yazının Devamını Oku

Habersiz dünya

14 Mayıs 2007
ULUSLARARASI Basın Enstitüsü’nün, üç gün sürecek 56’ıncı kongresi için dün İstanbul’da bir araya gelen çok sayıda gazeteci ve editörün en büyük kaygısı, şiddet. Irak savaşı, gazetecilerin, dünyaya gözdağı vermek için vahşi biçimde öldürüldüğü bir süreci başlattı.

Fikirleri yüzünden gazetecileri tehdit, korkutma dahil her türlü yöntemi kullanarak susturmak yeni bir şey değil ama, artık olağan hale gelmeye başlıyor.

Diğer taraftan terörizme karşı mücadele gerekçesiyle çıkartılan anti terör yasaları gazetecilerin, haber alma ve haber verme özgürlüklerinin önündeki bir başka önemli engel.

Basın, belki de her zamankinden fazla dayanışma içinde olmak ve demokrasinin kazanımlarını korumak ve dünyayı "habersiz" bırakmamak zorunda.

Dünkü açılışta, IPI Başkan Yardımcısı Hürriyet Gazetesi İcra Kurulu Başkanı Vuslat Doğan Sabancı, "Yasal kısıtlamaların yanı sıra günümüzde basın özgürlüğüne yönelik yeni tehditlerle karşı karşıyayız" diyerek İngiliz yayın kurumu BBC muhabiri Alan Johnston’un Gazze’de kaçırılmasını örnek verirken, "Bu da en baskıcı rejimlerin uygulamalarının bile ötesinde bir sansür sayılmaz mı?" sorusunu ortaya attı.

* * *

BBC
’nin üst düzey yöneticilerinden Mark Damazer dün İstanbul’da Alan Johnston’un en kısa zamanda serbest bırakılması için BBC’nin girişimlerini anlatırken, çok önemli bir şeye dikkat çekti. Alan Johnston, Gazze’de yaşayan tek yabancı gazeteci idi. Üç yıldan beri dünya bu bölgeden esas olarak Johnston kanalıyla haber alabiliyordu. Filistinli yerel gazetecilerin dünyaya seslerini duyurabilmelerinin zorluğunu dikkate alırsak gerçek böyle idi.

Zaten bu nedenle IPI, Alan Johnston’un serbest bırakılması için yaptığı çağrıda bu konuya da dikkat çekti.

Gazetecilerin hangi yöntemle olursa olsun, ister tehdit ve şantajla, ister şiddetle, öldürülerek susturulmaları, onları susturmak isteyenlerin sesinin de kamuoyuna ulaşmasını engelleyecektir.

BBC muhabiri Alan Johnston’un kaçırılması ve iki aydan beri BBC’nin yaptığı tüm girişimlerin sonuçsuz kalması, Bağdat’tan sonra Filistin’in de bağımsız gazetecilere kapanmakta olduğu anlamına gelmez mi?

Sadece, askerin ya da yönetimdeki hükümet kaynaklarının verdiği haberler, veyahut, doğruluğunu sınayamadığımız söylentiler gerçeği, neler olup bittiğini anlamamıza yetmez.

Dünya basını gibi bizim ülkemizde de basın, bugün tarihinin en sıkışık döneminden geçiyor.

Her konuda basını suçlamak en kolay yol haline geldi.

Neden? Çünkü herkes sadece kendi gerçeğinin yansımasını istiyor. Ya ötekinin gerçeği?

Ötekinin gerçeğini görmek ve duymaktansa, basını susturmayı doğal gören anlayışın sonu ister kabul edin ister etmeyin "şiddete çanak tutmak"tır.

Bunun da en çarpıcı örneği, meslektaşımız Hrant Dink’in herkesin gözleri önünde katledilmesi değil mi?

Alan Johnston’un serbest bırakılması için dün Tunus Gazeteciler Cemiyeti de IPI kongresi nedeniyle bir bildiri yayınlayarak, Johnston’un serbest bırakılması için bütün gazetecileri dayanışmaya ve harekete geçmeye çağırdılar.

* * *

KURUCULARI
arasında Ahmet Emin Yalman’ın da bulunduğu, rahmetli Metin Toker gibi değerli birçok meslektaşımızın yönetici ya da üyesi olduğu Uluslararası Basın Derneği’nin 56’ıncı dünya kongresine dün Hürriyet İcra Kurulu Başkanı çok önemli ve belki de ilk kez duyulan şu mesajı verdi: "Bugün benim ülkemde kadınlar demokrasi ve laiklik mücadelesinin başını çekiyorlar. Kadınların demokrasi, insan hakları ve laiklik için verdikleri tutkulu mücadele büyük fark yaratıyor. Bu gerçeğe dayanarak, bütün dünyadaki kadın meslektaşlarımı basın özgürlüğü mücadelesinde başı çekmeye çağırıyorum."
Yazının Devamını Oku

Annelerden nasihatler

13 Mayıs 2007
ÇOK sevdiğim bir kadın arkadaşımın ısrarı olmasaydı, her Anneler Günü’nde yazmayı düşünüp son anda hep vazgeçtiğim bu yazıyı yine bir başka Anneler Günü’ne ertelerdim herhalde. Yaşamımın en kritik anlarında hep annemin nasihatlerine sarılmış olduğumu fark ettiğimde annem artık yaşamıyordu.

Ama kayınvalidem yaşıyor ve otuz yıllık beraberlikte onun nasihatlerinin de anneminkilere karıştığını fark ediyorum.

Anneminki hangisiydi, kayınvalideminki hangisi ayırt edemiyorum.

Çünkü ana nasihatleri, kadınların ortak deneyimlerinden süzülüp geliyor.

Sabret ama teslim olma. "Sabır, acı bir ağaçtır, ama meyveleri tatlıdır" derdi annem.

Mücadelenin sabır gerektirdiği bir kadın öğretisidir.

Evde, işte, çocuklarla, siyasete bakışta, trafikte, dış politikada, markette, demem o ki hayatın her alanında, sabırsız mücadelenin olamayacağı, mücadelesiz sabrın ise hiçbir işe yaramayacağı onların dediği gibi "tecrübeyle sabit(!)" tir kuşkusuz.

***

ANNELERİN
alarm sistemini en hızlı harekete geçiren nedir derseniz, artık bugün hiç düşünmeden yanıt verebilirim.

Vaatler. Uçuran, sürükleyen, baştan çıkartan, gözü karartan vaatler.

Her şeyi şüpheyle karşılayacak değiliz elbette, ama annemin dediği gibi "boş tenekenin sesi çok çıkar", bunu bilmekte yarar yok mu?

Vaat yağmuruna tutulduğumuz bugünlerde, "en fazla kadını biz parlamentoya taşıyacağız" sözünü verenlerin kota talebine, pozitif ayrımcılık isteğine kulak asmadıklarını gördükçe aklıma bir başka nasihati geliyor annemin. "Kirazı bol duyduğun yere sepeti küçük götüreceksin."

***

İÇİMDEKİ
eşitlik ve adalet duygusunun temelinde, "sana yapılmasını istemediğini, kardeşlerine yapma" uyarılarının payı büyüktür şüphesiz.

Kadın kadının kurdudur dense de, kadınlar arası çekemezlikten söz edilse de bu iddiaların yüzeyselliğini, kayınvalidemden hep gördüğüm kadın dayanışmasından biliyorum.

***

AFFETMEK
, daha doğrusu küsmemek de bir anne nasihati değil midir?

Çocuk sevgisinin içten geldiği kadar, öğrenilen bir yanı hiç mi yoktur? Bana göre vardır.

Sevgi öğrenilir.

Bu Anneler Günü’nde, kulaklarımda anne nasihatleri, sevgiyi öğretmek için ne yapmalı?

Nasıl yapmalı da bu içimize sızan nefret yumağını çözmeli diye sorarken kendime, kulağıma yine onun sesi geliyor.

Her gecenin bir sabahı vardır.
Yazının Devamını Oku

Kadınlar ve tuzaklar

11 Mayıs 2007
MESAJI almayan kalmadı. Kadınların siyasete yürüyüşü önümüzdeki seçimlerin önemli unsurlarından biri olacak. Kadınlar, hangi pozisyonda olurlarsa olsunlar "Diğerleri beni ilgilendirmiyor" demeden eşitlik ve bunun siyasete yansıması için kolları sıvadılar.

Dün Danıştay Başkanı Sumru Çörtoğlu’nun konuşmasında da önceki başkanlardan daha farklı bir vurgu vardı kadınlarla ilgili.

"Türk kadını, ülkenin politik ve kamu hayatında daha etkin rol üstlenerek devlet ve hükümet politikasının hazırlanması ve uygulanması sürecinde yerini almalı, yasama, yönetim ve yargı organlarının her kademesinde temsil oranı daha da yükseltilmelidir" diyordu.

Bu seçimler kadınların seçimi gibi görünüyor.

Kadınların en düşük oranda temsil edildiği parlamentoya sahip olmanın ağırlığını hisseden erkekler de eşitlik ve demokrasi koşusunda kadınlarla birlikte hareket ediyor.

Bu mesaja kulağını tıkayan parti yok gibi.

Ben yine de temkinliyim. Çünkü her şeyin çok iyi gittiği izlenimi veren bu dönemeç çok kritik.

Kadınların siyasi koşusunda dikkat etmemiz gereken iki tuzak var.

YARIŞ TUZAĞI

İLK
tuzak, seçimin herkes için eşit bir "yarış" olduğu yaklaşımı.

Kadınların parlamentoya girmelerini kolaylaştıracak önlemler almayı, "serbest rekabete aykırı" olarak yorumlayan bu anlayış, "Çalış senin de olur" tesellisiyle yetiniyor.

AKP ve CHP’nin, kadın aday adaylarını sözle teşvik dışında, başvuru ücreti ya da kota gibi pozitif ayrımcılık önlemleri almayacağı anlaşılıyor.

MHP’nin başvuru ücretini kadın erkek herkes için düşük tutması dışında bir teşviki yok.

DYP başvuru ücretini düşük tutuyor, ANAP ise ücret almıyor. Erkan Mumcu bir aralar "yüzde 33"den söz etmişti ama gerisi gelmedi.

Kadınların siyasette temsili için bu önlemler yeterli değil. Yarışın koşulları eşit değil ki.

Aday belirleme süreçlerinde kadınlar lehine ayrımcılık yapmadan, kadınların seçilebilecek sıralara yerleştirilmeleri gerektiğine inanmadan "buyrun yarışa" çağrısının samimiyetine şüpheyle bakmak gerekiyor.

TEPEDEN İNME ÜNLÜ KADINLAR

İKİNCİ
tuzak ise kadın aday aylarının ne yaptıklarına bakmadan, siyasete katkılarının ne olabileceğini iyi değerlendirmeden, şöhretleri göz önünde tutularak listelere yerleştirilmeleri.

Avrupa’daki kadın hakları örgütlerinin oluşturduğu Avrupa Kadın Lobisi’nin yönetiminde yer alan ve Türkiye’yi temsil eden Selma Acuner bu konularda çok deneyimli bir kadın hakları savunucusu.

"Kadınların kamusal alana katılımlarının önündeki en önemli engelin kreş sorunu olduğunu" söyleyen ve uzun zamandan beri "Çocuk bakım hizmetleri" projeleri üzerinde çalışan Acuner, dünkü konuşmamızda bu noktaya dikkat çekiyor.

"Tepeden inme isimler hem parti içi huzursuzluk yaratır hem de seçmen bunun göstermelik olduğunu anlar. Önemli olan parti içi kültürü değiştirmek" diyor.

Sadece kadın olduğu için değil, ekonomiden dış politikaya, ulaştırmaya, enerjiden iç-dış güvenlik, aile, çocuk, gençlik ve kadın sorunlarına kadar hayatın her alanında kadınları da dikkate alarak politikalar üretecek birikimde kadın adaylar listelerde seçilebilir sıralarda yer almalı.

Yoksa her şey göstermelik olur.
Yazının Devamını Oku

Sol ve sağda birleşme yeter mi?

7 Mayıs 2007
İŞLER rayına giriyor. Evet ben iyimserliğimi yine elden bırakmıyorum. Seçimlere kadar var olan bazı pürüzlerin de giderileceği, ayak oyunları ile toplumda var olan yenilenme iradesinin değiştirilemeyeceği artık görülüyor.

Tersini iddia edenler olsa da Türkiye, bu kez tepeden inme değil, toplumsal dinamiğin harekete geçmesiyle biçimleniyor.

Yıllardan beri beklediğimiz "birleşme" çalışmaları sonuç vermeye başladı. Bu, siyasetin yeniden yapılandığı bir süreç olabilir.

Çünkü şimdi sıra birleşen partilerin söyleyeceklerine geldi.

Merkez sağda ANAP ve DYP’nin, solda CHP-DSP ve umarım diğer partilerin bir araya gelmeleri ile bütün sıkıntılar aşılacak mı?

Türkiye Büyük Millet Meclisi, halk iradesini çeşitliliği, renkleri ve farklılıklarıyla yansıtabilecek mi?

Bu daha ilk adım. Sağ ve sol artık muğlak kavramlar, bu referanslar insanları seferber etmek için yeterli değil.

Türkiye’nin sorunlarına nasıl çare bulacaklar?

Neleri sorun olarak gördüklerini açıklayacaklar?

Bağımsızlık ya da milliyetçilik gibi bugün insanları sokaklara döken sloganların, yönetime talip bir partinin seçmeni arkasına takmak için yeterli olacağını düşünmek saflık.

Slogan dönemi bugün itibarıyla kapandı. Seçmen, net yanıtlar bekliyor.

"Siz ne diyorsunuz?"

* * *

NASIL bir Türkiye vizyonu ile karşımıza geliyorsunuz?

Avrupa Birliği politikanız ne olacak? Terör sorununu nasıl çözeceksiniz? Kürt meselesini nasıl ele alacaksınız?

Son dönemlerde herkesi kaygılandıran dindar, laik, Hıristiyan, Müslüman, Sünni, Alevi, Türk, Kürt, ulusalcı, Avrupacı gibi daha da sayabileceğim bölünmelere karşı toplumsal barışı güçlendirecek önerileriniz var mı?

Gençliğe ne vaat ediyorsunuz? Yaşlılar için ne düşünüyorsunuz?

Çevre? Kültür politikaları programınızın neresinde?

Sadece demokrasi ana başlığı altında cafcalı sözleri tekrarlamak yetmeyecek artık.

Fakirlik propagandası, mağduriyet edebiyatı, siyasete uzak duranları, kararlarını verip sandık başına döndüremeyecek.

Bir araya gelen partiler bütün umutlarını seçmenin, "AKP olmasın da kim olursa olsun!" demesine bağlamamalı. Çünkü denmeyecek.

O çok değerli, temsil hakkını devretmeden önce sorulacak:

"Siz ne diyorsunuz?"

* * *

KADINLARI
ise hiç unutmayın.

Kadınların siyasette temsili, durumunun güçlendirilmesi için neler yapılacağı mutlaka sorulacak.

Son mitinglerde farklılıkları birlikte harekete geçiren o sihirli buluşma noktasının temel gücü olan kadınlara nasıl ulaşacağını her partinin, zaman geçirmeden belirlemesi gerekiyor.

Kota mutlaka gündeme gelmeli. Yasal zorunluluk yok ama yine de isteyen parti kadın kotasını uygulayabilir.

Kadınlarla ilgili çalışan sivil toplum örgütleri, şimdiden listelerini oluşturup partilere götürerek bu sürece katkıda bulunabilirler.

Çünkü kadınlar da soracak, "Birleştiniz çok iyi ama kadınların sorunlarını nasıl çözeceksiniz?

Ne diyorsunuz?
Yazının Devamını Oku

Dünyayla kavgalı adam aslında çok duygusaldı

6 Mayıs 2007
516 sayfalık kitabı sonunda bitirdim. Nur Batur’un, Doğan Kitap’ta yayınlanan, "Rauf Denktaş; Yeniden Yaşasaydım" adlı kitabından söz ediyorum. Çocuklarının küçüklük anılarıyla ilgili hiçbir şey anımsayamadığı için "garip bir özlem içindeyim" diyen, yitirdiği üç çocuğunun matemini tutamayan, ağlamak isteyip ağlayamayan ve bu kitapta bize yüreğini açan Rauf Denktaş, yeniden yaşasaydı seçimini nasıl yapardı? Eminim yine aynı yolu, kavga yolunu seçerdi.

Kitapta, sadece dünya ile değil, bu yıllar içinde Ankara ile de kavga ettiğini görüyoruz Denktaş’ın. İnönü, Menderes, Türkiye’deki hemen tüm başbakanları harekete geçirmeye çalışıyor, 50’lerden cumhurbaşkanlığı döneminin son günlerine kadar Ankara’nın Kıbrıs politikasına yön veriyor, vermek için her yolu deniyor.

KIBRIS SOĞUK SAVAŞTA KULLANILDI

Nur
’un kitabında, Kıbrıslı çocuk Rauf’un profilinin etrafında gelişen ve sadece Kıbrıs’taki iki halka değil, Türkiye ve Yunanistan’a, bu iki ülkede yaşayan Rum ve Türk azınlıklara ağır bedeller ödeten yılların arkasındaki şifreyi keşfediyorsunuz.

Kıbrıs, soğuk savaş döneminde ABD ile Rusya arasındaki çatışmada sıkışıp kalan talihsiz bölgelerden biri. Kaybolan hayatlar, yaşanmamışlıklar, yarım kalan her şeyin sebebi Sovyetler Birliği ile ABD ve Batı arasındaki rekabet.

Kitaptan bir örnek:

Yıl 1964. Şubat’ta Limasol’da Türklerle Rumlar çatışıyor, Rumlar Türk köylerine saldırıyor. Dr. Küçük, Türkiye’den yardım istiyor. Yunanistan’da Sosyalistler (PASOK) iktidara geliyor ve Rusya, Kazakistan’da nükleer silah denemesini başarıyla tamamlıyor.

Bölgede Sovyet etkisinin yoğunlaştığı bu günlerde, ABD’nin Kıbrıs Büyükelçisi Belcher, Washington’a gönderdiği gizli telegrafta, Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanmasını öneriyor. Gerekçelerini sıralıyor:

"Kıbrıs, bölgede Sovyetler ile Batı arasındaki soğuk savaşta kullanılabilir... Enosis, Kıbrıs’ı güçlü bağlarla Batı’ya bağlayacak, aynı zamanda da Türkiye, İngiltere ve ABD’nin güvenlik endişelerini ortadan kaldıracaktır... Sovyetler’in Kıbrıs’ı kullanarak Yunanistan iç politikasını karıştırması da engellenecektir. Sovyetler’in bölgedeki etkinliği azaltılacaktır."

Kıbrıs Mukavemet Teşkilatı’nın kuruluşu ile ilgili çok çarpıcı bilgiler var.

NATO’da alınan gizli bir kararla tüm üye ülkeler gibi Türk ordusu içinde de kurulan ve Sovyet etkisine, komünizme karşı cephe gerisi direnişi yürütmekle görevli olan Özel Harp biriminin, Kıbrıs’taki rolünü de öğreniyoruz ayrıntılarıyla. Bu ilişkiler içinde insanı en fazla düşündüren bir gerçekle karşılaşıyoruz. Dava arkadaşlarının vefasızlığı.

Bu da bir insan gerçeği!

REKABET DEVAM EDİYOR

Soğuk Savaş sona erdi, ama Kıbrıs bu kez de enerji yolları üzerinde önemli bir rekabet noktası. Kıbrıs’ın AB üyeliğine, belki de yeni dönemin denklemi olarak bakmak gerekiyor. .

Nur Batur kitabında, "Bütün dünyayla kavga eden bu adam, aslında çok duygusal bir insandı" diyor.

Aslında bu kadar duygusal olmasaydı, dünya ile böyle kavga edebilir miydi Denktaş?

Nur
’un akıcı üslubu ve gazeteci gözüyle kaleme aldığı bu kitap, Leonardo’nunki gibi bir şey, "Kıbrıs’ın şifresi". Dünyanın en sıkıcı konuları listesinin ilk onunda yer alan Kıbrıs’a merakı uyandırıyor. Kıbrıs’ı anlamadan, 20’nci yüzyılı anlamanın mümkün olamayacağını ortaya koyuyor Nur Batur.
Yazının Devamını Oku